Emin Fındıkoğlu; "Bir Tutkunun Öyküsü"

Emin Fındıkoğlu; "Bir Tutkunun Öyküsü"

Tunçel Gülsoy Türk caz müziğini kuran ustalarla farklı yerlerde yayınlanması için geçmiş yıllarda yaptığı röportaj serisinde yeni bir pencere açtı, Emin Fındıkoğlu ile 2000 yılında yapmış olduğu röportajıda JAZZ DERGİSİ için gerçekleştirmiş. İlham Gencer ile başlayan seri Ayten Alpman ve Okay Temiz’in ardından şimdi de Emin Fındıkoğlu ile devam ediyor.

Cazkolik.com


 "Bu yazıyı yazdıktan sonra son halini düzeltmesi için ona gönderdiğimi ve onun da Bodrum’dan düzeltmeleri yapıp bana faks ile gönderdiğini hatırlıyorum. Gerçi hatırlıyorum dedim ama acaba gerçekten öyle mi olmuştu? Dokuz yıl sonra tozlu bir sanal kütüphaneden çekip çıkarttığım yazıda bazı yerlerde düzenleme bazı yerlerde aranjman yazdığımı gördüm, önce bunlardan bir tanesini seçeyim diye düşündüm ama sonra aklıma sıfırcı Emin Hocam geldi ve durdum. Böyle yazılmışsa mutlaka bir sebebi vardır diye düşündüm, belki hoca böyle yazılmasını istemişti.

Emin hocanın değişik konserlerine gittim. Bir seferinde de  Bodrum’da gittiğim enfes güzel bir tepedeki kafenin sahibinden evinin oraya yakın olduğunu öğrendim, telefon edip randevu aldım ve ertesi gün onu ziyarete gittim. Evinde eski bir lambalı amplifikatör ile müzik dinliyordu, sistem ilkel ama ses harikulade idi, bakışlarımdan niyetimi anladı ve sakın heveslenme dedi. Evin yan bahçesi bir mezarlığa bakıyordu ve akşamları oranın çok ürkütücü olabileceğini düşündüm.

Emin Fındıkoğlu bu ülkenin yetiştirdiği olağanüstü müzisyenlerden birisidir, benzerleri gibi o da içinde yaşadığı toplumun algılama düzeyinin çok önünde olduğu için bana göre gerçek değerini hiçbir zaman ortaya koyamamıştır. Başka bir ülkede olsa çok daha fazla el üstünde tutulur, birçok genç müzisyenin daha yetişmesine sebep olabilirdi.

"Detant" çok daha uzun sürmeli idi ama benim bildiğim süremedi.

Uzun zamandan beri onu görmedim, belki de Bodrum’daki herkesten uzak evinde yanıbaşındaki mezarlıkta müziği ile baş başa bizlerin pek anlayamayacağı bir âlemde yeni projelerini düşünüyor olabilir. Belki de artık yetmiş yaşına geldim, boş ver, caz da yalan, cuz da yalan, al biraz da Tunçel, sen oyalan diyordur.

Tunçel Gülsoy

Ağustos, 2009

(Bu yazı ilk olarak 2000 yılında Jazz Dergisi’nde yayınlanmıştır.)


 

EMİN FINDIKOĞLU; "BİR TUTKUNUN ÖYKÜSÜ"

Bu yazıda diğer yazılar gibi zaman tünelinden çekilmiş bir fotoğraf enstantanesidir, 2000 yılında Jazz dergisinde yayınlandığından beri köprünün altından çok sular akmıştır.

Bilmem size de oldu mu, bazı insanlarla ilk defa tanışmış olsanız bile onu sanki yıllardan beri tanıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Emin Fındıkoğlu ile ilk konuştuğumuzda bende böyle hissetmiştim ama bu bir tesadüf değildi. Son 5 yıldan beri Türk caz müzisyenleri ile konuşuyordum ve her birinden onun hakkında bir şeyler öğrenmiştim. Tıpkı güzel bir romanın gazetede yayınlanan bölümlerini parça parça okumak gibi bir şeydi bu. Ama gün geldi, hazır olduğuma inandım, parçalardan oluşturduğum kitabı elimin içinde tuttuğumu hissettim. Artık bütünü okuyabileceğimi düşündüm.

Bak, lütfen yazının hiç bir yerinde “hoca” kelimesi geçmesin. Caz kelimesini de Türkçe şekli ile yaz. İsmet Sıral Türkçe yazılınca “kaz” gibi oluyor derdi ama ben o kanıda değilim.

O caz deyince aklıma en bayat röportaj sorum geldi ama umduğum gibi yanıt da alamadım:

Caz nedir diye de sorma, bir çeşit duygu işte, detaylandırmayalım.”

O zaman anladım ki Emin Fındıkoğlu ile röportaj yapmak kimsenin haddine değildir, o isterse kendikendine röportajını yapar ve size onu sadece kayıt etmek düşer.

Teyp kullanmıyor musun? Yoksa tüm o senden okuduğum şeyleri el notları ile mi yazdın?  Peki, oturalım. Evet, nereden başlayalım? Her şey sistematik olsun istiyorum...

Onu dinlerken aklıma hep Neşet Ruacan, İmer Demirer, Şenova Ülker gibi sevdiğim caz müzisyenlerinin onun hakkında söylediği şeyler geliyor. Sessizce oturuyoruz ve o anlatıyor, ben dinliyorum:

Ortaokulda iken yağlıboya resim yapardım ama hocamın ismini söylemek istemiyorum, saygısızlık olmasın. Saint Michael de ortaokulu, Saint Joseph de ise liseyi okudum. Bir yaz akşamı Hasan Kocamazın çömezi olan bir arkadaş mızıka çaldı. Caz müziği idi ve resmen büyülendim. Galiba Count Basie’nin “One O’Clock Jump”ı gibi bir şeydi. O zamanlar 15 yaşındaydım.

Bu arkadaş bana niye bir enstrüman çalmıyorsun ve okul orkestrasına girmiyorsun diye sordu. Okulun orkestrası 40 kişilikti. Yaylılar ve nefeslilerden oluşuyordu. Başında birFransız hoca vardı.

“Pardon”, dedim, hoca kelimesini kullanmayacaktık. Bir an duraksadı, “benden hoca diye bahsetmeyeceksin”diye düzeltti. Ben yazmaya devam ettim:

Bana da bir çeşit bando kornosu olan mellofon düştü. Yavaş yavaş üflemesini öğrenmeye başladım. Bir yıl sonra, galiba 1956 yılı idi, trompete terfi ettim. Önce İsmet Sıral Orkestrasını Küçük Sahne’de dinledim. Bir ay sonra ise o yıllarda gelen Dizzy Gillespie Orkestrasını görmek üzere Saray Sinemasına gittim. Bu çok önemli bir olaydı. Görsel ve işitsel olarak caz müziğine girmiş oldum, duyduğum müzik beni alıp bir yerlere götürdü. Gerek İsmet Sıral gerekse Dizzy Gillespie Orkestraları çok düzenli gruplardı. Çok güzel düzenlemeler çalıyorlardı. Sıral’ın düzenlemelerini Arif Mardin yapmıştı. Gillespie’ninkileri ise Ernie Wilkins. Belli bir yapısı olan veya İngilizce ifadesi ile “structured” müzik o devirde beni çok etkilemişti ama bu daha sonraları ortaya çıktı.

Üç yıl sonra trompeti bıraktım. 1959–60 yılları arasında o devirde Türkiye’ye dönmüş olan Arif Mardin’den her Salı akşamı armoni ve aranjman dersleri aldım. Ders aldığım 1,5yıl boyunca sadece iki defa dersim iptal oldu. Yani 70 ders falan almış olmalıyım. Aslında Arif Mardin başkalarına da ders vermek istiyordu ama kimsenin fazla bir şey öğrenmeye niyeti olmadığını daha o günlerde farketmeliydim.

Aynı şekilde ben Berklee de okuyup döndükten sonra benden faydalanmak isteyen bir kişi çıktı. Onunla bizim evde bitmek tükenmek bilmeyen öğleden sonraları çalışırdık. Öğrendiklerimi ona aktardım ama bugün artık yaşamadığına göre kimseye bir şey öğretmiş sayılmam.

"Peki, kimdi o" diye sordum. Bir an sessizlik oldu. Çok güzel bir sonbahar günü Fenerbahçe’de oturuyorduk. Uzun bir aradan sonra fısıldar gibi yanıtladı, “Onno Tunç”tu.

Bir an çok uzaklara gidip geldiğini hissettim.  Sonra tekrar kaldığımız yerden anlatmaya devam etti:

“Arif Mardin’den öğrendiklerimi bir başka organizasyon adamı olan İsmet Sıralın orkestrasına düzenlemeler yaparak uygulamaya başladım. İsmet Sıral her zaman kaliteli müzisyenler ile kaliteli orkestralar kurardı.

Askerliğimi lise mezunu yedek subay olarak yaptım. O dönemde yazdığım parçalardan ikisini artık Amerika’ya dönmüş olan Arif Mardin’e yolladım. O bunlardan birisini Berklee International Sextet’e çaldırmış ve kaydını da okul idarecilerine dinletmiş. Berklee bana dört yıllık bir burs verdi ve ben de Amerika’ya gittim. O sırada İsmet Sıral da İsveç’e gitti.

Berklee’de bestecilik ve aranjörlük bölümünde okudum. 1963 yılında Berklee’in “Jazz in the Classroom” adlı albüm serisinin sekizincisi olan “A Ttribute to Duke Ellington”da Mercer Ellington’un iki bestesine yaptığım aranjmanlar ile yer aldım. İlk iki yıl hocamız “çavuş” adını taktığımız ve her şeyin kitabına uygun yapılmasından taviz vermeyen bir insandı. Daha sonraki iki yılda ise hocamız Berklee’in üzerine kurulduğu taş olarak anılan Herb Pomeroy oldu. O yıllarda zamanı çok bol olan bir insandı, bize ayrıca caz tarihi dersine de gelirdi. Herb’in derslerinde gırgırın bini bir para idi. Anekdotlar anlatarak sınıfı gülmekten kırıp geçirirdi.”

Emin Fındıkoğlu’nun gerçek anlamı ile bir yol gösterici olduğunu zaten onunla çalışanlardan duymuştum ama konuşmamız sırasında bundan tamamen emin oldum. Zaten kendisi de bu yasakladığı kelimeyi sık sık kullanıyordu. Ancak düşüncelerimi kendime sakladım çünkü o konuşurken bana sadece dinlemek ve yazmak düşüyordu.

1967 yılının başında Berklee’den döndüm. Onno Tunç ile tanıştım. O sıralarda İstanbul’da yaşayan İsveçli alto ve bariton saksafoncu Lennart Jansson’un grubunda piyano çalmaya başladım.

Bir an elimdeki not kâğıtlarına baktı, "Lennart çift “n” harfi ile yazılacak" diye uyardı. Yazdığımı kontrol etti, bende o andan sonra konuşmadaki tüm isimleri yazdıktan sonra onunt eyidini almaya başladım.

O grupta ayrıca Günnur Perin bas, Bülent Ateş de davul çalıyordu. Hep beraber uyduruk isimsiz yerlerde çalardık. Aslında ben hiç piyano dersi almamıştım. Aranjörlük bilgilerime dayanarak ünlü bir bebop ustası olan Jansson’a eşlik etmeye çalışırdım. Galiba biraz da Amerika’da geçirdiğim yıllarda bu işin havasını kapmış olacağım ki Jansson beni sevdi. Muvaffak Falay’dan kendisinin 1999 da öldüğünü öğrendim.”

Günnur ismini doğru yazdığımı görünce yüzünde sessiz bir gülümseme belirdi.

Bu işin havası dedik, gel bu noktayı bağlayalım. Caz’da swing dediğimiz kavram daha ileriki yıllarda yerini enerjiye bıraktı. Ülkemizdeki eski caz müzisyenleri iyi de kötü de çalsalar kesinlikle bu kavramın çerçevesinde çalarlardı. Ben de bu swing kavramını Hasan Kocamazın armonika çalışından kaptığımı sanıyorum.

Ama bu kavram değişebiliyor. Bir zaman sonra müzisyenler swing’den uzaklaşıp “volume” ile çalmaya başladılar. Bu anlayış içerisinde incelikli orkestra düzenlemelerine pek yer kalmaz oldu. Davulcular daha gaddar çalmaya başladılar, elektrik orkestralara girdi. Hasan Kocamaz’dan swing’i öğrendiğim gibi iyi ve kötü müzik arasındaki ayırımı yapabilmeyi öğrendim. Ayrıca müzikte entelektüel birikimin önemini de Cüneyt Sermet’den gördüm ve öğrendim.

Lütfen “öğrendim” diyelim diye beni uyardı. Tüm kelimelerin ve ayrıntıların üzerinde son derece titizolduğunu duymuştum. Yapmış olduğu incecik dantel gibi işlenmiş düzenlemelerini düşündüm. Onunla çalışan müzisyenlerden çok şey beklediği açıktı.

“Cüneyt Sermet’e yaptıklarımdan bir şeyler beğendirebilmekte zorlanıyorsam da işin ucunu bırakmış değilim. Arif Mardin’den bana ders vermesini isteyen Cüneyt Sermet’tir. Arif Mardin Berklee’den ilk mezun olan Türk’tür. Ben de ikinci kişiyim. Daha sonra piyanist Nejat Cendeli de Berklee’ye geldi ve dört yıllık bir bursu da olmasına rağmen 1 hafta kaldı ve döndü.

Amerika’daki okul arkadaşlarımın başında İngiliz aranjör Mike Gibbs ve Japon alto saksafoncu Sadao Watanabe gelir.

İsmi doğru yazıp yazmadığımı göz ucu ile kontrol etti, ama benim ne derece iyi bir öğrenci olduğumu henüz anlamamıştı. Bense onu dinlerken farkında olmadan bir kova demli çay içmiştim ve tansiyonum gündem dışı yükselmeye başlamıştı.

"Yakın olduğum bir başka müzisyen de Ron Carter’ın öğrencisi olan basçı Targan Unutmaz idi. Nejat Cendeli’nin basçısı idi. Anormal bir swing ile çalardı. Ne yazık ki genç yaşta nefrit’den öldü. Son yirmi yılda sık sık birlikte çaldığım basçı Hakan Behlil için eski dostum Targan’ın moderni diyorlar.”

Muhatabım bir an durdu, sıra olarak doğru gidip gitmediğimizi aklından kontrol etti, “hiç bir ayrıntıyı atlamayalım” dedikten sonra devam etti.

Tarih ve gelişim sırasına göre gidiyoruz; “1968–69 sezonunda ilk büyük orkestram olan Big Soul Band’i kurdum. Onno Tunç’da bizimle çalıyordu. O yıllardaki en güçlü etki “soulmusic” idi ve caz müziğinin de bir yakını olarak kabul edilirdi. Özellikle Erkut Taçkın’a eşlik ederdik. Otis Redding ve Carla Thomas’ın düet parçalarında Carla’nın partisyonlarını söylediği için Onno’ya Madam Carla adını takmıştık. Onno bu siyah müziğinden etkilenerek çok korkunç bir ritmik bütünlüğe erişmişti. Onunla daha sonraları caz kulüplerinde de çaldık. Türkiye’ye gelen Hollandalı saksafoncu Theo Loevendie ile 1975 de, Paris’ten gelen Amerikalı saksafoncu Nathan Davis ve neyzen Aka Gündüz Kutbay ile 1972 de az da olsa beraber çaldık ve bazı kayıtlar yaptık.”

Garson tekrar çay içermisiniz diye sordu. Fenerbahçe artık tıklım tıklım dolmuştu. Ben istedim. O ise sadece su içiyor. Sanırım yediği içtiği şeylere de dikkat ediyor. Fiziğine bakıyorum, aynı yaşta gözüküyoruz ama aslında o benden daha erken bu dünyaya gelmiş. Açık Radyo için yapmış olduğum caz programında kullandığım CD’leri inceliyor. Her biri hakkında teker teker konuşuyoruz. Kısa bir sessizlikten sonra birden aklına bir şey gelerek anlatmaya devam ediyor, ben de sessizce not tutmaya devam ediyorum.

O zamanlarda her Amerika’dan dönen caz müzisyeninde olmasıgereken bir tutku ve merak da caz kulübü açmak idi. Ben de aynı duygularla aranjörlük çalışmalarımdan biriktirdiğim paralar ile böyle bir yer açtım. 1970 yılının sonları idi. Elmadağ’da Hilton otelinin karşısında "The Rhythm Section" adlı bir yer açtım."

Herkes bu kelimeyi yanlış yazar deyip benim yazış şeklimi kontrol ediyor. Ben de gerçekten bu sefer yanlış yazmışım, kâğıdımı kapıp kendi elleri ile düzeltiyor.

“İlk iş olarak güzel bir kuyruklu piyano aldım, bir Bechstein. Bu piyanonun çevresinde salaş bir kulüp oluşturduk. Günnur ve Bülent’in eşliğinde piyanist Ayhan Yünkuş piyano çalıyordu. Zaman zaman İsmet Sıral tenor saksafonda ve kornocu Melih Gürel debu kulüpte çalardı. ‘Kornoda değil’, ‘ kornocu diyelim’. Melih kendisine özel olarak yaptırdığı mellofonyum adlı bir sazı çalıyordu ve daha önce Paris’te Bud Powell ile çalışmıştı. Lennart da aynı yerde Bud ile çalışmıştı. Tuna’nın kontrbasçısı Pierre Michelot da aynı grupta idi ve bunları hatırlıyor.

Pierre Michelot aynı zamanda ünlü Fransız piyanisti Jacques Loussier’in de Play Bach triosunun basçısı, ben bundan bahsedince yüzü hafifçe buruşuyor. Belli ki Play Bach’dan hoşlanmıyor, o kendi bildiği programa göre devam ediyor:

Evet, nerede kalmıştık, daldan dala atlamak istemiyorum, ama sen gene de bunları derler toplarsın değil mi?

1970 yılını bitirdik. 1972 1975 arası Avrupa’da Amerikalı ve İngiliz çocuklardan oluşan bir toplulukta zamanın dans müziğini çaldım. Bu benim için ritmik açıdan iyi bir deney oldu. Gergin çalmaya alıştım. Mesela “Kool and the Gang”, “Three DogNight” gibi funk gruplarından parçalar çaldık. Bu arada kendi dans orkestramı kurup Norveç’e götürdüm. Bu grupta Neşet ve Nükhet Ruacan, Fatih Erkoç, Cankut Özgül vardı. Daha sonra biraz da İsveç’te takıldım. 1977 yılının başlarında harikulade bir Galata kulesi jazz kulübü deneyimimiz oldu. Bu grupta Onno basta, Arto davulda, Neşet gitarda idi ve Hasan Kocamaz ise armonika çalıyordu.

1979 da Onno ile beraber Taksim’de bir müzik okulu açtık. Adı Polifon’du sanırım bir kaç kişiye faydası oldu.

Onno ile aynı zamanda reklam müzikleri yaptık. Ayrıca bir de güzel caz grubumuz vardı. Bunda da Arto trombon çalıyordu. Onun dışındakiler ise halen bugün benimle çalışan kişiler.

1979 da Genco Erkal ile birlikte Brecht Kabare adlı oyunüzerinde çalıştık. Niye ‘cabaret’ yazıyorsun, doğrusu kabare olacak. Evet, bu oyun AKM de sahneye kondu. ‘Uzun uzun oynandı’ diye de bir not düşelim. Ve bunun albümü de yapıldı.”

O konuşurken aklıma ortaokuldaki fizik hocam geliyor, o da bize böyle not tuttururdu. Arada sırada maksatlı olarak yanlış şeyler yazdırır sonra onları yazanları azarlardı. Biz ‘ama hocam siz böyle yazdırdınız’ deyince de, ‘ben size düşünmeden not tutun demedim ki, daima düşünerek ve anlayarak not tutun’ derdi. Ben de hem onu dinliyorum, hem de acaba neyi atladım diye merak ediyorum, o ise anlatmaya devam ediyor. 1980 yılından beri Bodrum civarındaki yazlık yörelerde çalmaya başladım ve sonra da oralaray erleşir oldum.

1984-86 arası İstanbul’da bir yandan Bilsak Jazz Center ve uluslararası Bilsak Caz festivalleri bir yandan da o zamanki tek mekân olan Ece Bar’da sabahlara kadar çaldım. Bir sürü şarkıcıya eşlik ettim. Bunlardan bir tanesi çok özeldi. Benim yaşlarımda bir adam, takma adı Sunny olan Münir Anderiman eski bir büyükelçinin oğlu idi. Kendisine bir de Neşet eşlik etmeyi severdi. Diğer müzisyenler ona eşlik etmeyi sevmezlerdi. Onu ciddiye almazlardı çünkü çok dağınıktı ve davranışları da öyleydi. 1994 de öldü.

Bu arada bir nefesli sazlar grubu kurma sevdam depreşti. Emin Fındıkoğlu Tuna Ötenel dörtlüsü olarak birinci Bilsak Caz festivalinde çaldıktan sonra nefeslilerin sayısını arttırdık.

Ertesi yıl “Euphony”yi kurduk.”

Parmağını kâğıdımın üstüne koyup yazdığım kelimeye bakıyor, acaba adı doğru yazıp yazmadığımı kontrol ediyor. Sonra doğru yazdığımı görüp devam ediyor:

Pazar günleri Bilsak’ta çalardık. Daha sonraları pazartesileri de Ece Bar’da çalmaya başladık. Sonunda periyodik çalmanın tuzağına düştük. Çocuklar bir süre sonra gelişlerini aksatmaya başladılar. Village Vanguard’da Thad Jones ve Mel Lewis tam yirmi yıl Pazartesi geceleri çalmışlardı, biz de onlardan ilham almıştık ama yirmi haftayı bile tamamlayamadık. Sürekliliğin bizim karakterimizde olmadığını da bu vesile ile acı bir şekilde öğrendim.

Sonunda Euophony dağıldı. Ben de yaz kış Bodrum’da kalmaya başladım.

1996 da Müzikotek’den Dağhan Baydur’un ısrarı ile bir CD yaptım. ‘Sinir Standard and Other Dog Songs’. Şakacı bir isim olsun diye bu ismi koydum. Bu albümde üçlü olarak basta Mahmut Yalay ve davulda Ateş Tezer ile çalıyorduk. Dörtlü çaldığımız parçalarda Hasan Kocamaz armonikası ile bize katılıyordu.

1999 başında ise CRR Sanat yönetmeni olan Arda Aydoğan’ın önerisi ile geniş bir caz topluluğu olan Detant’ı kurduk. Bu grupta eski Euphony’nin ekibinden başka yeni yüz olarak İsveç’ten dönmüş olan tromboncu Elvan Aracı aramıza katıldı. Elvan ile 1971 yılında Hair müzikali için kurmuş olduğum orkestrada beraber çalışmıştık.

Aslında Detant’ı kurarken üç güçlü solistin yani Tuna, Elvan ve İmer’in doğaçlamaları etrafında bir çerçeve oluşturmak gibi bir kavramdan yola çıkmıştım. Bunlara şimdi bir de orta yaşlılar takımı ilave olunuyor. Şenova Ülker trompette, Levent Çoker bas trombonda, Erhan Alpay tenor saksafonda olacaklar. Aslında galiba Detant bir big band olmaya doğru gidiyor.

Şimdi Detant’a küçük bir büyük orkestra demeye başladık. Ama ben büyük orkestraların geleneksel yazı şekillerine ve eşlik motiflerine pek de meraklı olmadığım için Detan’a büyük bir küçük orkestra demeyi yeğliyorum. Çünkü küçük grupların kendilerine özgü özgürlük hislerini çok seviyorum."

Bu bölümü konuşmamız bittikten sonra ben onu evine götürürken yolda kendi yazmaya çalıştı. Sarsıntısından yazamayınca da bana arabayı durdurttu ve eklemek istediği şeyleri bir kâğıda yazarak elime tutuşturdu. ‘Bu kısım eksik oldu, sen sonra notlarına ilave et’dedi. Ben de ettim:

Detant 1999 Ocağında CRR de ilk konserini verdi. Temmuz’da İstanbul Caz Festivaline katıldı. Daha sonra Kasım 1999 da ODTÜ caz günlerinde çaldı. Bu sırada davulda Can Kozlu’nun yerine İsveç’ten gelen Mehmet İkiz yer aldı. 2000 yılının Nisan ayında ise Akbank caz festivalinde çaldı.

Detant tıpkı benim Bodrum’daki moruk vosvos gibi itiş kakış yoluna devam edecek herhalde. Ama grubun problemi şu. 9 kişi idik şu an 12 yi geçtik. Hatta bu sayıyı da solluyoruz. Genç yaşta birçok müzisyen Detant’a katılmak istiyor. Bu da benim düşüncelerimi sürekli olarak gözden geçirmemi ve yeni ilaveler yapmamı gerekli kılıyor. Nota kâğıtlarını görmekten fena oldum. Aramıza yeni katılanlar arasında trompette Can Çankaya, basklarnet de Oğuz Büyükberber, davulda Mehmet İkiz ve New York’ tan yeni dönmüş olan basçı Melik Yirmibir var. Melik’e Mr. Twentyone diyorlar, Onno’nun çömezlerinden biri. Belki de tek çömezi diyebiliriz.

Tabi bir de ‘The one and only’ Hasan Kocamaz konuk olarak bize eşlik edecek. Hasan’ın gruba getirdiği swing ve gelenek ile bağ çokönemli. Euphony’de de vardı. Grubumuza bir de kız şarkıcı kattık, Feyza. Nefeslilerin sıcak tınıları üzerine sesi ile güzel yayılıyor ve gruba yeni bir boyut getiriyor. 10 Şubat 2001’de Detant ile birlikte CRR’ de söyleyecek ”

Benim öğleden sonra Feyza’ya da gideceğimi biliyor, saatine bakıyor, konuşmanın ne zaman biteceğine de o karar verecek ama benim de bir kaç sorum olduğunu görünce bayağı şaşırıyor.

Geldiğim noktada nemi düşünüyorum?

Jazz dergisine iki çeviri yaptım, mesleğim yazarlık değil ama çeviri yapmayı seviyorum. Ne yazık ki 5 yılda ancak bir tane makale çevirebiliyorum.

60 yaşına gelmiş bir insan ne yapar? Hayatımda hiç bir zaman çok iyi bir grup kuramadım. Kültür düzeyi yüksek bir ülkede yaşamak isterdim. Belki İsveç veya Fransa gibi. O ülkelerde yerleşseydim daha çok şey yazmış ve çaldırmış olabilirdim.

Hayat felsefem şu:

Kararlar alabilmek ve yönler çizebilmek konusunda şöyle düşünüyorum.

Alınan karara göre alınacak olan karar, karar verildikten sonra alınacaktır.”

Bu ne demektir diye soruyorum, o yanıtlıyor.

Kararlılık konusundaki görüşüm bu.

Berklee’deki hocam Herb Pomoroy bir kuraldan bahsetmesi gereken durumlarda ‘ bu kural geçen sene şöyle idi, bu sene değişime uğradı’ derdi. Galiba ana kelime değişim”.

Ben onun ne dediğini hazmetmeye çalışırken o ikinci sorunun yanıtına geçti.

Beğendiğim şarkıcıları soruyorsun. Dur gene sistematik gidelim. Eskilerden ve yenilerden diye ikiye ayıralım. Önce kadınları söyleyeyim. Eskilerden Nina Simone. Yenilerden Rickie Lee Jones. Yanlış yazıyorsun, dur ben sana yazayım, kalemi ver bana.

Erkeklere gelince eskilerden Ray Charles ve yenilerden Stevie Wonder derim.

Piyanistlere gelince eski yeni diye bir ayırım yapmayayım. İlk aklıma gelen Scott Le Faro ile çaldığı triosu ile Bill Evans. Herbie Hancock bana göre tüm piyanistlerin enb üyüğü. Tuna da o adama bayılıyor. Benim özel merakım olan piyanist Paul Bley’dir. Ayrıca İtalyan Salvadore Bonafade ve Franco d’Andrea, Norveçli Jon Balke, İspanyol Chano Dominguez ve Paris’e yaşayan bir Alman Siegfried Kessler’i beğeniyorum. Türklerden bahsetmek bana düşmez."

Hâlbuki ben de en çok onun Türk müzisyenleri hakkındaki düşüncelerini merak ediyorum.

Sonra düşünüyorum, Detant Türkçe de ateşkes demek. Onun Detant’ı her yaştan her cinsten Türk müzisyeninin zaman zaman katıldığı ve belki de tekrar katılmak üzere ayrıldığı bir müzik platformu olabilir diye düşünüyorum. Her birinin bazı kişisel duygularını ve ön yargılarını artlarında bırakarak diğerleri ile kaynaştıkları üçüncü bir boyut.

Detant’ı sağlayan insanında belki kişisel düşüncelerini bir parça kendisine saklaması gerekebilir. Hiç üstüne gitmesem daha iyi olacak. Zaten şu ana kadar bana yeterince Türk müzik adamlarından da bahsetti.

Diğer yanıtlarını dinlemeye devam ediyorum.

“Nasıl hatırlanmak istediğimi pek düşünmemiştim ama her halde 1960’lardaki İsmet Sıral gibi bir organizasyon adamı olarak hatırlanmak isterdim.

İdealimde bir orkestra yok. Doğru yerde doğru adamlar bir araya gelince iyi orkestralar ortaya çıkıyor.

Detanttaki Tuna, Elvan ve benim gibi moruklar bizdenönceki bir veya iki nesil ile hep dirsek teması halinde idik. Bizden sonragelen nesillerin de aynı anlayış ile dirsek temasını sürdürmesi kopukluğun önlenmesi ve birikimin aktarılabilmesi için çok önemli. Bu açıdan genç caz müzisyenlerinin Detant’a takılmalarından dolayı çok sevinçliyim.”

Vedalaşıyoruz. Eve dönüyorum. Elimdeki not kâğıtlarına bakıyorum. Onlar, Türk caz müziğinin en ilginç insanlarından birisi ile geçirilmiş güzel bir sonbahar sabahının anıları. Ancak bazı şeyleri bana söylemiş olduğu halde not tutamama izin vermedi. Neyin söylenip neyin söylenemeyeceği konusunda son söz onun olmalı idi ve öyle de oldu.

Şimdi Emin Fındıkoğlu’nu daha geniş bir caz sever kitleye tanıtacak yazıyı yazmam lazım. İki şeyi unutmamalıyım. Birincisi, onu ‘h’ harfi ile başlayan isimle anmayacağım, ikincisi ise ‘caz’ kelimesi ‘j’ harfi ile yazılmayacak.

Sanırım bu son satırı yazarken ikisini de başarmış oldum.

Tunçel Gülsoy

15 Aralık 2000

Cazkolik.com

 

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Cazkolik.com

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.