Sevgili dostlar, Türkiye de caz müziğine dair her yıl giderek artan sayıda konser, festival, etkinlik düzenleniyor, önceki yıllara göre daha çok sayıda albüm yayınlanıyor. Yani işin hangi yanından bakarsanız bakın cazseverleri sevindirici gelişmeler oluyor ama olmayan bir şey var, o da tüm bu olan bitenin üzerine konuşmak, tartışmak... Peki bu olan biten ne anlama geliyor? Artıyor dediğimiz şeylerin içindeki nicelik ve nitelik çıpası nerede duruyor? Fazla mı iyimseriz yoksa az bile mi söylüyoruz? Konserler artıyor peki ama caz dinleyicisi artıyor mu? Sorulacak bir dolu soru, verilen pek çok cevap var. Radyo programcısı ve caz yazarı Levent Öget Açık Radyo`da hazırlayıp sunduğu Dünyanın Cazı programında geçen İstanbul Caz Festivali`nin hemen ardından tüm bu soruların konuşulduğu, cazın her kesiminden bir çok önemli ismin katıldığı programlar yaptı ama ardından bir güzel çalışma daha yaptı, tüm bu programlar o anda konuşulup gitmiş olmasın diyerek programlardaki konuşmaları, tartışmaları Cazkolik okurları için yeniden düzenleyerek "2012`de Caz Açılımları" adı altında seriye dönüştürdü. Birazdan okumaya başlayacağınız serinin onbirinci ve son oturumudur. Bu özel ve yoğun çalışmayı gerçekleştirdiği için sevgili Levent Öget`e çok teşekkür ediyoruz.
Cazkolik.com / 25 Ağustos 2013, Pazar
Katılımcılar:
Ali SÖNMEZ, Sevin OKYAY, Feridun ERTAŞKAN, İmer DEMİRER, Şenova ÜLKER, Kerem GÖRSEV, Neşet RUACAN, Ayşegül YEŞİLNİL, Nezih YEŞİLNİL, Ozan MUSLUOĞLU, Şenay LAMBAOĞLU, Aytek ŞERMET, Volkan BURÇ, Mert AYBEK, Leyla UZMAN, Didem GENÇTÜRK, Mahir ILGAZ, Görgün TANER, Hüseyin BAŞKADEM, Necati TÜFENK, Eyüp İBLAĞ, Dr. Özgür UÇKAN, Emre KAHRAMAN, Sevil ESEN, Elif Gönenç CAMCIGIL, Erhan ONGUN, Hülya TUNÇAĞ, Levent ÖGET.
Katılımcı Uzmanlık Grupları:
Caz eleştirmeni, caz yazarı, caz radyo program yapımcısı, caz festivali danışma kurulu üyesi, caz internet portalı yöneticisi, caz piyanisti, caz şarkıcısı, caz trompetçisi, caz basçısı, caz gitaristi, caz bestecisi, caz orkestrası yöneticisi, caz kulüp sahibi ve işletmecisi, caz festivali yönetmeni, kültür sanat vakfı genel müdürü, radyo yayın koordinatörü, radyo çok sesli müzik bölümü yöneticisi, internet caz radyosu yöneticisi, caz konser organizatörü, bilgi ekonomisti, sanat felsefecisi, cazsever, caz dinleyicisi, radyo dinleyicisi.
Yayınlanan Bölümler:
1. Bölüm: Eleştirmenler ve Yapımcılar: Ali Sönmez, Sevin Okyay, Feridun Ertaşkan
2. Bölüm: Müzisyenler (1); Neşet Ruacan, Kerem Görsev, Ayşegül Yeşilnil, Nezih Yeşilnil, Ozan Musluoğlu, Şenay Lambaoğlu
3. Bölüm: Müzisyenler (2); Şenova Ülker, İmer Demirer
4. Bölüm: Caz Klüpleri; Aytek Şermet, Volkan Burç, Mert Aybek
5. Bölüm: Yayın Koordinatörleri; Leyla Uzman, Didem Gençtürk, Mahir Ilgaz
6. Bölüm: Festival Yönetmenleri; Görgün Taner, Hüseyin Başkadem
7. Bölüm: Konser Organizatörleri; Eyüp İblağ, Necati Tüfenk
8. Bölüm: Bilgi Ekonomisi - Sanat Felsefesi; Özgür Uçkan
9. Bölüm: Cazseverler (1); Sevil Esen, Emre Kahraman
10. Bölüm: Cazseverler (2); Elif Gönenç Camcıgil, Erhan Ongun
11. Bölüm: Eleştirmen, Yapımcı, Yazar; Hülya Tunçağ
(11. ve son bölüm katılımcıları: Hülya Tunçağ ve Levent Öget)
Levent ÖGET: Bir kez daha bir aradayız sevgili cazseverler, devam ediyoruz aylardır sürdürdüğümüz toplantılarımıza ancak, Caz Açılımları’nda son bölümdeyiz artık. Geçen oturumlarda dinleyicilerle, cazseverler adına dört katılımcı ile yaptığımız son toplantıların ardından kapanış bölümümüzü caz yazarı, eleştirmen ve yapımcı Sayın Hülya Tunçağ ile yapıyoruz, Sayın Tunçağ’a hoş geldiniz demeden ve konuşmalarımıza başlamadan önce kısa bir hatırlatma açıklaması yapalım. Biliyorsunuz İstanbul’un en sevilen caz etkinliklerinden olan İstanbul Caz Festivali’nin ardından başlattığımız bir seri olan “Caz Açılımları” toplantılarımızda her bir bölümde caz ile bağı olan farklı konuk ve konuşmacılarla bir araya gelerek onların yaklaşımlarıyla bu konuyu derinleştirmeye çalıştık. Geçen on bölüm boyunca, yazar, eleştirmen, program yapımcısı, caz festival yöneticisi, konser organizatörleri, yayıncılık alanında deneyimli radyo yayın koordinatörleri, caz mekânlarının işletmecileri, caz müzisyenleri ve tabii caz dinleyenleri ile bir araya geldiğimiz bu toplantıları gerçekleştirdik. Önceki bölümlerden birinde tam da içinde bulunduğumuz konumları da değerlendirebileceğimiz (bir başka uzman olan) bir öğretim görevlisi, sanat felsefecisi, bilgi ekonomisi üzerine dersler veren bir başka konuğumuz ile de hem diğer konuşmacılar ile değerlendirdiğimiz konuları hem de Dünya Caz Günü manifestosunu yakın planımıza alarak her yöne düşünceler üretmeye çalıştık. Uzun bir seri içinde hemen her konuya değinmiş olamasak da tüm bu ilgili konuklarla serimizin ismine uyacak bir açılım için oldukça çaba göstermiş olduk. Bu son bölümümüzü ise bu konu için tam olarak bir son söz söyleyebilecek değerde bir konuk ile bir arada olacağız. Benim de geçen yıllar içinde kendisinden pek çok şey öğrendiğim ve benim için bir duayen olan, ayrıca önceki yıl İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından ‘yaşam boyu başarı ödülü’ sahibi Sayın Hülya Tunçağ ile bir aradayız. Tüm konuşmacılarımız ile ele aldığımız konularımızı bu bölümde bir de kendisiyle değerlendirmeye çalışacağız.
TRT Radyo 3 yapımcılarından ve geçen dönemlerin ÇSM’deki müdürümüz sevgili Caner Beklim’i de şimdi şükranla anarak onun sözleriyle söyleyecek olursam, hoşgeldiniz sevgili Üstadem;
Hülya TUNÇAĞ: Hoş bulduk, teşekkür ederim.
Levent ÖGET: Sevgili Tunçağ, sizinle önceki yıllarda, İstanbul Caz Derneği yönetiminde, Jazz Dergisi yayınlarında ve sayısız caz konserinde aynı sıralarda ve aynı caz heyecanı içinde birlikte olduk. Ancak bu caz yaşamındaki kimi ortak yolculuklarımız olsa da siz her şeyden önce benim ilk caz esintilerimin kaynağı olmuş kişilerden, eğitmenlerimden birisiniz. Biz bu seriye başladığımız oturumların ilkinde sevgili Sevin Okyay ve Ali Sönmez ile de bir araya geldik ve o toplantıda bu iki birbirinden değerli caz yazarı ve eleştirmeni arasındaki konuşmada ‘benim caz duayenim Ali Sönmez’dir diyen Sevin Okyay’ın söylediği gibi benim için de siz böyle oldunuz geçen yıllar içinde. Sevgili Tunçağ konuşmalarımıza sizin de yıllarca içinde bulunduğunuz TRT ile oradaki en kıdemli prodüktörlüğünüz üzerinden bir açılışla yapmak istiyorum ama önce biraz caz konuşmalıyız belki de? Az önce birlikte dinlediğimiz parçayı ben özellikle sizin için seçtim ve benim de çocukluğumdan gelen bu parça caz ile tanışmaya başladığım yıllara denk geliyordu. Belki de bu parça ile sizin söyleyeceklerinizle konuşmalarımıza başlamak daha da iyi olur ne dersiniz? Return To Forever’dan Hello Again’de söyleyen Gayle Moran’dı dinlediğimiz biliyorsunuz.
Hülya TUNÇAĞ: Benim için sürpriz oldu, çok geçmişe döndüm bu parça ile. TRT Radyo 3 deki pop caz dönemlerime 80’li yıllara gitmiş oldum. Chick Corea ilk kez konser vermeye Türkiye’ye gelmişti. O zamanki eşim Ümit Tunçağ ile birlikte kendisiyle röportaj yapmak istedik. Benim de onların müziğini programlarımda ve yazılarımda tanıttığımı öğrendiler. Yanında eşi Gayle Moran vardı ancak programda olacağı duyurulmuş değildi. Chick Corea ile birlikte, eşiyle birlikte gelmişti o ve çok mutlu oldular o zaman, hatta konserde bir sürpriz olarak biz de önerdik ve mutlaka Gayle’de sahneye çıksın istedik. Chick Corea sahnede çok prensip sahibi bir müzisyen olduğu halde, çok katı kuralları olduğu halde bizim ricamızla çıktı sahneye Gayle ve herkes şok oldu. İki parça söyledikten sonra ona verilen çiçeği sahne arkasında bana vererek “bu çiçek bana değil sana layık” demişti bunu hiç unutmuyorum. Daha sonra yaptığımız röportaj sırasında ise onun müziğe bakış açısının anlaşılabilmesi için anlatmak istiyorum, buradan yapıtlarına geçmek istiyorum, Chick Corea o zaman şunları söylemişti; “Ben müzisyen olarak önce kendi kendimi yetiştirdim. Daha sonra müziğin teorisine merak saydım ve buna ihtiyaç duydum. Bir yıllığına Jiulliard’a (The Juilliard School) gittim ve bu bana yetti” demişti. “Bunun ardından eşim Gayle’i tanımam benim yaşamımda bir dönüm noktası oldu. Çünkü Gayle müthiş bir klasikçi ve klasiği çok iyi bilen biridir. O beni alıp Hollywood Bowl’daki konserlere götürüp Mozart’la, Bartok’la, Bethoveen ile tanıştırdı. Bu tanışmaların ardından da bu müzikleri dinledikten özellikle de Bartok’dan sonra küçük parçalar yazmaya başladım.” Children’s Songs çalışmaları, onun o küçük parçaları işte oradan geliyor. O zaman hatta yazdığı o parçalardan ilk bir iki tanesini de çalmıştı bize. Bu dönemden sonra da caz müziğini daha geniş çaplı düşünmeye başladığını söylüyordu. Formatı büyüttüğünü ve dinlediğimiz Hello Again’in nasıl doğduğunu ve parçanın fonunda böyle bir birikimin olduğunu bu sözlerle anlatmıştı. Dolayısıyla yalnızca caz kalıpları içinde değil kendi genlerindeki gelenekten gelen latin akorlarına olan yatkınlığını da, tuşesindeki bu özelliğe de dikkat çekererek, bu klasik dinlediği dönemde Gayle’in de ışığıyla dinlediklerini, yeni edindiği bilgileri, öğrendiklerini yapıtlarına yansıttığını anlatmıştı. Gerçekten de Chick Corea’nın müziğinin gelişimine bakılırsa bunlar görülecektir. Mesela Çocuk Şarkıları’ndaki (Children’s Songs) Bartok vari besteleri, yani Bartok’un ‘Microcosmos’daki sistemi kullanması, ardından sonat formunu kullanması ki bu sözünü ettiğimiz eser sonat formundadır aslında. Arka planda koroya ve üflemeli çalgılara yer vermesi, yani caza bir bakıma oda müziğini yansıtması Chick Corea’nın müziğine de bir renklilik katmış oldu. Son yıllarda da geldiğinde hatırlarsınız bir senfonik orkestra ile ‘Kıtalar’ diye (The Continents: Concerto For Jazz Quintet Chamber Orchestra) yazdığı bir eser vardı onu seslendirmişti. İşte bir Hello Again parçası bana bu çağrışımları yapmış oldu.
"Bir kişiye bile yayın yapsanız en iyisini yapmalısınız, verebileceğinizin en iyisi vermelisiniz"
Levent ÖGET: Hülya Hanım tıpkı yıllar önceki radyo programlarınızdaki gibi yine soluksuz dinledim sizi. Herkesin malumu olduğu üzere cazdaki anlatımlarınızla eşsiz bir bilgiye sahipsiniz ve bunu aktarmakta çok başarılısınız. Şimdi sormak istediğim soruyu toplantımızın sonraki bölümlerinde sormak istiyordum ama tam da yapımcılık üzerine odaklandığımız bu sırada sormak belki daha yerinde olacak. Bir anlamda söylediğinize de katılmış olduğumu belirtmek istiyorum. Sevgili Caner Beklim’in 20 yıl kadar önce yüreklendirmesiyle ben radyo program yapımcılığına başladım. Çalıştığım uzun yıllar boyunca yaptığım işlerin içinde yapımcılık esaslarındaki en önemli konunun sizin de görüşlerinizden iyi bildiğim araştırma ve yapım unsurlarının tam olarak yerine getirilmesi olduğudur. Şimdi buradan çıkışla TRT Radyo 3 gibi herkes için okul gibi olduğu kabul edilen kurumlar içinden gelen yapımcılık deneyimlerinizin ne kadar güçlü bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de biz bu toplantılarımızda diğer konuklarımızla da bu bir çeşit açılım konseptiyle farklı yönlere gidebileceğimiz konulara gitmeye çalıştık. Ancak söz konusu olan caz olduğu için yapımcılık burada önemli bir konum kazanıyor diye düşünüyorum. Çünkü bilgiye dayalı önemli bir aktarım sağlıyorsunuz. Zaten hayranlığımı pekiştiren her karşılaşmamızın bir örneğini de az önce sizden bir kez daha görmüş oldum. Tek bir parçadan çıkışla bambaşka konular üzerine sohbet etmek üzere gelmiş olduğunuz bu oturumda pek çok bilgiyi müthiş donanımınızla başlı başına bir yapıma dönüştürmüş oldunuz. Önceki konuklarımızla da bu konuyu radyolardaki yapımlar ve yayıncılığı da konuştuk ancak sizin de görüşlerinizi yansıtmak istiyorum bu seriye, en büyük birikiminizin burada olduğunu kabul edersek siz nasıl bakıyorsunuz yapımcılık konusuna? TRT Radyo 3 yıllarca çok önemli bir görevi üstlendi bu konuda ancak bir diğer yandan da her şey yalnızca konser ya da etkinlik de demek değil. Ülkemizin en ücra köşelerinde bile bu müziği keşfetmek, dinlemek isteyenler olabilir. Bu ihtiyacı ise yıllarca işte bu medya (TRT – Radyo 3) bir bakıma karşılayabilmiş oldu. Bu ulusal kanal aracılığıyla bu bilgiler ve bu ‘farklı müzik türü’ gibi gelen müzikler hepimize ulaştığı gibi öğreticiliğini bu yolla gerçekleştirmiş oldu. Ancak ilerleyen yıllar içinde teknolojik dönüşümler gereği giderek karasal yayın dediğimiz radyoların bu yayıncılık konumu biraz da değişen kültür politikalarıyla maalesef geri kalmaya (bana göre özellikle bıraktırılmaya) başladı. Ulusal radyo antenleri klasik ve caz müzik programları ‘dinlenmiyor’ diyerek ve ‘tasarruf’ gibi sudan bahanelerle susturulmaya çalışılıyor. Sınırlı sayıda yetişen ve yıllarca bu kanallarda emek veren bu türlerin yapımcıları da defalarca küstürülerek ya da açıkça yaptıkları işlerden atılarak uzaklaştırıldılar. Dolayısıyla da bu tür müzikler giderek daha zor bir biçimde halka ulaşmaya başladı. En azından bu yola ihtiyaç duyanlar için neredeyse bu türleri dinlemek imkânsızlaştı denebilir. Buradan bağlantılı olarak TRT İstanbul Radyo binasına da gelmek istiyorum ama sizin yıllarca bu kurumda emek vermiş bir yapımcı olarak bu konuya nasıl baktığınızı ele alalım öncelikle. Şunu da eklemeliyim ki; Harbiye’de yer alan ve zamanında bir radyo evi binası olmak üzere inşa edilmiş bu tarihi yapının önünde gerçekleşen pek çok karşıt eylemden sonra zihnimi epeyce meşgul eden bir konu da cumhuriyet dönemimizin en değerli kazanımlarından biri olan bu yapının çok çabuk gözden çıkarılabileceği gerçeği olmuştur. 1949 yılında ortaya çıkmış bu ortamın, stüdyoları, konser salonları bunca yaşanmışlığın ardından böylesine yok edilebileceğini görmek sanırım bu kadar uzun süre emek vermiş ve bu ortamı solumuş biri olarak en çok da sizi yaralıyor olmalı diye düşünüyorum. Ne diyorsunuz Sayın Tunçağ, nasıl değerlendiriyorsunuz bütün bu çizmeye çalıştığım çerçevedeki konuları?
"Caz, insan ruhunun içinden kopup geldiği için değişken bir müzik özelliği taşır"
Hülya TUNÇAĞ: Bir yayıncı olarak söylemeliyim ki bir kere bu çok yürek yaralayıcı bir durum. İkinci olarak da aklın yolu birdir; bu bina her şeyden önce bir radyoevi binası olarak yapılmış bir yapı. Bir Alman mimarın elinden çıkmış olan çok özel bir bina ve çok sağlam bir yapı, ortada stüdyolardan tutun da her şeyin düşünüldüğü tarihi bir bina var. Hem burada Türkiye yayıncılığının bir tarihi var hem de binanın kendisi tarihi. Bence orası sit alanıdır ve ellememek, dokunmamak gerekir orayı. Nitekim içeride sen de biliyorsun, ikinci katta bir sergi alanı da var. Eski tip radyolar, mikrofonlar ve pek çok şey oraya da çok yakışıyor böyle bir sergi alanında yer almasıyla. Çünkü binayla da organik bir uyum içindeler. Ve tabii sormak gerekiyor; neden bu bina? Çevrede onca yer dururken, almış başını giden bunca yapılan bina var iken herkesin gözü bu neden bu binada!? Çok ilginç, yıllardır herkes bu binayı İstanbul Radyoevi binasını almak istiyor. İçindekileri başka yere koymak ve radyoyu da taşımak istiyorlar. 1949 yılı diyorsun, oysa içindeki insanlar değişip duruyor, kimler geldi, kimler geçti bu radyodan, hâlbuki orada herkesin ruhu, bir nefesi var. Artık hayatta olmayan çok değerli radyo spikerlerinden, yazarlar, yapımcılardan, çok değerli teknisyen arkadaşlarımıza herkesin bir emeği var, orada bir yaşanmışlık var. Bunu siz nasıl bir anda ve kâğıt üzerinde değerlendirebilirsiniz? Bu mümkün değil. Sıradan olmayan bir binadan söz ediyoruz.
Levent ÖGET: Bu bina için gerçekleşen korumacı eylemlerden birinde bir dostum ile sohbet ederken onun söz ettiği bir konuyu da sizinle paylaşmak istiyorum. Başka ülkelerde de örneklerinin olduğu gibi devlet desteğini almasına karşın bağımsız olarak kalabilen bir radyoya dönüşebilir mi bu kurum sizce? Gerçi önünden geçerken bile radyoevini koruyan jandarmanın size durulmaz ikazı yapıldığı bir kurum da olmuştu zamanında ve şimdi ise gözden çıkarılacak kadar değer kaybetmiş gibi gözüküyor. Ne dersiniz, asıl sahiplerine halka devredilebilir mi bu radyo, böyle bir şey olabilir mi sizce?
Hülya TUNÇAĞ: Nasıl olabilir? Bence olamaz. Bir kere TRT yönetiminde bir radyo bu, yönetimden ayrı düşünülemez ve onun bünyesinden koparılamaz. Keşke olsa ama vermezler zaten. Olacaksa bütün bir kurumun yani TRT’nin özerk olması gerekir. Ben radyo’da çalışmaya başladığımda TRT özerkti. Prodüktör olduğumuzun birinci yılıydı ve Turgut Özakman bizi, tüm yapımcıları İzmir’de toplayarak şöyle bir konuşma yapmıştı. “bir kişiye bile yayın yapsanız en iyi şekilde yapmalısınız” ve “verebileceğinizin en iyisini en titiz bir biçimde yapacaksınız” demişti. “bir kişi-bir kişidir” biz bunu öğrenmiştik ve bunu şunun için anlatıyorum. Az önce radyonun, bu tür müziklerin dinlenmediğini ve antenlerinin bu yüzden yönetim tarafından bir ikişer kapatıldığını ya da karasal yayındaki diğer kanallara devredildiğini söylemiştiniz. Bu o kadar yanlış bir düşünce ki; bize öğretilen ise az önce söylediklerimdi. Biz o zaman daha çiçeği burnunda prodüktörlerdik ve Turgut Özakman’ın bu toplantısında önce bunu öğrendik. Hatta televizyonun ilk siyah-beyaz dönemiydi o zaman. Biz de her yıl hem müdürlerimiz hem de yapımcılar Ankara’daki bu koordinasyon toplantılarına giderdik. Önerilen programlara göre de saatler ayarlanıyordu. Toplantıda başlamakta olan televizyon yayını nedeniyle aynı saatlere denk gelen radyo yayınlarının akşamüstünden gece bire kadar arşiv yayından yapılması önerilmişti. Ama büyük bir kıyamet de kopmuştu orada hatırlıyorum. Ne demek? Eğer iyi bir dinleyiciniz var ise siz unutun televizyonu, onlar kapatıp televizyonu yine açıp radyoda sizi dinler ve aslında yayıncılığın da bakış açısı budur ve tabii bu özerk bir bakış açısıdır. TRT’nin de özerk olması gerekiyor. Sorularınızdan biri olan yapımcılık konusunda da yıllarca ben eğitim de vermiştim. Bu bir birikim meselesi ve ben radyolarda caz müziğinin çalınmasını çok seviyorum. Ne kadar çok çalınırsa o kadar hoşuma gidiyor. Beni mutlu eden bir şey bu, caz müziğinin bol bol çalınması, böyle bir sanat müziğinin yayılması, dinleyici kesimi bulduğu için ama o kadar kolay bir şey de değil. Caz müziği klasik müzik programı yapmak gibidir, hatta ondan biraz daha da farklıdır. Çünkü klasik müzikte daha şanslısınız. Elde belirli doneler, veriler vardır ve siz de onlardan yola çıkarsınız. Eserlerden, yorumcudan bahsedebilirsiniz, orkestra yöneticisi önemlidir, eserler ona göre değişebilir ve tabii besteci hakkında bilgiler olabilir. Tamam, bütün bunlardan söz edebilirsiniz ve klasik müzikte daha rahat hareket imkânınız var. Ama caz insan ruhunun içinden kopup geldiği için değişken bir müzik özelliği taşır. Caz müziğini yorumlamak gerekir. Caz müziğinde hem teknik bilmelisiniz, hem müzikten anlamalı hem de müziğin ruhunu kavramalısınız... Ayrıca bırakın bütün bunları caz müziği pek çok sanatı da kapsadığı için; sosyoloji, tarih, görsellik gibi pek çok şeyi de bütün bunların yanı sıra bilmeniz gerekiyor. Yani caz müziği yalnızca caz müziği dinlemek de değildir. Caz çok yönlü bir müzik türü olduğu için siz de bir yapımcı olarak yorumlarınızı yaparken pek çok şeyi de bilmek durumundasınız. Nitekim bunu şuradan bildiğimi eklemeliyim; Cüneyt Sermet benim hocamdı. Benim dönemimde önemli bir hocaydı ve aynı zamanda Arif Mardin’in de hocasıydı. Betül Mardin daha 16 yaşındaki Arif Mardin’i Cüneyt Sermet’in eline verdiğinde; “Al Cüneyt, bu haylazı biraz toparla, çok güzel piyano çalıyor ama sen de bir şeyler göster ona” diyor. Cüneyt Sermet daha sonra bana rahmetli Arif Mardin için “ben ona yalnızca cazı öğretmedim, sanat tarihi, Latince, sosyoloji, güzel sanatlar ve plastik sanatları da gösterdim” diye anlatmıştı. Tabii Arif Mardin’de “ben bunları ne yapacağım” diyormuş bir yandan da. İşte demek istediğim bu. Bunu şöyle de anlatabilirim belki; Chick Corea’nın bir plağı gelmişti o ilk yıllarda bana The Leprechaun albümü gelmişti. O zaman internet yok hiç bir şey yok deliler gibi bunun ne olduğunu, ne demek olduğunu araştırmıştım hatırlıyorum. Daha sonra buldum ki bu bir İrlanda efsanesindeki bir cücenin adı. Kayaların arkasında yaşayan ve halen de İrlanda’lıların bir kısmının da inandığı bir şey, bir efsane kahramanının adı olduğu çıktı ortaya ama ben günlerce bunu araştırmıştım.
"İnternete rağmen benim gibi yeni şeyler çalmayı sevenler için özellikle bu ortam yeterince araştırmaları karşılayacak noktada değil"
Levent ÖGET: Bilgiye ulaşmak zordu tabii o zaman.
Hülya TUNÇAĞ: Ne olacak canım bir caz plağı, Chick Corea’nın şu plağından The Leprechaun dinliyorsunuz diyebilirdim. Her şeyden önce neden Leprechaun bir kere albümün adı bunu bilmeliydim.
Levent ÖGET: Peki öyleyse, tam bu noktada sormak istiyorum, yapımcılığın, caz programlarının radyoda ya da farklı mecralarda insanlara ulaştırılmasındaki önemi, bugün artık bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı bir dönemdeyken bu biçimde önemli kılmayı sürdürecek hangi özellikleri var? Yani bilgiye ulaşmak böylesine kolaylaştığına göre biraz da dinleyici açısından halen yapımcılığın neden böylesine önemli olduğunu düşünmeliyiz sizce?
Hülya TUNÇAĞ: Şöyle söyleyebilirim; bir kere internete rağmen benim gibi yeni şeyler çalmayı sevenler için özelikle bu ortam yeterince araştırmaları karşılayacak noktada değil. Benim bir sürü kitabım var ve kimi terimleri halen bir tek o kitaplarda bulabiliyorum. İkincisi yapımcı/prodüktör kimse o kendi beğenisini ortaya koyuyor, kendi seçkisi, kendi beğenisi ortaya çıkıyor. Ayrıca o program yapımcısının kişiliğini de gösteriyor. Kişiliğin programa yansıması önemli bir şey bir bakıma, çünkü ne olacak canım koyun oraya karışık bir CD çalsın diyemeyiz. Üstelik bu yapılıyor da zaten. O takdirde hemen herkesin yapabileceği bir şey gibi olur ki bizim anladığımız ‘yayıncılık’ bu demek değil.
Levent ÖGET: Daha önceki oturumlarda bazı konu başlıklarını farklı konumlardaki katılımcılarla konuşmuştuk ama belki de bu konuların bazılarını en çok konuşmak istediğim kişilerden birisiniz ve şimdi bunların üzerinden de geçelim istiyorum, sizin görüşlerinizi merak ediyorum. Belki de son konuşmacı olmanız bütün bu değerlendirmelerin de üzerinden geçebileceğimiz için hayırlara vesile olacak. Örneğin sizin gibi bir başka yazar ve yapımcı olan bir katılımcımız gerçek caz dinleyicisinin İstanbul’da aslında yalnızca bin kişi kadar olduğunu ileri sürmüştü. Ama diğer bir yandan da aynı İstanbul seçkin ve giderek gözde konumlara taşınmayı da sürdürüyor. İşte Dünya Caz Günü etkinlikleri yapıldı bu kentte ve dünyanın her yerinden izlendi, biraz da marka değerine yönelik bir girişimdi aslında ve geride kaldı. Ancak yıllardır süren önemli festivaller de gerçekleşiyor İstanbul’da. Öyle ki bunların iki tanesi gerçekten de tüm dünyada biliniyor ve çok görkemli artık. Bunu gayet iyi biliyoruz. Bir kere bunu sormalıyım size öncelikle, neden 17 milyonda-bin kişiden söz edilen İstanbul’da böylesine önemli caz etkinlikleri gerçekleşiyor? Diğer bir sorum da buna ek olacak; Daha önceki haftalarda bunu sıkça konuştuk. Ayrıca iki farklı eleştiri de cazsever okurlarımızdan ve dinleyicilerden şimdiye kadar posta iletisi biçiminde bu konuyla ilgili bize ulaştı. Bir tanesi artık konserlere pek gitmediğini, İstanbul’un insanı giderek yalnızlaştırdığını, çünkü gerçekte aslında caz dinleyicisinin iyi bir dinleyici olmadığını ve çoğunun bilinçsiz olarak konserlere gittiğini ve sırf sosyalleşme adına bunu yaptıklarını yazıyordu. Gelenlerin sanki kafede müzik dinler gibi izlediklerini, özetle müzik dinlemekten anlamadıklarını, müzik dinlemeyi bilmediklerini itham eden mektuplardı bunlar. (daha önceki bölümlerden okunabilir) Diğer yandan başka bir caz sever de bu tip düşüncelerin gereksiz ve yersiz olduğunu, bilinç düzeyinin yükselmesi için geçen yirmi otuz yılın tabi ki yeterli olmadığını ve diğer dinleyenlerin bu durumlarda daha sabırlı olması gerektiğini yazıyordu. Bir bakıma buna katlanılması gerektiğini belirtiyordu. Ancak bu iki dinleyici dışında da bütün Açılım katılımcıları, festival düzenleyicilerinden, kulüp sahiplerine, organizatörlerden yazarlara hemen herkes aynı saptamada bulundu ki, caz dinleyicisi henüz gerçek anlamda bir caz dinleyicisi bilincine ulaşmış değil. Üstelik bu kadar yayın, festival ve bu türler için yapılan pozitif ayrımcılığa karşın bu beklentiler henüz istenilen düzeyde değil. Hem de bunu İstanbul için söylüyoruz ağırlıklı olarak. Yani Türkiye’deki caz dinleyicisinin en uzun soluklu etkinlik katılımcısı ve dinleyicisinin bu kentte olduğunu varsayarak bu belirlemeleri yapmaya çalıştık. Şimdi siz nasıl bakıyorsunuz bu iki konuya Hülya Hanım.
"Caz, geçen yıllar içinde popülist bir yaklaşım biçiminde ele alınmaya başladı"
Hülya TUNÇAĞ: İstanbul hem doğuya hem batıya açılan bir kapı ve müthiş bir kültürel kaynayan kazan gibi adeta. Bu etkinlikler başta Unesco Dünya Caz Günü etkinliği ve festivaller İstanbul’a yakışıyor bence. Bütün buraya gelen müzisyenler de bunun farkında ve çoğu da zaten geldikleri anda büyüleniyorlar. Yani her bakımdan her açıdan İstanbul uygun buna. Tüm etkinlikler ve bu girişimler başta bizim müzisyenlerimiz olmak üzere buraya çok şey kazandıracak, buna inanıyorum. Çok mutlu oluyorum bu etkinliklerin Türkiye’de gerçekleşeceğini duyduğumda. Ben en çok da müzisyenlerimizi düşünerek bunları söylüyorum ve onlar için olup bitenler önemli bir motivasyon aslında. Açıkçası bunlar onlara yeni kapılar açacaktır. Dinleyici olayına gelirsek; bir bakıma ilk söylediğiniz dinleyici mektubuna kısmen katılıyorum. Caz müziği geçen yıllar içinde popülist bir yaklaşım biçiminde ele alınmaya başladı. Popülizm işin içine girince de sahtekârlık da girmiş oluyor. Burada sahtekârlığı-samimiyetsizlik olarak kullanıyorum. Onun için de bence herkes dinlermiş gibi yapıyor! Yani ‘miş gibi yaşamak’ dan söz ediyorum ve buna hiç tahammül edemiyorum. Bunca yıldır bu işi gönül vererek yapan biri olarak bunun en çok sancısını çeken insanlardan biriyim. Bunu hemen tüm caz kulüplerinde rahatlıkla görebilirsiniz. Konser salonları pek öyle değil. Çünkü konser salonuna giden dinleyici hakikaten oranın adabını bilen kişilerden oluşuyor. Neredeyse klasik müzik konserine gider gibi gidiyorlar. Yüzde doksan parasını verdiği, geldiği konserin ne olduğunu bilen ve ne dinleyeceğini bilen dinleyici oluyor ama caz kulüplerine gelindiği zaman pek öyle olmuyor. Tabii burada şöyle bir çelişki de var; Caz aslında kulüplerde dinlenir ya hep onu özleriz ama diğer bir yandan da caz kulüpte doğmadı. Bir tango gibi değil, Arjantin batakhanelerinde doğmadı caz, kırsal kesimde doğdu ancak cazın asıl sanat haline gelişi, sunuluşu arz-talep meselesi esasen kulüplerde oluştu. Özellikle de bu Amerika’da böyle oldu. Hakikaten de her yerde asıl kulüplerde dinlediğinizde cazı büyük keyif alırsınız. Örneğin bir cazsever olarak yurt dışına gittiğinizde bir kulübe gitmek istemez misiniz?
Levent ÖGET: O küçük ortamda dinleyici ile birebir bir ilişki ve daha yakın bir enerji doğuyor değil mi? Bu hem müzisyenleri hem de dinleyiciyi tatmin ediyor.
Hülya TUNÇAĞ: Tabii müzisyenler hakikaten de çok seviyorlar bu ortamı ve hatta bu aldıkları elektrikle ilgili olarak her seferinde daha farklı çalabiliyorlar. Ama öte yandan gelen dinleyicilerin içinde neler görüyorsunuz, hakikaten ‘özentileri’de görüyorsunuz. Ben kendi açımdan tabii neler yaşadım, çok sevip beklediğim isimler olmasına rağmen çok konseri terk etmek zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Oraya gelmelerindeki amacın başka olduğunu hemen anlıyorsunuz, ellerinde içkiler, yanındakiyle flörtleşmelerden hepsinden önce tiplerinden anlıyorsunuz zaten gelenlerin samimiyetsizliğini. Oraya giderek görünmek, belki birilerini tavlamak ya da hava atmak için geldikleri belli oluyor. ‘ben gelmiştim, oradaydım’ diyebilmek için geliyorlar ve son derece saygısızlar. Bu tavırları sıkı mı bir klasikçiyi dinlerken yapsınlar, en çok da bunu anlamıyorum zaten, bu haksızlık. Bir klasikçi tek başına piyano çalarken sıkıysa yapsın o terbiyesizliği anında kapı dışarı atarlar ama burada atılamıyor da ne yazık ki! Çünkü kusura bakmasınlar kulüp sahipleri canım ciğerim ama onlar da bir yerden sonra tabii belki de para kazanmak istiyorlar. Haklı olarak yani, ne yapsınlar herkesi de kapı dışarı atamazlar ya? Öte yandan da ne kadar böyle kural koysanız da bu bir terbiye meselesi. İnsanın geldiği yer çok önemli. Altınızda son model bir araba olması, son model cep telefonunuz ya da marka giyerek çok şık olmanız bir ölçü değil. Ölçü beyindedir. Kültürel gelişme ve zevklerdedir. Bir insan son derece yalın biçimde gelebilir oraya ama aslında iyi bir eğitim almış ya da kendi kendini yetiştirmişse ondan daha kaliteli bir şey düşünemem. O insan sanata da ne olursa olsun saygılıdır da. Ayrıca beğenmezse de çekip gidebilir, bu kadar basit.
"Pek çok dinleyicinin caz klüplerine gitmesindeki amacın başka olduğunu hemen anlıyorsunuz"
Levent ÖGET: Peki sevgili Tunçağ bu seyirci-dinleyici ağırlıklı ilerleyen konumuzun bilinçlendirme ile ilgili bölümünü de konuşalım sizinle. Örneğin az önce çok önemli bulduğunuz Uluslararası Caz Günü bildirisinde deniyor ki; Toplumları, okulları, sanatçıları, tarihçileri, akademisyenleri, caz tutkunlarıyla cazı kutlamak ve caz sanatı, onun kökleri, geleceği ile ilgili etkileri hakkında daha çok şey öğrenmek için bir araya getirmek gibi beklentiler açıklanıyor. Diğer bir yandan işte konuştuk ve malumunuz İstanbul önemli caz festivallerine ev sahipliği de yapıyor ve siz bunlardan birinde ‘danışma kurulu üyesi’ olarak yıllardan beri görev yapıyorsunuz. Ayrıca Akbank Caz Festivali’de olmak üzere bu etkinliklerde eğitmenlik yönünüzü de ortaya koyacak katılımlar gösteriyorsunuz. Tabii bütün bu seminer, panel ve etkinlikler hep dinleyiciye-seyirciye konser izlemenin ötesinde bir şeyler aktarabilmek ve onları eğitmek bilinçlendirmek için yapılan girişimler. Bunlar hakkında biraz konuşacak olursak ve tabii konumuza bağlantılı olarak neler söyleyebilirsiniz.
Hülya TUNÇAĞ: Türkiye’de Cazın Öyküsü konu başlığı benim seminerlerimden biridir ve bu anlamda da ilk kez gerçekleşmiş bir seminerdir. Bu alanda başka çalışmalarım da var. 1999 yılından bu yana bu caz araştırmalarımı sürdürüyorum. Türk cazı üzerine yaptığım bu araştırma çalışmaları bir süre telif hakları konusu nedeniyle hayata geçememişti. Ancak yine de bu araştırmanın peşini bırakmadım. 2010 yılında yayınlanan ve Akbank Caz Festivali’nin de 20. Yılı nedeniyle hazırlanan kitabın editörlüğünü yaptım. İşte bu yayın içinde bir bölümü Türk Caz Tarihi’ne ayırdım. Ancak takdir edilecektir ki, kaynak bulmak çok zor ve bu ülkemizde de yeni yeni gelişen bir şey. Dolayısıyla da büyük dünya ülkelerinde ki gibi bir arşivcilik kaynağı yerine birebir insanların ağzından bilgi alarak toparlayabildik pek çok şeyi. Bu büyük bir zorluktu benim için. Ancak ben cazın içinde büyümüş biriyim. Bu açıdan da şanslıyım, ailem müzisyen dolu, hep ağabeyimden aldım her eğitimi. Öte yandan yıllarca Akademi İstanbul, Pera Müzik ve bir dönem olmak üzere de Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Caz Tarihi ve radyo programcılığı dersleri verdim. Burada şunu söylemek istiyorum, bu okullarda amaç tabii ki genç kuşağa caz müziğini öğretmekti. Çok önemli bir şeydir ki bir şeyi dinlerken olduğu gibi cazın da geçmişini kökünü bilmek gerekiyor. Bunun Türkiye’de ki gelişimi de şöyle oldu. Önceleri konservatuarlarda caz müziği yasaktı. Benim de dört yıl (iki yıl müzik-iki yıl sinema) okuduğum 9 Eylül Üniversitesi bunun öncülüğünü yaparak rahmetli Profesör Gültekin Oransay ilk caz tarihi dersi koyarak bunu üniversitelerde ilk kez olmak üzere başlatmış oldu. Böylelikle de cazın bir sanat olduğu, bir ders olarak öğretilebileceği ortaya çıktı. Önceleri dinleyici ön yargılıydı ama şu anda inanıyorum ki daha geniş bir dinleyici kitlesi var ve hâlâ bu konuda bilinçlenme istekleri de geliyor. Örneğin yıllardır caz tarihi seminerleri vermiş olmama karşın, bunu pek çok festivalde, İzmir’de İstanbul’da, Ankara’da defalarca gerçekleştirmiş olmama karşın benden yine de caz tarihi seminerleri talep edilmeye devam ediyor. Buna ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Bu benim çok hoşuma gidiyor. Demek ki dinleyici artık dinlemek istediği müziği bilinçli dinlemek istiyor. Bunun açılımını da görmüş olacak; Keith Jarrett dinlemek istiyorsa bunun kökeninde ne var dediğinde Bud Powell onun da kökeninde Art Tatum’u görecektir. Dolayısıyla da dinlediği müziği de daha iyi kavrayacaktık. Daha bilinçli dinleyici de bence böyle ortaya çıkacak.
"Yıllardır caz tarihi seminerleri vermeme rağmen benden hala yeni seminerler talep ediliyor olması hoşuma gidiyor"
Levent ÖGET: Tarihsel geri dönüşlerle müzikteki bağlantıların da kurulabilmesini sağlayacak diyorsunuz. Eğitimden devam ederek buna bağlantılı olarak şunu da konuşmalıyız tam da burada… Akbank Caz Festivali’nde başlayan yeni bir şey de liselerde seminerlerin olabileceği bir programlar zinciri uygulaması var ve bu yeni başlayan çok da olumlu bir gelişme olacak sanırım.
Hülya TUNÇAĞ: Bence de çok olumlu bir hareket bu.
Levent ÖGET: Son konularımıza geçeceğiz; yine bu konuyla bağlantılı olarak konuşulmuş olan bir öneriyi sizinle de konuşmak istiyorum. Biliyorsunuz festivallerin bazıları bilet satışını önemsiyor ve sponsorlu çalışarak ve böylelikle destek de sağlayarak konser salonlarının dolmasını ancak böyle gerçekleştirebiliyorlar. Haliyle de İstanbul Caz Festivali için bunun zor olduğunu çünkü İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı için bilet satışının olmazsa olmaz olduğunu vakıf için mali problemlerin olduğunu, salonların doldurulması gerektiğini daha önceki katılımcılardan Sayın Ali Sönmez eski bir danışma kurulu üyesi olarak bize anlatmıştı. Yine onun önerisi ile belki bir başka girişim, bir festival ki belki bu Akbank Caz Festivali olabilir, çünkü onların daha en baştan bu konu için ayırdıkları bir bütçe var ve onu zaten bu etkinlik için kullanmayı değer bulmuşlar. Dolayısıyla bunu da liselerde gerçekleştirecekleri seminerlerin devamında bir uygulama olarak geliştirebilir mi acaba önerisi geldi. Sevgili Ali Sönmez’in bu açılımda o ilk toplantıdaki bu önerisi benim çok hoşuma gitmişti. Satılan bir bilete karşı-bir bilet de öğrenciler için bir destekçi, bir gönüllü tarafından ayrılabilir ve bu liselilere bir hedef konularak örneğin bin kişiye bu konserler izlettirilebilir böylelikle diye düşünülüyordu. Bu seminerlerin de devamı olarak görülürse daha da uygun bir uygulamaya dönüşmüş olur. Her yıl seçilen yeni liselerle de giderek yaygınlaşan ve amacına ulaşmış bir dönem olabilir, ne dersiniz?
Hülya TUNÇAĞ: Bence de öyle olur, çünkü okula gidilmesi çok iyi, cazın okulların ayağına gitmesi çok önemli.
Levent ÖGET: Okullardan ‘bin’ kişi, İstanbul’daki gerçek caz dinleyicisinin yalnızca ‘bin’ kişi olabileceği derken bir başka ‘bin’ kişi tartışması da Haliç Kongre Merkezi için yapıldı. Toplantılarımızdan birinde Sonny Rollins’in bile bu salonu dolduramayacağı, oysa böylesine büyük bir caz devinin bunu rahatlıkla başarması gerektiği söylendi. Öte yandan Ali Sönmez ve Sevin Okyay arasındaki bu konuşma çerçevesinde CD satışlarının artık gerçekleşmediği ve sanatçıların kaşelerinin yükseldiği günümüzde bilet satışlarının da yükselmesi ile konser salonlarının daha da zor dolmaya başladığı anlatıldı. Bu durumun dünyada da yaşanabildiğini ancak Türkiye’de bu durumun caz adına karanlık bir tablo yarattığı ortaya çıktı. Biz bir yandan büyük bir caz devinin bile dolduramayacağı konser salonlarından belki de yalnızca bin kişiyle sınırlı bir ilgili olmasına karşın diğer bir yandan da sürekli manipüle edilen festival ve benzer etkinliklerin nereye kadar sürebileceğini sorgulamaya başladık. Üstelik bu katkılara dışarıdan da destekler geliyor, işte Dünya Caz Günü nedeniyle Unesco’nun, Thelonious Monk Caz Enstitüsü’nün önerileri ve pek çok ülke caz müzisyeninin Türkiye merakı soru işaretleri uyandırıyor. Bu durumu sizce nasıl toparlamak gerekiyor? Bir karışıklık yok mu? Sizde de sorular uyanmıyor mu Hülya Hanım?
Hülya TUNÇAĞ: Karışıklık değil çelişkiler var. Ama bu konuda ben karamsar değilim. Ben bin kişi söylemine de katılmıyorum. Bin kişiden daha fazla olduğunu sanıyorum. Çünkü gizli dinleyiciler var. Bu kadar yıllık yapımcılığımdan biliyorum ki bir kere caz dinleyicisi mahcuptur, yani utangaçtır daha doğrusu. Kolay kolay kendisini ele vermez. Ancak karşı karşıya geldiğinizde bunu söyler, bunca yıldır zaten sizi dinliyordum der. Ama bunu dile de getirmez. Ya da imkânlarından dolayı konserlere gidemiyordur. Çünkü İstanbul’da yaşamak gerçekten çok zor, hiç kolay değil. Gitse gitse belki bir tanesine gidebiliyordur. Tabii bütün bunları da düşünmek lâzım, buradaki hayat şartları dışarıdaki gibi yurt dışındaki gibi değil. Koşullar çok farklı. Ayrıca burada bunca yıldır yapılan çok fazla etkinlik var. Bu o kadar fazla ki, kulüplerin getirdiklerinden festivallere, özel konserlere çok iyi grupların gelmesi ve tabii radyolarda çalınanlar, bütün bu caz programlarından sonra bu insanların bu müziği algılamaması için artık sağır olması gerekir. Ben pek çok insanın kulağına bu müziğin gittiğine ve aslında yüreğine de işlediğine inanıyorum. Benim böyle bir inancım var. Evet, söylendiği gibi Sonny Rollins belki büyük bir konser salonunu dolduramayabilir. Ama Keith Jarrett doldurdu ve dolduruyor. Tabii burada yine göz önünde tutmamız gereken popülist bir yaklaşım var. Caz müziğinin Sonny Rollins gibi eski ustalarını da her zaman tanıtmak gerekiyor. Önemli olan budur, bu tanıtımları sürdürmek gerekiyor. Bu müzisyenlerin arkasında işte bu müzisyenler vardır diyerek bunu gündemde tutmak gerekiyor. Bu da tabii bize düşüyor yine.
Levent ÖGET: “Bu da bize düşüyor” diyor Hülya Tunçağ ve biz de bütün bu toplantılar boyunca süren birikimi tam da bu noktaya taşıyarak bitiriyoruz. Cazın geleceği için kültürlere ve toplumumuza katkıları için uzun soluklu amaçladığımız bir oturumlar serisini burada sonlandırıyoruz. Tüm görüş ve düşüncelerini bildiren konuklara – değerli katılımcılara ve son olarak da size teşekkürlerimizi tekrarlıyoruz Sevgili Hülya Tunçağ.
Hülya TUNÇAĞ: Teşekkür ederim.
Levent ÖGET: Cazseverler ve caza gönül vermiş müzikseverler ile yeni projelerde buluşmak üzere hoşçakalın.
Son.
Levent Öget
Cazkolik.com / 25 Ağustos 2013, Pazar
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.