Türkiye’de Enstrüman Çalan Kadın Caz Müzisyenleri: Toplumsal Cinsiyet Söyleşileri 4, Piyanist Selen Gülün

Türkiye’de Enstrüman Çalan Kadın Caz Müzisyenleri: Toplumsal Cinsiyet Söyleşileri 4, Piyanist Selen Gülün

Caz sahnesindeki enstrüman çalan kadın müzisyenlerin sayıca azınlıkta olmalarının sebeplerine duyduğum merak, yüksek lisans tezimin çıkış noktası oldu ve bu doğrultuda toplumsal cinsiyet bağlamındaki soru(n)ları araştırmak üzere Türkiye’de enstrüman çalan kadın caz müzisyenleri ile görüşmeler yaptım. Çalışmaya dâhil olan kadın caz müzisyenlerinin hepsi, değerli deneyimlerini ve hislerini benimle tüm samimiyetleriyle paylaştı, bunun için minnettarım. Çok severek ve heyecanla yaptığım çalışmamdaki söyleşileri seri şeklinde Cazkolik’te paylaşıyor olmaktan da çok mutluyum.

 

Önceki üç söyleşi Türkiye’nin ilk kuşak* öncü kadın caz müzisyenleriyleydi. Serinin bu hafta paylaştığımız söyleşisinde ikinci kuşaktan piyanist ve besteci Selen Gülün yer alıyor. Bir sonraki söyleşi ise üçüncü kuşağın ilk üyesi kontrbasçı Esra Kayıkçı ile olacak.

 

Deniz İlbi

 


 

Türkiye’de caz müziğini seçmek biraz delilik gibi algılanan bir şey

 

Deniz İlbi: Kaç senedir caz müzisyenliği yapıyorsunuz? Ortalama ne sıklıkta konser veriyor, albüm çıkarıyor, beste yapıyorsunuz?

 

Selen Gülün: Yani 25 seneyi falan geçti herhalde, bilmiyorum ki… (gülüyor)  25 sene diyelim. Bir baskıyla albüm yapmıyorum, zaten bütün albümlerim farklı plak şirketlerinden çıktı. Aşağı yukarı iki senede bir albüm ya da single yayımlıyorum. Konser de çok belirsiz ama şöyle; senede en az 50 konser çalıyorumdur, 50 ile 100 arasında değişen bir rakam, çünkü turneler var mesela albümle çok alakalı. O sene albüm yayımladıysam, onunla ilgili ve albümü kimle yayımladığım onunla da ilgili. Mesela İtalyanlarla çalıştım diyelim, İtalya’daki ve Avrupa’daki konserler yoğun oluyor. Bir turne demek, zaten 10 gün içinde yedi, sekiz konser çalmak demek, ama turne yoksa daha standart düzende çalıyorsam ayda üç konser, bazen bir ayda dört konser, bazen iki konser gibi sıklıkta çalıyorum. Kendi müziğimi çaldığım için her gece gibi bir kariyerim yok. 

 

Deniz İlbi: Müziğe ve enstrümanınıza ne zaman ve nasıl yöneldiniz?

 

Selen Gülün: Çok erken yaşta ilgi göstermeye başlıyorsun zaten, genellikle öyle oluyor. Yedi yaşında, konservatuvar, İstanbul Belediye Konservatuvarı’yken başladım 1980 senesinde, hiç ara vermeden de yarı zamanlı eğitim alıyordum. Aynı zamanda Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İşletme mezunuyum ama bunların hepsini yaparken bir yandan da konservatuvara devam ettim. İstanbul Üniversitesi’nin yarı zamanlı lise bölümünü bitirip, işletmeden de mezun olduktan sonra MSGSÜ Devlet Konservatuvarı’na kompozisyon ve piyano çift ana dalı olarak girdim. Sonra da Berklee College of Music’e gittim, caz kompozisyonu okumaya başladım, master’ımı da çağdaş müzik besteciliği üzerine İTÜ MİAM’da [Müzik İleri Araştırmalar Merkezi] yapmıştım, 2003’te bitmişti o da. Onun dışında eğitmenlik hikâyem var. Yani 1980 senesinden eğitmenliği bırakana kadar ki o da 2016, hiç ara vermeden bir okul geçmişim var. Bittikten sonra da hemen eğitmenliğe başladım, dolayısıyla her zaman bir müzik okulu vardı hayatımda.

 

Deniz İlbi: Peki, piyanoyu kendiniz mi seçtiniz? Nasıl oldu piyanoya yönelmeniz?

 

Selen Gülün: Piyano çalmayı kendim istiyordum, ailem de destek vereceğini söylemişti. Ablam da konservatuvar sınavına girip keman çalmaya başladı. O zaman o da piyano çalmak istiyordu ama mesela onu yönlendirdiler, “Senin yaşın biraz daha büyük, keman çalmak ister misin?” diye, “Hayır.” dese belki düşünülürdü, çünkü biz konservatuvar sınavını birinci ve ikinci olarak kazanmıştık, dolayısıyla zannetmiyorum sorun çıkaracaklarını ama o da onu cazip buldu herhalde, keman çaldı. Orada baştan bir seçim yapıyorsun zaten, tabii çok küçüğüz formu biz doldurmuyoruz ama “Hangi enstrümanları çalmak ister?” diye soruyorlardı diye hatırlıyorum. Benim birinci tercihim piyanoydu, onlar da uygun buldular. Sınavda karar veriyorlar aslında. Onun dışında şöyle şeyler de olabiliyor, “Sen obua çalmaya uygunsun, obua çal.” vs. gibi şeyler de mümkün oluyor ama benim başıma gelmedi.

 

Deniz İlbi: Cinsiyetinizin enstrüman seçiminize herhangi bir etkisi oldu mu?

 

Selen Gülün: O zaman olduğunu zannetmiyorum. Yani şöyle, cinsiyetten çok bence yokluklar ülkesi olmakla alakası vardı. Biz, orta sınıf ve üstü iki mühendis anne babanın kızlarıyız ve aramızda bir buçuk yaş var. Annem kimya mühendisi, babam jeofizik mühendisi; her cuma ya da cumartesi muhakkak senfoni orkestrası konseri izlemeye gidilirdi, evde her türlü müzik dinlenir, Türkiye’ye uğrayan her türlü canlı müziği dinlemeye gidilir, eserlerle ilgili evde konuşulurdu. Klasik müzikteki bir sürü temalar, bizim daha küçükten, konservatuvara girmeden bildiğimiz, tanıdığımız müzikal temalardı. Dolayısıyla ilk defa gitar görsem gitarı da sevebilirdim, ama evde bir tane oyuncak piyano vardı ve onun üzerinden bana ilk defa, “Bu ‘do’, bu ‘re’, bu ‘mi’…” diye tanıtıldığı zaman ben; “Ne? Bu seslerin isimleri mi var?” diye hayret etmiştim. Yani bu enstrüman başka bir enstrüman olmuş olsa aynı tepkiyi vereceğimi düşünüyorum, ama tamamıyla piyano üzerinden gerçekleşti ilk tanışmam. O yaşta ben soprano saksafonu görseydim hayatımda ilk defa, çok beğenseydim ve aileme soprano saksafon çalmak istiyorum deseydim, çaldırırlardı, desteklerlerdi.

 

Deniz İlbi: Peki, konservatuvar destekler miydi sizce?

 

Selen Gülün: Olabilir, çünkü orada kız çocuklarından korno çalan, trombon çalan arkadaşlar vardı benimle yaşıt. Aslında konservatuvar enteresan bir ortam. Konservatuvar dediğin ortamda zaten öğretmenlerin çoğu kadın. Sadece enstrüman açısından değil müziğin diğer alanlarında da örneğin menajerlik, prodüktörlük, ses mühendisliği vesaire, oralarda da sana tercih edilen meslekler var, mesela eğitmenlik bunlardan birisi, bütün piyano hocalarım kadındı benim. “Bu çocuğun nefesi yetmez, kızlar çalamaz.” falan deniyor ya, yok yani denmiyor. Dışarıdan gelen baskı, aile istemiyor genellikle, “Çocuğum trombon çalacak ne olacak?” diyor mesela.

 

 

Caz dünyası maço bir dünya

 

Deniz İlbi: Caz müziği kariyerine ne zaman/nasıl karar verdiniz? Caz müziği eğitiminizden bahseder misiniz?

 

Selen Gülün: Evde caz da dinleniyordu tabii, benim de ilgimi çekiyordu. Benim çocukluğumdan beri anlayamadığım müzikler ilgimi çekiyor. Mesela çok iyi bir Schumann, Beethoven falan çalan bir insan olamadım da, ilk konserimi Bartók çalarak verdim, yani belirli bir dönemden sonrası pek ilgimi çekiyordu. Kulağım yeni seslere çok açıktı. Dolayısıyla doğaçlama yapmak bir şekilde beni etkileyen bir şeydi daha küçük yaşta. Büyük abiler, ablalar caz çalıyordu, mesela Baki Duyarlar vardı o dönemde. Ben önlüklü halimi hatırlıyorum, kapıdan gidip dinlediğimi, “Bu nasıl müzik?” diye, sonra ortaokuldan liseye geçtiğim dönemde canlı izlemeye başladım. Beni ilk çok cezbeden; müziğin klasik müzik eğitiminde anlatıldığı gibi ‘çok ciddiye alınması gereken’ bir şey olmadığını gördüm. Karşılıklı çalınıyor, çok eğleniliyor, kahkahalar var, sahnede bakışmalar, sıcak bir iletişim... Ben ona tav oldum önce, “Çok güzel bir şey ben de bunu yaşamak istiyorum, müzikle öyle bir ilişki kurmak istemiyorum, böyle bir ilişki kurmak istiyorum.” gibi… Bir çare bulmak gibi aslında diyelim. Oradan yavaş yavaş doğaçlama üzerinden başladım, çok uzun sürüyor zaten caz müziğinin dilini öğrenmek. Sonra Aydın Esen’le yolum kesişti, o da bu hayatta bir müzisyene en cinsiyetçi açıdan bakmayan insanlardan biri olabilir. Bana müthiş ilgi gösterdi. Onun toplu bir dersine gittim. Özellikle ders vermek istedi, annemi arardı derslere gitmezsem, peşime düştü ve Berklee’ye gitmeme de önayak olmuştur, orada elle referans teslim etti, burs almama da çok desteği olmuştur diye düşünüyorum, dolayısıyla ilk o cesaretlendirdi diyebilirim. Berklee’de de gender discrimination [cinsiyet ayrımcılığı] çok ciddi anlamda vardı. Ben Türkiye’de çalamıyordum kendi müziklerimi, çok sıkıntıdaydım, Berklee’ye gittiğimde de bunun Türkiye’ye has bir sorun olmadığını anladım, çalışmalarımı gender [toplumsal cinsiyet] kısmında hızlandırdım. Gittiğimde (1996 senesi) Berklee’nin yüzde 10’u kız öğrenciydi ve yüzde 10’un çok büyük bir oranı music business [müzik işletmeciliği] okuyordu veya şarkıcıydı. Ben de kompozisyon okumaya gitmiştim. Berklee’yi bir buçuk senede bitirdim, biraz hızlı bitti (gülüyor), çok iyi bir öğrenciydim, orada ben kendi yerimi buldum aslında. Sınıfımda hiçbir zaman kız öğrenci olmadı, hep erkeklerle okudum, o zaman anladım ki, mühendislik fakültesi gibi bir şey, hiç kız yok, varsa da onlar şarkı söylüyor dolayısıyla sen çok yalnızsın, kendi içinde bir şeyler yaşıyorsun. Daha maço bir dünya caz dünyası. Bir sürü erkeğin çalma stilini bile ele geçirdiği bir konu. Dolayısıyla orada her şey değişti benim için. Caz, hayatımın merkezine oturdu denebilir.

 

Deniz İlbi: Peki, sizce caz dünyası hâlâ erkek egemen bir alan mı?

 

Selen Gülün: Değişiyor. Çok değişti hatta. Şöyle söyleyeyim, mezun olduktan 13 sene sonra Berklee’de konuk hoca olarak bir derse girdim. 98’de mezun oldum, 2011’de ders vermeye gittiğimde bana okulun % 30’unun kız öğrenci olduğunu söylediler. Yani kız öğrenci sayısı yüzde yüz artmış.

 

Mesela dün Berlin’de yaşayan bir Japon kadın davulcuyla tanıştım. Burada [Japonya’da] zaten bir sürü kadın tromboncu, trompetçi var. Dolayısıyla sayı hızla artıyor, ama hala az tabii. Görünür değiller, o kısmı çok enteresan. Ben iki senedir burada yaşıyorum, hâlâ bir kadın müzisyenle çalamadım.

 

 

Bir kadın olarak meslekteki varlığını sorgulamana sebep olacak çok fazla davranışa maruz kalıyorsun

 

Deniz İlbi: Caz dünyasının erkek egemen olması üretkenliğinizi ve şevkinizi etkiliyor mu? 

 

Selen Gülün: Olmaz olur mu, tabii. Bir kere çok onur kırıcı şeylerle karşılaşıyorsun hayatın boyunca, eğitiminde… Mesela Berklee’de bir hocam ben solo çalarken, öfkeyle “Kız gibi çalma!” diye bağırmıştı, sonra herkes sinirlendi: “Ne biçim konuşuyorsunuz arkadaşımızla?” dediler. Orada “Kız gibi çalma.” bir hakaret aslında, yani “Yumuşak, tatlı çalma!” gibi. Halbuki ben öyle çalan biri değilimdir hiç, tatlı tatlı piyano çalmam yani agresif bir tarafım vardır çalarken, o tamamen karakterle alakalı bir şey ve bütün duyguları kullanmaya çalışırım. Hızlı ve karmaşık çalmaktansa daha rafine bir dil kullanarak çalmaya çalışıyor olabilirim, ona alışık olmadıkları için de bunu yadırgayıp böyle konuşabiliyorlar. Yani bir kadın olarak meslekteki varlığını sorgulamana sebep olacak çok fazla davranışa maruz kalıyorsun, hayatın boyunca. 20’li yaşlarımda kişisel algılıyordum, o zaman her şeyi kişisel algılama eğilimi var insanın. Çünkü bir kariyer oluşturmaya çalışıyorsun vs. Sonra Berklee deneyimimden sonra, global bir ortamda onlarca değişik ülkeden belki yüzlerce insanın olduğu bir okulda durumun kişisel olmadığını anlayınca tavrım değişmişti. O zaman kendin gibi insanları bir araya getirmeye, daha birleştirici olmaya çalışıyorsun. Ama çok depresif olduğum zamanlar oldu, mesela Türkiye’den Berklee’ye gitmeme sebep budur aslında. Türkiye’de asla ve asla, hiçbir şekilde piyanist olarak çalmaya çağrılmadım Berklee’ye gidene kadar, sadece şarkıcı olarak çağırıldım. Jingle söylemek için, film müziği söylemek için, konserlerde söylemek için, hep söylemek için çağrıldım… Müzik yazdığım biliniyor olmasına rağmen en yakın arkadaşlarım bile çalmak için beni çağırmazlardı. Aslında toplum seni ister istemez böyle bir şeye doğru itiyor: “Sen çalma, söyle. Yani alet kullanma, sesini kullan.” gibi. 

 

Deniz İlbi: “İyi” bir caz müzisyeni olmanın kıstasları var mıdır? (Örn. Caz standartlarına hâkimiyet, her gruba rahatlıkla entegre olabilmek?)

 

Selen Gülün: İyi bir caz müzisyeni olmanın tanımını yapmak zor. Caz teorisini bilip eğer standart çalınıyorsa en iyi şekilde uygulamak gerekiyor tabii, bunun için de çok çalışmak ve önceki, bu işin ataları diyeceğimiz kişileri yakından dinleyerek, onlarla temas ederek, nasıl çaldığına bakarak, taklit etmeye çalışarak öğreniliyor. Onun dışında doğaçlama işin içine girdiğinden kendini ifade etmenin de doğru yolunu keşfetmen lazım. Çok çalışmak gerekiyor açıkçası. Hem geçmişle ilgili hem de geleceğe yönelik bir şeyler çalmaya çalışıyorsan o zaman günümüzün müziğinde başka şeyleri de inceleyebilmen lazım. Tanımını yapmak zaten zor, kimse cazın tanımını doğru düzgün yapamıyor, öyle olunca ne çalışmak gerektiği hep senden önce kimin ne yaptığına bakarak, taklit ederek öğrendiğin bir süreç, sonrasında da kendi dilini bulunca kendi istediğin gibi ifade ediyorsun.

 

Deniz İlbi: Caza yönelirken cinsiyetinizin dezavantaj olacağını düşündünüz mü? Ya da caz müzisyenliğinde, kadın olmanın size herhangi bir avantaj kazandırdığını düşünüyor musunuz?

 

Selen Gülün: Elbette kendin gibi bu işi yapmak isteyen insanların cinsiyetine baktığında kadın sayısının azlığını fark ederek, bunun zor olabileceğini biliyorsun çünkü örnek yok önünde, onun adımlarını takip edebileceğin. Caz müzisyenlerini taklit ederek öğreniyorsun başta diyorum ama taklit edebileceğin kişi kadın değil. Dolayısıyla onun ayak izlerini takip ederek gidemiyorsun, dinlediğin örnekler hep erkek müzisyenler ya da kadın müzisyenler de var ama onlara ulaşamıyorsun, görünür değiller. Gördüğün şey nedir? Caz şarkıcıları daha çok. Onların da kendi şarkılarını yazıp yazmadığını bilmiyorsun. Billie Holiday’in bazı müziklerinin esas bestecisi olduğunu bile ben çok sonra öğrenmiştim. Dolayısıyla zor olacağını biliyorsun, kolaylaştıracak örnek olmadığı için. Ben açıkçası avantajı olduğu hiçbir şey yaşamadım. Yani kadın olmak daha avantajlı diyebileceğim herhangi bir durum yaşamadım. Bir çalgıcı olarak. Bir besteci olarak da.

 

 

Bu bir mücadele alanı: Kendi müziğini yaratıp kendi alanını yaratmak

 

Deniz İlbi: Caz dünyasında enstrüman çalan bir kadın olarak görünür olmak, yer edinmek için ekstra çaba sarf etmeniz gerekti mi?

 

Selen Gülün: Tabii gerekti. Bunun cevabını aslında başka kadın besteci arkadaşlarımız da veriyor. Müzik de yazmak zorunda kadın... Kendin lider olmak zorunda olduğun pozisyonlara geliyorsun, çünkü seni müzisyen olarak çağırmıyor kimse ama sen çalmak istiyorsun dolayısıyla kendi müziğini icra etmeye başlıyorsun ki sen bir arz yaratabilesin. Yani insanları sen toplayabilesin etrafında. Aslında bu bir mücadele alanı, yani kendi müziğini yaratıp kendi alanını yaratmak. Ben de onu yapma ihtiyacı içindeydim. Ben zaten bunu yapmak istiyordum ama büyük bir ihtimalle istemeseydim de yapacaktım. Bunun dışında mesela şarkı söylemek; belki yaptığım diğer müzikleri çalmamın kabullenmesini kolaylaştıracak bir şey olduğu için yeniden şarkı söylemeye başlamış olabilirim. Böylece şarkı söyleyip arkasından bir sonraki albümü hiç şarkı söylemeden yapabilip insanları başka alanlara çekebilmek gibi. Ayrıyeten toplumsal cinsiyetle ilgili konulara özel ilgi gösterip bu konuda farkında olmak, bu farkındalığı geliştirecek davranışlarda bulunmak zorunda kalıyorsun. Bu zorunluluklar bir süre sonra iş gibi bir şey oluyor zaten. Dolayısıyla tabii mücadele alanları; işte yazıyorsun, çiziyorsun, daha çok okuyorsun, daha çok kendini ifade etmek zorunda kalıyorsun. Bir erkek müzisyenin belki bir kere “benim parçam” dediği yerde senin beş kere demen gerekiyor ikna etmek için karşındaki insanı. Bu da aynı zamanda şöyle sorunlar yaratıyor, “Bu benim.” dediğinde belki çok kolaylıkla kabul edilebilecek bir şey, bir kadının ağzından çıktığında sorun olabiliyor, “Benim parçam böyle çalınacak.” dediğinde direktif vermek gibi algılanabiliyor.

 

Deniz İlbi: Uygulanmak istenmiyor gibi bir yaklaşım mı olabiliyor?

 

Selen Gülün: Evet, hani bu şekilde duymak istemiyor. Senin bir direktif verir gibi söylememen gerekiyor. Kendine göre bir dil oluşturuyorsun insanlarla konuşurken. Tabii bu çözüm olarak kadın sayısının arttığı her durumda değişecektir. Ben böyle bir mücadele vermek zorunda kalmasam, aslında vaktimi ve enerjimi çok daha yaratıcı şeyler için harcayabilirdim diye düşünüyorum.

 

 

Toplumun kadın sesini duymaya alıştığı bir döneme girdik

 

Deniz İlbi: Kompozisyon ve/veya doğaçlamanın erkeklere atfedildiğini düşünüyor musunuz?

 

Selen Gülün: Sadece müzikte değil aslında. Sözün herhangi bir şekilde kullanılma kuvvetinin erkeklere bahşedilmiş olduğu bir toplumda yaşıyoruz, bu çok çok uzun zamandır böyle. Dolayısıyla senin sözle kendini topluluk içinde ifade etmen zaten beklenen bir şey değil. Böyle bir ortam varken bir enstrüman kullanarak kendini ifade etmenden bir farkı yok, o da sorunlu bir şey. Sen öne çıkacaksın, herkesi bastıracaksın, solo çalacaksın ve kendini ifade edeceksin, yani bütün duygularını açığa çıkaracaksın. Her kadının duyguları düzensiz bir şey olarak algılanır, bunun için, “Kadın zaten kendini kontrol edemez.” gibi görüldüğü için, doğaçlamayı kontrol edebilecek, düzgün bir duygu durumuyla aktarabilecek bir yaratık değil insanların gözünde bunca sene, dolayısıyla senin onu değiştirmek için çok çaba sarf etmen gerekiyor. Bu tabii ki kırılıyor, şu anda çok ciddi bir kırılma noktasındayız, bu yüzyılın belki en büyük başarısı bu olacak. Ben çok umutluyum. Toplumun kadın sesini duymaya alıştığı bir döneme girdik aslında.

 

 

Piyano, bir kadının rol modeli olabildiği bir alet

 

Deniz İlbi: Caz müziğinde kadınlara atfedilen rollere dair görüşleriniz neler?

 

Selen Gülün: Piyano nispeten daha yeni bir enstrüman olduğu için sıyrılma şansı oldu. Kadınların artık kendini biraz ev dışında da ifade edebildiği, ressam olabildiği, şiir yazabildiği bir döneme denk geliyor. Zaten dünyada profesyonel anlamda konser turneleri yapan ilk kadın müzisyen de bir piyanist, Clara Schumann. Dolayısıyla piyano, bir kadının rol modeli olabildiği bir alet. Evlerde çalınabiliyor, kendisine şarkı söylerken eşlik etmenin ilk defa mümkün olduğu bir alet. Sistemin içine yeni geldiği için, 1800’lerde gerçekten şekillendiği için yenice bir alet sayılabilir, dolayısıyla “Kadın nefsini üflemesin.” gibi eski hegemonyalardan kurtulmuş bir alanda ifade edilebilen bir enstrüman. Ayrıca oturarak çalınıyor olduğu için herhalde duruşa da yakıştırılıyor. Şarkı söylemek ise zaten kadınların elde etmiş olduğu bir hak. Sözle ifade konusunda kuvvetli oldukları için, Şamanlıkta, tedavide vs. şarkı söylemek kadının hak ettiği bir şey, dolayısıyla o artık kabullenilmiş bir hak olarak devam ediyor. Diğer enstrümanlar konusunda hâlâ mücadele devam ediyor.

 

 

Bu kişiyi yetiştirecek insanların da yetişmiş olması lazım

 

Deniz İlbi: Peki, sizce piyano dâhil, neden kadınlar enstrüman çalmaya yönelmiyorlar?

 

Selen Gülün: Bana sordun ya; “Baştan zor olacağını biliyor muydunuz?” diye. Aslında biliyorsun, dediğim gibi. Önüne bakıyorsun… Mesela şimdi caz piyanisti olmak isteyen bir kız önüne baksa kaç tane örnek görecek? Üç, dört tane görecek. 85 milyonun içinde sen sivrileceğini, kabul edilebileceğini, edilemeyeceğini, bunun bir mücadeleye dönüşeceğini anlıyorsun. Oradaki mücadeleye nasıl sağlam bir duygu durumuyla girmen lazım, nasıl sağlam bir fiziki durumla girmen lazım? Böyle bir altyapı ile yetişmediysen, “Bu ortam içine ben gireceğim ve cengâver gibi savaşacağım!” diyemezsin, ailelerin de bunu desteklemesi lazım, tercihleri desteklemesi lazım. Çok ciddi bir bilinç seviyesi gerekiyor. Böyle bir kültürel bilinç seviyesi Türkiye’de oluşmadı ki ve ortam da oluşmaktan çok uzak şimdi. Bende nasıl oluştu? Benim annem, babam benim üzerimde böyle bir çaba sarf etti, okulum çaba sarf etti, kararlarımı destekleyecek bir bilinçle davrandılar. Daha önemlisi bu çok konuşuluyor son zamanlarda, böyle bir şans elde etmiş insanların eğitimle, sonradan aktaracağı genetik kodu da kuvvetleniyor. Benim annem, babam mühendis. Burada nasıl bir şans olabilir? Rasyonel düşünen insanlar, senin rasyonel düşünebilme ihtimalini destekleyerek yetiştiriyorlar, her cuma senfoni orkestrası konserine götürüp yeteneklerinin de faydalanabileceği şekilde seni yetiştiriyorlar. Bu bir emek. Bu emeği gösterecek, çocuğun tercihini -bir de kız çocuğu üstelik- destekleyecek, “Ben müzisyen olacağım, her şeyi bırakacağım.” dediğinde “A tamam kızım.” diyecek (gülüyor). Altında bu var. Bu kişiyi yetiştirecek insanların da yetişmiş olması lazım ve elbette bir entelektüel birikim gerekiyor o mücadeleyi verebilecek cesarete sahip insanı yetiştirmek için.

 

Deniz İlbi: Sadece caz müzisyenliğiyle geçinebiliyor musunuz? Erkek meslektaşlarınıza göre maddi/manevi daha farklı konumlandığınızı düşünüyor musunuz?

 

Selen Gülün: Hayır, ben hayatım boyunca, üniversiteden eğitmenlikle geçinip varımı yoğumu müziğe yatırmış bir insanım. Yani nadiren kendi müziğimi çalarak çok para kazandığım festivaller, konserler yapıyorum. Ama kendi müziğini çalan insandan beklenen de böyle bir şey maalesef. “Sen madem böyle bir müzik yapıyorsun o zaman biraz da fedakârlık yap.” gibi. Ama bunun kadın olduğumuz için ayrıca suistimal edildiğini de düşünüyorum. Kendi pozisyonumda bilinen bir erkek piyanist diyelim, aramızdaki fark aldığımız ücret açısından kat kat olunca tabii, çok görünür gülünç bir durum oluyor. Böyle şeyler yaşıyoruz. Ama cazla dünyada kaç kişi hayatını kazanabiliyor şu an bilmiyorum, herkes çok zor durumda caz müzik çalan insanlarda. Bir şekilde bulunduğun yeri savunmak konusunda da daha fazla mücadele etmek gerekiyor, manevi bir kaybımız var orası kesin. Şöyle söyleyeyim; Kadınlar Matinesi projesini başlattığımda oradaki böyle müstehzi duruşu, yani; “Bu kızlar bir araya gelince bakalım çalabiliyorlar mı?” gibi bir yerden başlayıp sonra “Aa çalabiliyorlarmış!” gibi bir yeri aştıktan sonra o projeye gerçekten ilgi gösterildiğini biliyorum. O yüzden de sabırla sevdiğin işi yapmaya devam ediyorsun. Benim hep söylediğim şey budur kız arkadaşlarıma, öğrencilerime de; “Senin çok daha iyi çalman gerekiyor, çok daha tertipli iş yapman gerekiyor, çok daha düzenli bir şekilde, saatinde orada olman gerekiyor, hiçbir açık bırakmadan çalışman gerekiyor ki ciddiye alınabilesin bir çalgıcı olarak.” Bu tabii erkekler için kazanılmış hak gibi bir şey, biraz iyi çalıyorsan enstrümanı gerçekten kendine bir rol biçebilmek çok daha kolay.

 

Deniz İlbi: Maneviyat açısından; erkek meslektaşlarınızla ilişkileriniz, onların çoğunlukta olduğu ortamda deneyimleriniz nasıl?

 

Selen Gülün: Bu konuyla ilgili şu deneyimimi anlatmıştım: Kendi müziğimi çaldığım bir konserde, grup arkadaşlarım çok güzel bir solo çaldığımda bana dönüp “Oo Selen abi!” diyorlardı (gülüyor). O kimliğin böyle erkekleştirmeden kabul edilemediği -ki bunlar senin çok yakın arkadaşların- gibi şeyler yaşıyorsun. Bunları kişiselleştirmekten çıktığında, genel sebepleriyle anlamaya başladığında olay biraz değişiyor. Ya da gruplarda şu vardır; “Kadın girerse aramız bozulur.” Bu tavır da bu kadar aleni yaşanmıyor olsa bile gizliden gizliye muhakkak erkeklerle birlikte çalmaya başladığında ve düzenli aynı insanlarla çaldığında yaşadığın bir şey. Yani senin kafa karıştıracağın, onları karıştıracağın düşünülebiliyor, çünkü içten içe aslında seninle flört etmek istiyor olabiliyorlar, o duygu zaten orada sürekli bir mücadeleye dönüşüyor. Yani bilinçli bir insanın yaşayacağı şeyler değil bunlar tabii, sonuçta orada bir arada bulunmanın sebebi bu değil, bir arada durma sebebi müzik yapmak. Ama yaşıyoruz bunları, hepsini yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Daha enteresanı şu; seni normalleştirmek istediklerinde, çok küfürlü konuşmalarla, sanki sen kadın değil de erkekmişsin gibi tavırlarla, seni ötekileştirmeden sanki bir erkekmişsin gibi ötekileştirerek (gülüyor) kabul ederek ancak devam edebiliyorlar.

 

 

Deniz İlbi: Erkek müzisyenlere kıyasla, bir kadın olarak, bestelerinizde ve/veya yorumlarınızda cinsiyetinize özgü bir farklılık gözlemliyor musunuz?

 

Selen Gülün: Hayır, bu sorunun cevabı çok net benim için. Biz İtalya’da Donne in Musica** [Müzikte Kadınlar] ile birlikte toplumsal cinsiyet odaklı Avrupa Birliği fonu işi yaparken şöyle bir çalışma yaptık: Çeşitli ülkelerden kadın bestecilere ilkokul çocuklarına çalmak üzere eser sipariş ediliyordu ve dünyadaki ilk seslendirilişi ilkokul çocuklarına yapılıyordu, çok muhteşem bir şey. Çocuklar eseri dinledikten sonra, “Bunun bir kadın ya da erkek tarafından yazılıp yazılmadığını anlayabilir misiniz?” diye soruluyordu. Hepsi birden “Hayııır!” diyordu. Asıl konu burada, yani toplumu buna alıştırmak lazım. Kendim de böyle çalışmalar yapıyordum. Derslerimde ya da konferanslarda vs. sololar dinletiyorum; mesela çok yüksek bir enerjiyle yazılmış, kuvvetli çalınan, herkes emin bir şekilde “erkek” diyordu, sonra başka bir solo dinletiyordum müthiş yumuşak çalınan, onda da kesin “kadın” diyorlardı. Yok öyle bir şey aslında. Sadece o amaçla yazıldıysa ayrı. Mesela varsayalım ninni, bir ihtimal bir kadın daha iyi yazabilir çünkü yine genetik kodlardan gelen bir şey. Yani müziğin tarzıyla da ilgisi var ama gerçekten böyle bir tanımı yapmak için kültürel başka türlü bir müzik içinde aramak lazım. Caz içinde bunu kurgulamak çok zor, imkânsız bence.

 

Deniz İlbi: Türkiye’de ve Japonya’da/yurt dışında kadın caz müzisyeni olmanın herhangi bir farkı var mı? Tokyo’ya yerleşmeniz caz kariyeriniz ile ilgili miydi?

 

Selen Gülün: Japonya’da çok fazla müzisyen var ve caz çok merkezde bir müzik. Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar, Amerika’da bile bu kadar değildir. 24 saat caz dinleyebildiğiniz, her alanda pop yerine caz çalınan bir ülke. Burada müzik, kültür olarak hayatın çok içinde. Mesela bir kişi işten çıkıp direkt bir caz kulübüne tek başına -kadın veya erkek- gidip içkisini söyleyip, konserini izleyip evine dönüyor. Dolayısıyla toplu bir hareket olmak zorunda değil. Mahallesindeki caz barını mümkün olduğu kadar desteklemeye çalışıyor yani kültürün bir parçası. Bir sergi açılıyor on binlerce insan gidiyor, sıkış tıkış sergi izliyorsun, yani sanata karşı çok müthiş bir ilgi var. Burada birisine, “Ben müzisyenim.” dediğinde ekstra ilgi görüyorsun. Normal şartlarda hani, “Such a loser!” [Ne ezik birisi] falan derler (gülüyor) burada tam tersi, çok ilgi görülen bir şey, özellikle “Caz müzisyeniyim.” dersen. 150’den fazla kulüp var sadece Tokyo’nun içinde, kolunu sallasan müzisyen var ve çok fazla kadın müzisyen var, birçoğu da trompet ve tenor saksafon gibi üflemeliler üzerine yoğunlaşmış ve dünyaca ünlü olmaya başladılar. Dolayısıyla buradaki görüntü çok farklı Türkiye’deki görüntüden.  Türkiye’de ise genel olarak caz müziğini seçmek biraz delilik gibi algılanan bir şey. Kulüpler çok az, insanların ilgileri festivalden festivale, kulübe gidip müzik dinlemek çok yapılan bir şey değil. Benim buraya gelişim, bir albümümün çok satışıyla oldu. 2015’te Answers albümüm ilk 10’un içinde 6 numarada sattı, ben de bunu öğrenince gelmek istedim. Konsere geldim 2015’te, çok sevdim Tokyo’yu. Zaten üniversitedeki eğitmenliğimi bırakıp Berlin’e yerleşme planı içindeydim o sırada. Buraya konserlere gidip gelirken yolda fikrim değişti. Tokyo’yu çok cazip kılan şey; müzisyenlerin çok olması, kendini dilediği gibi ifade edebilecek insanları bulabiliyor olmak ve çok fazla kulüp olması. Burada herkesin özendiği, Amerikalı müzisyenlerin gelip yaşamaya çalıştığı bir müzik, özellikle caz müziği dünyası var. Dezavantajları da var elbette; çok uzak her yere. Benim bir sürü turnelerim yarım kalıyor öyle olduğu için.

 

 

Deniz İlbi: Türkiye’de size örnek/rol model olmuş müzisyenler kimler?

 

Selen Gülün: Ayşe Tütüncü’yü ilk gördüğümde çok küçüktüm. Sahnede hem synthesizer çalıyordu hem vokal yapıyordu hem piyano çalıyordu Mozaik grubu ile. Aman Allah’ım… İlk cesaretlendiğim rol odur. Ayşe'yi görüp "Aa ben de yapabilirim o zaman bunu." diye. Bu sebepten duruşunun nasıl olması gerektiğini, ne kadar önemli olduğunu biliyorum, kendi deneyimimden. Ben de hayatım boyunca orada, öyle bir yerde durmaya çalıştım, kendimden sonra birilerini yetiştirebileyim diye. Ama gerçekten çok acıklı bir durumdur; Türkiye'de enstrümantalist yetişmiyor. Yetiştirsen de bir süre sonra görüyorsun ki onu kepçeleyip şarkı söylemeye teşvik ediyorlar. Çok acayip kayıplarımız var bu konuyla ilgili.

 

Deniz İlbi: Kadınlar Matinesi projeniz ile ilgili bilgi verebilir misiniz? Proje devam ediyor mu?

 

Selen Gülün: Ediyor. “Kadınlar Matinesi” zaten interaktif bir proje; insanlar müzik yazmaya devam ettiği sürece var olur, başka insanlar gelir gider. Ceyda [Köybaşıoğlu] ve Monika [Bulanda] o grubun tek üyeleri değil. Aslında kadınlarla çalmıyordum başta, projenin amacı kadınlarla çalmak değildi ama kendiliğinden öyle evrildi. Türkiye’deki kadın bestecilerin müziğini yurt dışında çalmak için başlamıştım bu projeye. Fakat sonra Türkiye’de de başlayınca ve arkasından çok kötü bir şekilde arkadaşımız Değer Deniz’i kaybedince projeye albüm yaptık. Bu proje bizim ayda bir kez sahneye iki kadın besteciyi misafir olarak aldığımız bir projeydi. Dolayısıyla çok ciddi bir literatür birikti. Sahneye o kadar çok kadın şarkı yazarı ve besteci çıkardık ki… Müzik türü ayırmadan, caz formatında seslendirilebilecek bir şekilde bir araya getiriyoruz orijinal müzikleri, biraz alternatif kalmaları şart tabii. Bana sorarsan bu bir çeşit dernek çünkü Kadınlar Matinesi 24 kadın müzisyen sahneye çıkardı şimdiye kadar ve sahnede orijinal müziklerini çaldı. Ayrıca 2014’den beri bu müziklerle yurt dışında iki konser çalındı.

 

Deniz İlbi
Şubat 2019

 

Cazkolik.com / 07 Ekim 2020, Çarşamba

 

Not: Bu söyleşi, Deniz İlbi’nin, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü’nde Doç. Dr. Esra Karaol danışmanlığındaki “Türkiye’de Enstrüman Çalan Kadın Caz Müzisyenlerinin Toplumsal Cinsiyet Bağlamında İncelenmesi” başlıklı tez çalışması için yapılmıştır.

 

* Notta künyesi verilen yüksek lisans tezi kapsamında yapılan kuşak çalışması için bk. s. 36/51.

 

** Donne in Musica (Müzikte Kadınlar): İtalya merkezli, 113 ülkeden 27 bin kadın besteci, müzikolog ve eğitimciden oluşan bir ağ olan uluslararası bir vakıf; dünya çapında kadın bestecilerin eserlerini bir arada tutan bir ansiklopedi/kütüphane. Selen Gülün, bu vakıfta misafir sanatçı/araştırmacı olarak Türkiye’de kendi müziğini üreten kadınları araştırıp belgelemiştir. Vakfın kurucusu ve başkanı müzisyen/müzikolog Patricia Adkins Chiti ile birlikte derlediği, içinde Türkiye’den kadın besteciler antolojisi de bulunan çalışması Nisan 2019’da Türkiye’de Kadın ve Müzik (Women and Music in Turkey) başlığı altında kitap olarak yayımlanmıştır.

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Deniz İlbi

Müzikoloji yüksek lisansı mezunu Deniz İlbi Porto Üniversitesi’nde doktora yapıyor, toplumsal cinsiyet ve caz üzerine akademik çalışmalarını sürdürüyor.

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.