Günümüzde felsefe adına yapılan bütün üretimlerin batı dünyasına ait olduğu izlenimi kendini korumaktadır. Batının kurumsallaşmış felsefe anlayışları sosyo-ekonomik ve politik unsurlarla birleşip gücünü bütün dünyaya kabul ettirmiştir. Bu görkemli güç ayrıca bize İslam dünyasında felsefenin olmadığına ait bir kanıyı 1916 yılında Ignaz Goldziher’in yazmış olduğu “Eski İslam Ortodoksluğunun İlkçağ Bilimlerine Karşı Tutumu” makalesiyle somutlamaya çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun gerilemeye başladığı dönemlerden itibaren İslam dünyası sadece kelam (hukuk) alanında çalışmalarını sürdürmeye devam etmiştir. Bu konuya tarihi bir süreç içerisinde bakalım.
* * *
Arap Abbasi hanedanının iktidara gelmesi ve Bağdat’ın kurulması (762) İslam dünyasında benzeri görülmemiş bir Yunanca-Arapça çeviri hareketini başlatan en önemli iki unsur olmuştur. Bu unsurları destekleyen birçok sosyo-ekonomik ve politik alt unsurlar varsa da bu detaylara girmek istemiyorum. Nedir bu çeviri hareketi? İki yüzyıl boyunca felsefe, matematik, astroloji, fizik ve simya gibi konularda yazılmış Yunanca eserlerin neredeyse tamamı Arapçaya çevrildi. Aristoteles’in Topika çevirisiyle başlayan süreç, İslam dünyasında ki düşünsel hareketliliği arttıran en önemli noktadır. Bu süreç sonunda oluşan birikim, Antik Yunan felsefesine karşı alternatif felsefi söylem geliştirme çabalarında önemli basamak oldu. Farabi ve İbn-i Sina 10. yüzyıldan itibaren kendi söylemleriyle İslam felsefe dünyasında önemli akımlar yaratmışlardır. Bu söylemleri oluştururken kullandıkları argüman yapıları ve akıl yürütme teknikleri ne kadar felsefi disiplin içinde olduklarını gösterir.
* * *
Osmanlı İmparatorluğunda İbni Sina felsefesinin izleri 16 ila 18. yüzyıl arasında izlerini göstermektedir. Katip Çelebi (1609-1657), Şemseddin el-Fenari (ö.1431), Kınalızade Ali Çelebi (ö. 1572) Osmanlı da yaşamış olan önemli düşünürlerden bazılarıdır. Fatih Sultan Mehmed’in İbni Rüşd’ün El Gazali reddiyesine karşı en iyi reddiye için yarışma düzenlediği bilinmektedir. Bu anlayışın doğurduğu ortamda sanat da kendisini göstermeye ve kendine has bir Osmanlı dili ile kendini ifade etmeye başladı. Mimar Sinan (1490-1588) eserleriyle Antik Yunan anlayışına ait olan mimarı kavramları kendi üslubu ve Osmanlı estetiği ile harmanlayarak, İtalyan Rönesans mimarları Bramente ve Palladio kadar etkili olan bir alternatif Rönesans anlayışını geliştirebilmiştir. Itri (1640-1710) yazdığı eserlerle bestecilik adına İslam dünyasında çok derin etkileri olan bir iz bırakmıştır.
* * *
Bu tarihi süreçler göz önüne alındığında İslam dünyasında Rönesans’ın hiç yaşamadığını iddia etmek pek gerçekçi gözükmüyor. Fakat, Batı dünyası yaşadığı Rönesans’ı kurumsal bir noktaya çekerek günümüze kadar uzanan bir sosyal, ekonomik ve politik devinim yaratma şansını yakaladı. Osmanlı dünyası yaşadığı Rönesans’ı kurumsallaştıramadı. Bunun nedenlerini araştırırken birçok sosyal, ekonomik ve politik unsurun göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve artık bizden adam olmaz söylemine sığınıp tembelliğimizden ve kendimizle yüzleşmekten kaçmak yerine biraz daha üretken olabiliriz, hiç olmazsa biraz daha fazla okuyarak ve düşünerek.
Güç Başar Gülle
Cazkolik.com / 22 Kasım 2010, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.