"Bir Müzisyen ve Bir Beyefendi; Neşet Ruacan" sizlerden büyük ilgi gördü, 2 haftayı geçen süredir yayında ve halen okunmaya devam ediyor. Okurlarımıza, cazseverlere teşekkür ediyoruz. Bütün yazı ve haberlerimiz hep sitenin icinde duruyor, tıklayarak girdiğiniz her sayfanın altında o sayfanın kendi arşivini görebilirsiniz. Örneğin bu bölüme girdiğinizde en alta kadar inin ve sonda yorumlar bölümünün hemen yanında "Önceki Haberler" kısmını göreceksiniz, bu başlığın altında önceki günlerde yayınlanmış diğer yazı ve haberlere başlıklarına bakarak ulaşabilirsiniz. Böyle bir bilgilendirmenin ardından sevgili Tunçel Gülsoy geçmişten bugüne güncelliğini halen koruyarak gelen, yeniden gözden geçirdiği yazı ve röportaj dizilerine bir yenisini daha ekliyor. Cazkolik olarak bu yazıya özel bir önem veriyoruz çünkü Erol Pekcan günümüzdeki her cazseverin üzerinde emeği ve sevgisi olan hem büyük bir müzisyen hem de iyi bir insan, Türk caz müziğinin kurucu babalarından ve çok iyi bir cazseverdir. Yazının yayına girdiği 23 Ekim 2009, Cuma günü ve takip eden hafta sonunu "Özel Erol Pekcan Hafta Sonu" olarak ilan ediyoruz.
Sevgili Tunçel Gülsoy 1999 yılında yazdığı yazısını yeniden gözden geçirdi, gerekli düzenlemelerini yaptı ve yazısına aşağıda okuyacağınız yeni bir giriş yazdı. Bu önemli yazıyı Cazkolike ve caz ile ilgili internet arşivine kazandırdığı Tunçel Beye çok teşekkür ediyoruz.
Cazkolik.com / 23 Ekim 2009, Cuma
Erol Pekcan benim çocukluğumun jazz ikonu idi, yıllarca onu dinledim, onun gibi ben de bateri çalmak istedim. Evde pufların üzerinde gerçek bir baget ile dinlediğim müziklere bateri olarak eşlik ettim durdum ama asla eşiği aşıp gerçekten davulcu olamadım. Kim bilir belki de onun kadar istemedim.
Onun aramızdan ayrılışı birçok hayranı gibi benim de içimden bir şeyler alıp götürdü, ardından hepimiz jazz öksüzleri olarak kaldık.
Daha sonra fırsat oldu sevgili kızı Sebla ile tanıştım, babasını en güzel onun anlatabileceğini düşündüm, öyle de oldu. Daha sonra da bir radyo programı yaptık.
Bazı jazz müzisyenleri çaldıkları enstrümanı çalan müzisyenlerin en iyileri olmayabilirler ama onları sadece çaldıkları enstrümanla tarif etmek çok dar bir bakış açısı olur. Erol Pekcan da böyle bir insandı, en iyi davulcu o değildi ama herkesin jazz ağabeyi o idi, onunla yakın olma şansına erişmiş bir müzisyen bana şöyle söylemişti: Bize insanın jazz müzisyeni olarak hayatını kazanabileceğini o öğretmişti.
Aradan yıllar geçti, bu eski yazıyı yeniden okuyunca on yıl geriye gittim, şimdi kendimi daha çok ona benzetiyorum. Benim de idealim bir jazz kitabı yazmak ve bir jazz okulu açmak oldu.
Bence Erol Pekcanı anlamak Türkiyede jazzın ne olduğunu anlamak demektir.
Tunçel Gülsoy / 20 Ekim 2009, Salı
"Türkiyeye jazzı sevdiren adam; Erol Pekcan"
O birçok kişiye jazz müziğini sevdirdi ama bunlar içerisinde bir de şair vardı. Can Yücel bir gün kendisine jazz’ı sevdiren dostuna şiir ile sordu:
“Caza mı cuz, cuza mı caz?”
Davulunu kimselere emanet etmez kendisi taşırdı ama CanYüceli davulunun başına oturtmuştu.
Adam karşısındaki kıza sordu: "Bana babanı anlatır mısın?"
Kızın gözleri uzaklara daldı gitti, o kadar çok anlatabileceği şey vardı ki. Bir yerden başladılar:
“Babam dünyanın en matrak adamı idi. Babam varken arkadaş sıkıntım yoktu. Beraber çok eğlenirdik, çok keyif alırdık. Aramızda baba kız ilişkisi yoktu. Az görüşürdük ama bana komik şeyler anlatarak güldürürdü. Fıkra anlatmayı çok severdi. Amerika’dan sürekli yeni fıkra kitapları getirirdi. O zamanlar Çankaya’da otururduk. Babam Jusmat da çalışırdı. İngilizceyi çok iyi konuşurdu. Ama okulda öğrenmedi. Kafasına takmış, kitaplardan kendi kendine öğrenmiş. Herkesten uzak olsun diye mezarlıklara gider çalışırmış.
Prensipleri vardı ve onlardan hiç ödün vermezdi. Bana karşıda katı olduğu şeyler vardı. Piyano dersi almam için tutturdu. Ben gitar istiyordum, o piyano aldı ama ben çalışmayınca kızdı sattı. Gitar alsaydı belki de bugün çalıyor olacaktım. Konservatuvara girmemi istemedi. O çevreyi hiç sevmiyordu.
16mmlik bir film makinesi vardı. Evde bize ve dostlarına Türk filmleri seyrettirirdi. Ayrıca kapıya filmin özgün afişini asar bir de gelecek programı gösterirdi. Ben de arada şakacıktan frigo satardım.
İnsan haklarına çok önem verirdi. Sigara içmeye başladığımı ona ben kendim haber verdim. Bir gün beraber içki içerken bana sarı Pall Mall sigarasından ikram etti. Çok şaşırmıştım. ‘Yanımda sigara içmemen benim için saygı değildir. Hadi yak, içki ile çok iyi gider’ dedi. Bir gün film gösterirken bir sigara çıkardım, hemen çakmağını çıkartarak yaktı. Evdeki misafirlerden biri tepki gösterince ona dönerek ‘sen aramızdaki saygı alışverişine karışmazsın, ben kızıma saygı gösteririm’ dedi.
Kız durdu, "bir sigara içebilir miyim" diye sordu, adam başı ile sessizce onayladı. İlk nefes tüm sigaralarda en derin çekilenidir, kız sigarayı yaktı, ilk nefesi sessizce içine çekti ve sonra dumanı dışarıya üfleyerek devam etti:
“Hediye verişi çok ince idi. Bir gün annem ve beni Erdek’teki yazlık evimizden almış İstanbul’a getirmişti. Ankara’daki evimize vardığımızda içeri girmeden önce sigorta kutusunu açtı ve bir şeyler yaptı, sonra eve girdik. O an elektrikler gelmişti, içeride gözlerimize inanamadık, tüm ev baştan aşağı yenilenmişti, yeni mobilya kumaşları, badana boya, bir çok şey. Pikap yavaşça dönmeye başladı, ‘Blue Moon’ çalıyordu, annem ve babamın aşk şarkısı. Annem şok geçirdi, benim tüylerim ürperdi. O anı hala unutamam.
Anneler gününde annemden başka tüm teyze, hala ve yengelerime çiçek gönderirdi. Ankara’dan bile İstanbul’a çiçek gönderdiği olmuştur.
Sol hareketlerin yoğun olduğu yıllardı. Bir gün Ankara’daki evimize döndüm. Apartmanın girişine solcu göstericiler dolmuştu. Bildiri dağıtıyorlardı. Bizim dairenin kapısını açtım bir de ne göreyim. Duvarda bir afiş vardı ve üzerine bir çift çizme sanki havada duruyor gibi idi. Eyvah adamlar annemi babamı öldürdüler diye düşündüm, çok korkmuştum. Sonra afişe yaklaştım, üzerinde bir şiir vardı ve her satırın baş harflerini alt alta koyunca ismim yazılıyordu. Çizmeler ise benim için alınmış bir hediye idi ve babam onları afişe seloteyp ile iliştirmişti.”
Adam şiiri merak etmişti, kız yanıtladı:
"Sensin, En güzeli, Bu hayatın, Leylak, zambak gül gibi, Aşığız sana"
“Sebla uzun kirpikli güzel göz demekmiş. Annem babamın flört ettikleri devirde uzun kirpikli bir güzel kız varmış ve adı Sebla imiş. Ben doğunca bir isim piyangosu yapmışlar. Annem, babam ve anneannem torbadan Sebla ismini çekmişler.”
Adam onun babasına hiç şiir yazıp yazmadığını sordu, kızın cevabı olumsuz idi ama adam o an babasına aynı şekilde bir şiir yazmasını istedi. Sonra kalkıp kızın babasının tek yapmış olduğu albümün CD’sini müzik setine koydu. Biraz sonra kız ona bir şiir gösterdi:
En güzeldin her zaman
Rahat uyuyamıyorum şimdi
Olsan hep yanımda olsan
Lanet olsun kadere, çok gereklisin şu an.
“Çok papatya severim, papatya mevsimi gelince ilk papatyayı o bana alırdı.
Ben repertuvarına aldığı parçaların sözlerini çıkarırdım.‘The Man I Love’ ikimizin de en sevdiği parça idi. Benim için şarkıdaki insan babamdı, onu severdim. O ise beni çocuğu olmamın ötesinde bir sevgi ile severdi. Hakikaten ona benzerdim.
Dinleyicilerinin en sevdikleri parçaları aradan yıllar geçse bile hatırlar onlarla tekrar karşılaştığında çalardı. Çok geniş ve sürekli geliştirdiği bir repertuvarı vardı. Evde 5000 Long Play’i olan bir insan düşünün, çok renkli bir insandı.
5000 LP’si hala duruyor. Bir radyo programı yapmak istiyorum. Adı ‘EPnin LP si’olacak.
Değişikliğe meraklı idi, başkalarının yaptığını ötesinde şeyler yapmayı severdi. Ama ilk CD çalıcılara karşı çok direndi. CD sesini çok yapay bulurdu. Hep pikabın iğnesinin doğallığını aradı.
Hayatının iki önemli hobisi deniz ve jazz idi. Yeniköy de Bilsakta çalışırken teknesi kıyıda bağlı dururdu. Kaç defa programından sonra gece balığa çıkmış, tuttuklarımızı pişirip yemişizdir.
Teknesi minicik idi, sanırım 8 metre falan. Adı jazzdı. Minicik olmasına rağmen her türlü konforu vardı. Her şey çok ayrıntılı olarak düşünülmüştü. Bardaklıklar, ufak bir gaz tüpü, daha birçok güzel ayrıntı.
Müzik onun hayatı idi ve onsuz yapamazdı. Anneme ‘senin bir tane kuman var, o da jazz’ derdi. Her yerde jazz dinlerdi. Tuvaletimizde bile jazz dinlediği bir hoparlör tesisatı vardı. Kulağını deldirip üzerinde jazz yazılı bir küpe takmıştı.”
Bir kahve daha alır mısınız veya bir likör?
Kız portakal likörünü onayladı, ilk kadehi içerken tekrarartık yaşamayan insan ile ilgili anılarına döndü
“İçkiyi çok severdi. Bir yere gittiğimizde içkisi bitmezse bardağı yanına alır cebine koyar sonra arabasını sürerken oradan içerdi. Bana hep içki ve kahveyi bardakta bırakma derdi. İkisini de çok severdi. Gece eve geç geldiğinde bana acele acele konuşarak suko, kahve yap derdi. Suko dediği ‘su koy’ idi.
İçki kültürü çok iyi idi, her türlü içkiyi severdi, önceleri çok viski severdi ama son dönemlerinde rakıya sarmıştı. Evinde bir barmenin kullanabileceği tüm aletleri ve takımları bulundururdu, bir de kokteyl tarifleri kitabı vardı.”
‘Peki, yemek ile arası nasıl" diye sordu adam, beklediği yanıtı aldı:
“Boğazına çok düşkündü, deniz mahsullerini çok severdi. Ayrıca çok güzel yemek de yapardı. Salataları ve börekleri enfes yapardı.
Hep değişik yemekler severdi ve buzdolabımızda kurbağa bacağı, pavurya, salyangoz gibi şeyler olurdu. Bir gün Süheyl Ağabey geldi, aç mısın diye sordum, şaka olsun diye kurbağa bacağı istedi, ben tutup getirince de çok şaşırdı.”
CD değişti, bu sefer kızın sevdiği parça çalıyordu, ‘The Man I Love’, bir sigara daha yaktı ve babasını anlatmaya devam etti.
“Jazz a 7 yaşında evdeki pufun üzerinde davul çalarak başlamış. Radyoda ‘Voice of America’ dinlermiş. Dedem çok sert karakterli bir asker idi. Onun davul çalmasına karşı çıkarmış ama babam inatla davulcu olmuş. Davul çalmayı kendi kendine öğrenmiş, yani alaylı. Bir ara nota dersleri al dedik. ‘davulun notası mı olur, o bir duygudur’ dedi ve karşı çıktı.
Babaannem ut çalardı. Dedemi uyutup beni sinemaya götürürdü.
Dedem çok cimri bir adammış, sanırım ona tepki olarak paraya ve maddiyata hiç önem vermezdi. Parası zaten pek az oldu, olanı da bizlere harcadı. Çok gönlü zengin idi. Yedik içtik, davetler verdik, hoş bir hayat yaşadık. Çok sosyal bir yaşantımız vardı. Sefirler, sanatçılar, hepsi çok renkli idi. Bir çok zengin insandan çok daha güzel yaşadık. Tüm serveti plakları oldu. Her kız çocuğu babasını ideal erkek olarak görür ama benim babam gerçekten ideal bir erkekti.
Çok çalışırdı, bazen gece yarısı eve telefon eder bizleri toparlar eğlenmeye götürürdü. Feyman kulübe gider sabahlara kadar eğlenirdik. Ben sabah bir duş alır okula giderdim. İnanmayacaksınız ama böyle gecelerden sonra girdiğim sınavlarım da iyi geçerdi.
Çok uykusuz geceleri olmuştur. Ben uykusuz kalmasına üzülürdüm. Böyle gecelerden
Yeni bir plak alınca hep beraber sabaha kadar onu dinlerdik. Bazen birbirimizle hiç konuşmadan sessiz sessiz ağlardık.
Eski eşimin ailesi beni istemeye geldiklerinde babam körkütük sarhoş oldu. Gelenlere garip garip sözler etti. Herkes gittikten sonra beni göbeğine oturttu ve saatlerce karşılıklı hüngür hüngür ağladık. Nikâhımın olduğu gün Ziya’da bir kokteyl verdik, herkes hüngür hüngür ağladı ve gitmemeye karar verdik.
CD bitti, derin bir sessizlik oldu. O ana kadar hep daldan dala atlayarak konuşmuşlardı. Kızın aklına bir şeyler takıldı ve tekrar konuştu;
“Babam Türkiye’de jazz’ın Atatürk’ü idi. Atatürk ileriyi gördü ve hep daha ileriye yürüdü. Babam da öyle idi. En yakın arkadaşları bile onunla Türk jazzı olur mu diye dalga geçtiler. Melek gibi insandı. Herkese yardımcı olur herkese bir şeyler öğretirdi. Her parçanın değişik çeşitlerini dinletirdi. Fatih Erkoç, Kudret Öztoprak, Tarık Öcal, Tuna Ötenel, hepsi bizim evde kalmışlardır. İmer Demirer’i, Neşet Ruacan’ı, Sevinç Tevsi çok severdi. Ayten Alpman bir gün babam için şöyle dedi:’ O gitti, jazz Türkiye’de bitti’. O herkesi toparlardı, şimdi kimse kimse ile ilgilenmiyor. Jam sessionlar olurdu. Selçuk Sun, Süheyl Denizci, Tuna Ötenel bu jam sessionlara katılırlardı. Birlik ve beraberliğe hep o ön ayak olurdu. Kerem Görsev ise şöyle dedi. ‘O bayrağı bize verdi, bıraktığı yerden biz yürüyoruz.’
Babam olmasa idi Türkiye belki de jazzı sevmezdi.
1993 yılında Parliament Jazz Festivali sırasında kalp krizi geçirdi. Hastanede yatarken bile aklı festivalde idi ve gidemediği için çok üzgündü. 1933 yılının 11 Haziranında doğmuş, bir başka 11 li günde öldü, 11Ocak 1994, 61 yaşını göremedi.
Babamın ölümünden sonra her şey bana normal geliyor. Bir yanım eksildi. Depremden de korkmuyorum. Ama hayat devam ediyor. Annem var çocuğum var. Fakat jazz’a küstüm. Babam öldükten sonra İstanbul Jazz Festivaline gittim ama konserin yarısında çıktım. Benim değil onun orada olması gerektiğini düşündüm. Jazz festivaline gitmekle ondan bir şeyler koparıyormuşum gibi hissettim.”
Adam tekrar likör şişesine uzandı, kız istemedi, gitmesi gerekiyordu. Ardında kaybetmiş olduğu bir babası vardı ama önünde de ertesi gün okula hazırlaması gereken bir çocuğu vardı. Adamın kızı tanıdığı günden beri neredeyse bir yıl geçmişti. Kızın babasını anma gününde tanışmışlardı. Adam onun hakkında başka ne demek istersiniz diye sordu.
“Bir jazz kitabı yazmak, bir de jazz okulu açmak istiyordu.
Ciddi Türk sanat müziğini ve klasik müziği severdi. Ama diğerlerine tahammül edemezdi. Bir gün çaldığı kulüpteki müşteri ona dönüp ‘Neden Saçların Beyaz Arkadaş’ demiş. Adam parçanın çalınmasını beklerken babam cevap vermiş; ‘Yaşlılıktan Arkadaş’.”
Babam dünyanın en matrak adamı idi.”
Adam düşündü ve Can Yücel’in Erol Pekcan’a sorduğu soruya cevap verdi:
Caza da cuz, cuza da caz, Erol Ağabey, seni asla unutmayacağız.
Tunçel Gülsoy
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
FATİH VOLKAN YENİTÜRK
Yaşam denen şey nedir?An ı yaşamaktır.Yazıdan anlaşılan şey bu..Bu yukarda yazılanları -Hayat bir sürü gaile ile dolu. kafasında olanlara anlatsanız- Deli bunlar der.Evet biz deliyiz .Çünkü biz jazz dinleyerek(bende kıyısından köşesinden çalarak.)ruhumuzu zaferden zafere koşturanlarız.Biz blue moon ile hüzünlenir ,ın the mood ile coşarız.Işıklar içinde ol Erol Pekcan Abimiz hatıran yaşayacaktır.
Bu Yoruma Cevap Yazın »bahadır ünsal
1965 li yıllarda Ankarada Mithatpaşa Caddesindeki Amerikan Kültür Derneğinin terasındaki salonda Cumartesi günleri kısıtlı teknik olanaklarla Jaz günü yapardık ve bize o gün için seçtiği LP leri keyf alarak çalardı, gülüşünü ve sevecenliğini unutamam, hep cennette olsun.
Bu Yoruma Cevap Yazın »Ahmet Tancgil
Düsseldorfta evimde plak albümlerimi karıştırırken benim için çok ama çok kıymetli bir plak (LP) elime geçti. Albümün adı nedir biliyor musunuz? "JAZZ SEMAİ". Erol Pekcanın 17.5.1978 tarihinde şu sözlerle ve el yazısıyla adıma imzalıyarak hediye ettiği albümünde: "AHMETÇİĞİME İSTİKBAL İÇİN EN İYİ DİLEKLERİMLE. EROL PEKCAN". O zamanlar Büyük Ankara Oteli"nin muhasebesinde çalışırken en az haftada bir kere buluşma ve konuşma şansina ulaşdığım Erol ağabeyle unutmadığım hatıralardan bir tanesi: bir öğlenden sonra Ankarada Cinnah caddesindeki evine davet ettigidir. Orada bana bir parça uğruna bir bütün LPyi satın almalısın demişti. Şimdi bunu okuduğunuzda sizi komik gelebilir. Ama bu sözlerin benim için çok büyük hatırası vardır. Allah yattığı yeri cennet etsin. Ahmet Tançgil
Bu Yoruma Cevap Yazın »