"Zafere giden yol ızdırap taşlarıyla döşelidir" böyle miydi ünlü söz? Yanlış mı hatırlıyoruz... Önemli olan şu ki, Barrack Obama’yı Amerika’nın başkanlığına götüren yolu döşeyen taşların önemli kısmında caz müziği ve caz müzisyenlerinin sivil haklar hareketi içindeki yeri ve önemi vardır. Caz müziğini 40’lı yıllardan beri takip eden ve yazan cazın yaşayan en önemli eleştirmen ve yazarı, 84 yaşındaki Nat Hentoff, büyük bir kısmına kendisinin de şahit olduğu bu ızdıraplı yolu Barrack Obama’nın başkan olmasındaki süreci ve cazın bu süreçteki yerini mükemmel bir yazıya dönüştürdü ve bu yazıyı Obama’nın başkan seçileceği günün öncesinde Lincoln Center’da ki bir törenle kutlayan caz müzisyenleri ile ilişkilendirerek yayınladı. Cazkolik.com’un tepesinde Archie Shepp'in "Caz, insan ruhunun zaferinin sembolüdür" sözü yazar, bu sözün doğruluğunu aşağıdaki makaleden anlamak mümkün. Büyük usta Nat Hentoff’a cazsever olarak teşekkür ediyoruz.
Cazkolik.com
19 Ocak’ta Martin Luther King’in doğum günü ve ertesi gün başkanlık yemin töreni olması nedeniyle Lincoln Center’da Caz ve Rockefeller Vakfı, Kennedy Center’da “Amerika’yı Kutlama” konseri verildi. Etkinliğin ağır topları Sandra Day O’Connor ve Wynton Marsalis. Lincoln Center’da Caz’ın açıklamasına göre Dr. King cazı “Amerika’nın muzaffer müziği” olarak nitelendirmişti. Mr. Marsalis’in varlığıysa “Amerikan demokrasisiyle Amerika’nın müziğinin aynı ilkeleri paylaşıp değişim, umut ve yenilenme için aynı potansiyeli bünyesinde barındırdığının göstergesidir.”
Gerek caza böyle önem verilmesi ve gerek yeni seçilen başkan Barack Obama (bana söylediklerine göre iPod’unda John Coltrane varmış); yurttaşlık hakları hareketinin ortaya çıkmasını hızlandırıp şekil vermede cazın oynadığı temel rolün pek bilinmeyen öyküsünden tarihçilerimiz dâhil olmak üzere bütün Amerikalıların haberdar olmasına yardım edecektir.
Uzun bir süre boyunca siyah ve beyaz cazcıların halk önünde birlikte çalmalarına izin verilmedi. Ancak program bittikten sonraki geç saatlerde birlikte doğaçlama yapıyorlardı; tıpkı Louis Armstrong ve Bix Beiderbecke’nin 1920’lerin Chicago’sunda yaptıkları gibi.
Henüz oy kullanamadığım 1940’ların başında yolum sık sık Boston’un Savoy Café’sine düşüyordu. Hayatımda caz müzisyenleriyle ilk kez burada karşılaştım. Bu mekan, şehirde siyahlarla beyazların birlikte sahneye çıktığı ve birlikte müzik dinlediği ilk yerdi. Bunun üzerine polis zaman zaman erkekler tuvaletine giriyor, sabunları ortadan kaldırıyor, sonra da sağlığa aykırı koşullardan dolayı müdüre ceza kesiyordu. Boston’da farklı ırkların bir araya gelmesini engelleyen bir yasa yoktu ama resmî çevreler bu durumu hoş karşılamıyordu.
Bununla birlikte New York’ta, Café Society diye bir caz kulübünde farklı ırkların açık ve sorgusuz sualsiz bir şekilde bir araya geldiğini duymuştum. Merhum Barney Josephson’un Terry Trilling-Josephson ile birlikte yazdığı ve Nisan ayında Illinois Üniversitesi Yayınevi tarafından yayınlanacak “Café Society: The Wrong Place for the Right People” adlı kitapta, mekânın kurucusu Mr. Josephson’un şöyle söylediği aktarılmakta: “Siyahlarla beyazların sahne ışıklarının önünde birlikte çalıştıkları ve arkasında birlikte oturdukları bir kulüp olmasını istedim. Bildiğim kadarıyla ne New York’ta ne de ülkede böyle bir yer vardı.” Herhalde hiç Boston’daki tehlikeli Savoy Café’ye gitmemişti.
Ama Bay Zenci ülkede öyle kabul edilmişti ki, 1930’larda Benny Goodman üçlü ve dörtlülerine Teddy Wilson’u ve Lionel Hampton’ı alınca, büyük haber olması kısa sürmüştü. Ardından Artie Shaw, Billie Holiday ve Roy Eldridge ile çalışmaya başladı. Bunların ikisi de yoldayken beyaz müzisyenlerden ayrı olarak konaklamak zorunda kaldığında Bay Zenci’yle sık sık karşılaştılar.
Özellikle Güneyde – ama yalnız orada değil – konsere gittiklerinde, siyah caz topluluklarının üyeleri ya siyah mahallelerindeki evlerde ya da başka yerlerde kalmak zorundaydılar. Bu mahallelerin dışındaki restoranlara da giremiyorlardı. Richard Boyer, 1944’te New Yorker dergisinde Duke Ellington’dan bahsederken, St. Louis’li beyaz bir polis memurunun bir konserin ardından coşku içinde, “Duke, eğer beyaz bir adam olsaydın harika bir müzisyen olurdun” dediğinden bahseder. Duke her zamanki soylu tavrıyla, serinkanlı bir gülümsemeyle cevap verir: “Eğer beyaz bir adam olsaydım herhalde işler daha farklı olurdu.” Duke daha sonra bana, 1934’ten 1936’ya kadar güneyin ücra köşelerinde turne yaparken Bay Zenci’yi nasıl oyun dışına ittiğini anlatmıştı.
“Federal hâkimlerin bir faydası olmadığı halde saygı kazandık. İki tane Pullman vagonumuz ve bir tane 20 metrelik yük vagonumuz vardı. Her gittiğimiz şehrin istasyonunda, bunların içinde yaşıyorduk. Kendi suyumuz, yiyeceğimiz, elektriğimiz ve tuvaletimiz vardı. Şehrin yerlileri yanımıza gelip ‘bu ne?’ diye soruyordu. Biz de ‘işte başkanlar böyle seyahat ediyor’ diye cevap veriyorduk. Bu şekilde bir hamle yaptık. O zaman başka ne yapabilirdik ki?
Daha sonra, siyahların en iyi ihtimalle balkonda oturduğu güneyde ve başka yerlerde, daha güçlü bir hamle yapılacaktı. Norman Granz, Jazz at the Philarmonic (JATP) adını verdiği ve büyük yıldızların katıldığı turneler sırasında, 1950’lerde seyircilerin ayrı oturmasına karşı bir savaş yürütüyordu. JATP’nin çektiği büyük seyirci kitlelerine güvenen Granz, organizatörlerden salonlarda ırk ayrımını gösteren işaretler olmayacağına dair garanti vermelerinde ısrar ediyordu. “JATP’yi düzenlememin bütün sebebi, turneyi ayrımcılığı kırabileceğim yerlere götürmekti.” İşte Granz’ın bu davranışını gösteren bir örnek: 1950’lerde Houston’da bir salon kiraladıktan sonra bilet satıcısıyla bir anlaşma yaptı. Ardından konserden önce bizzat BEYAZ TUVALETLERİ ve ZENCİ TUVALETLERİ yazılı tabelaları söktü. Müzisyenler salona geldiği sırada – Dizzy Gillespie, Ella Fitzgerald, Buddy Rich, Lester Young – Granz bulunduğu yerden bazı beyaz Teksaslıların siyahlarla yan yana oturmaya itiraz ettiğini gördü. Bunun üzerine emprezaryo şöyle dedi: “Sizi nereye oturtuyorsam orada oturun. Siyahların yanında oturmak istemiyorsanız buyurun paranız.”
Bu müziğin ruhunu derinden etkilediği beyaz Amerikalıların sayısı arttıkça, ayrımcılığa karşı duyarlılıkları da yalnızca caz müzisyenlerini değil tüm insanları kapsayacak şekilde arttı. Bunun dramatik bir örneği, Eğitim Bakanlığına karşı Brown davasının uzun süren duruşmaları sırasında, avukatlar ekibinin değerli bir üyesi olan Charles Black’ın anlattığı öyküdür. Austin, Texas’ın ırkçı ortamında büyüyen Black, 1931’de 16 yaşındayken buradaki bir otelde Louis Armstrong’u dinlemişti. Uzun bir zaman sonra, Yale Hukuk Fakültesi Dergisine “o benim gördüğüm ilk dâhiydi” diye yazdı. “16 yaşında güneyli bir çocuğun ilk kez bir siyah insanda dâhiliği görmesinin önemini abartmanın imkânı yoktur. Biz o zamanlar gerçekten hiçbir siyahın uşaklıktan başka bir şey yapabileceğini düşünmüyorduk. İşte ondan sonra şimdi bulunduğum Brown davasına katılmama yol açan süreç başladı.”
Armstrong ise Eylül 1941’de caz eleştirmeni Leonard Feather’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “En keyif duyduğum anlardan birinden bahsetmek istiyorum. Miami’de bir salonda verilen konserde çalıyordum. Sahneye çıktığımda daha önce hiç görmediğim bir şey gördüm. Zemin katta siyah ve beyaz binlerce insan vardı. İnsanlar siyah ve beyaz şeklinde ayrı sıralara oturmamıştı. Hepsi bir aradaydı – doğal olarak. Yanlış eyalette olduğumu zannettim. Böyle şeyler gördüğün zaman ilerlemekte olduğunu anlıyorsun.”
Keskin bir algıya sahip caz tarihçisi ve eleştirmen Stanley Crouch, New York Daily News’ta kısa bir süre önce şöyle yazdı: “Bir zamanlar caz çalan ve dinlemeyi seven beyazlar, ayrımcılığın getirdiği kısıtlamalara karşı çıkmaya başladılar. Caz, sonunda insanların bireysel yeteneklerine göre hüküm verilen fütüristik bir toplumsal güç haline geldi. Caz, yurttaşlık hakları hareketinin ortaya çıkışını Amerika’daki bütün sanatlardan önce haber verdi.”
Bir yandan cazın kökleri de bu süreci hızlandırıyordu. Tarlalarda çalışan kölelerin birbirleriyle seslenerek iletişim kurmaları; gospel şarkıları ve duaların, Yahudilerin kölelikten kurtuluşunu anlatan Tevrat hikâyeleriyle bağlantısı; cazın ortak dili olan blues’un, “What did I to be so black and blue?” diye şarkı söyleyen Armstrong’un sesinde yankılanması; hep bu kökün birer parçasıydı. Cambridge Üniversitesi’nden Tim Blanning kısa bir süre önce, dört yüzyılı ve çeşitli ulusları kapsayan “The Triumph of Music” (Müziğin Zaferi) adlı bir kitap yayımladı. Blanning kitabında, siyah müzisyenlerin nasıl yurttaşlık hakları hareketini hazırlayıp içinde yer aldıklarını anlatıyor. Amerikan Devriminin Kızları örgütü 1939’da, opera şarkıcısı Marian Anderson’a kendi konser salonları olan Constitution Hall’da sahneye çıkma izni vermemişti. Aynı Anderson, 1963’te Washington’a yapılan ünlü yürüyüşe katılan muazzam kalabalığı “I’ve Been ‘Buked and I’ve Been Scorned” şarkısıyla ayağa kaldırdı. Tim Blaninng kendisinin de o gün orada, sahne arkasında olduğunu ve bu protesto fırtınası hakkında Westinghouse radyosuna yayın yaptığını belirtiyor. Martin Luther King’in bütün dünyada yankılar yaratan konuşması içinse şunları yazmış: “Mahalia Jackson ona seslendi: ‘Onlara rüyandan bahsetsene Martin!`
Soul müziğin önderleri de, Washington’a yürüyüşün baş organizatörü A. Philip Randolph’un “bitmemiş devrim” adını verdiği hareketin temposunu hızlandırmıştı. Bunların arasında James Brown’un ünlü sloganı vardı: “Say It Loud – I’m Black and I’m Proud.”
50’lerde ve 60’ların başında gece gündüz hep cazla uğraştığım sırada, cazın yaratıcıları arasında yükselen yurttaşlık hareketi dalgası hakkında yazdım: Sonny Rollins’ten “Freedom Suite”, John Coltrane’in kaydettiği “Alabama”; ve Candid Records adına yaptığım, Güney Afrika’da çabucak yasaklanan bir albüm – Max Roach’un “Freedom Now Suite” albümü.
Cazla diğer tutkum olan İnsan Hakları Bildirisi arasındaki bağlantıyı bana ilk gösteren Max olmuştu. “Tıpkı Anayasa gibi biz de bireysel sesleriz” dedi. “Diğer sesleri dikkatle dinleyip bütün bu kişisel seslerden bir bütün yaratırız.”
Benim “Freedom Now Suite” albümündeki görevim kayıt teknisyeniyle birlikte ses provaları ve parçaların süreleri üzerinde çalışmaktı. Albümün kapağında bir haber ajansından alınan fotoğraf vardı. Fotoğraf, güneyde yalnız beyazların gittiği bir kafede yemek yiyen zenci öğrencileri gösteriyordu. Stüdyodaki göz kamaştıran öfke ve zafer dalgasına müdahale etmeye hiç niyetim yoktu; hele Max siyah Amerikalıların yaşadıklarını “Driva Man”den “Freedom Day”e bütün şarkılara aktarırken.
Bu albümde yer alan masalcılardan biri de, her şeye hâkim Coleman Hawkins’ti. Tenor saksafonu caza sokan adam olan Hawkins’in enstrümanından çıkardığı ses o kadar güçlüydü ki, bir kulüpte çaldığı zaman mikrofona ihtiyaç duymuyordu. O gün de bütün odayı doldurdu. Ve Abbey Lincoln; seçkin gece kulüplerinin o tatlı ve duygusal şarkıcısı, gözlerimin önünde öfkeli bir Sojourner Truhth’a (*) döndü.
1 Aralık 1955’te Rosa Parks, Alabama eyaletinin Montgomery şehrinde, otobüsün ön koltuğundan kalkmayı reddettiği için tutuklanmıştı. Bunun üzerine Dr. King, Holy Street Baptist Kilisesinin dışında toplanan 15.000 siyaha bir konuşma yaptı. Yakın arkadaşı ve danışmanı Clarence B. Jones’un yeni çıkan kitabı “What Would Martin Say?”de belirttiği gibi, King, tutuklamanın ardından ortaya çıkan ulaştırma boykotunu harekete geçiren kişiydi. “Biz burada, Montgomery’de, adalet bir su gibi akıp muazzam bir doğruluk ırmağı halini alana kadar çalışıp savaşmaya kararlıyız.”
Bu olaydan kısa bir süre sonra, bazı siyah yurttaşlık hakları eylemcileri, harekete yeterince katılmadığı için Ellington’ı eleştirmeye başladı. Bunun üzerine Ellington bana şunları söylemişti: “Böyle düşünen insanlar bizim yaptığımız müziği dinlemeyenlerdir. Uzun bir süre boyunca, bu ülkede toplumsal protesto ve gurur, zenci olmanın ne anlama geldiğiyle ilgili lafların en önemli konusu oldu. Caz ise kızının arkadaşlık etmesini istemediğin adam muamelesi görüyor.” Derken, birden gözleri parladı: “Franklin Roosevelt öldüğü zaman, ona saygıdan dolayı radyoda hiç Amerikan müziği çalmadı. Oysa bizim topluluğumuz bundan muaf tutuldu. Yas dönemi sırasında ona adanmış bir radyo programı yaptık.”
Barack Obama 20 Ocak’ta, Amerikan Başkanı olarak Franklin Roosevelt’in de içinde olduğu topluluğa katılacak. Eğer çalınacak müzik konusunda benim fikrimi soracak olsaydı Wynton Marsalis’e, orkestrasıyla beraber Ellington konserlerinde sık sık dinlediğim bir parçayı önerirdim: “Things Ain’t What They Used to Be.”
Sadece Bay Zenci sonunda gömüldüğü için değil, caz da o günü hızlandıracak bir güç olduğu için. Uzun zaman Ellington’la birlikte çalan Clark Terry bana şunları söylemişti: “Duke hayatın ve müziğin hep birbirine yakışır olmasını ister. Bir şarkı bestelerken kesin bir sonla bitirmekten hoşlanmaz. Şarkının sonunun hep bir yerlere gitmeye devam ettiği izlenimi vermesinden hoşlanır.”
İşte böyle, Martin Luther King’in doğum gününü ve yemin törenini kutladık.
(*) Asıl adı Isabella Baumfree olan Amerikalı köle. 1797-1883 yıllarında yaşayan Baumfree, köleliğin kaldırılması ve kadın hakları hareketlerine aktif eylemci olarak katılmıştı.
Nat Hentoff
(Yazılarıyla 1950’li yıllardan beri cazın içinde olan Hentoff, Charles Mingus, Ornette Coleman ve Thelonious Monk üzerine yazdığı kitaplarla tanınıyor. 1940’larda Harvard ve Northeastern Üniversitelerinde okuyan Hentoff caza Boston’da ki yerel yerlerde duyduğu müzikten etkilenerek ilgi duydu. Caz ile ilgili bilinen tüm gazete ve dergilerde yazmış olan Hentoff 84 yaşında olmasına rağmen halen yazmaya devam ediyor.)
Nat Hentof’un yazısını dilimize kazandırdığı için sevgili arkadaşımız Fethi Aytuna’ya teşekkür ediyoruz.
Cazkolik.com / 9 Şubat 2009, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.