Tablo: Çocuklarını yiyen Yunan tanrısı Kronos'u Rubens (soldaki) ve Goya farklı tarihlerde resmetmişti.
Bazen, öyle bir müziğe denk gelirsiniz ki, hani mıhlanıp kalmak gibi. Dinlediğiniz müzikleri düşünün, bu kadar etkileyici müzikal anların kaçı cazdı?
Bu sorunun cevabını vermek kolay değil. Antik Yunan tragedyalarından, Shakespeare’den bu yana temel insanî duygularla meşguluz. Sanat ve müzik de öyle. En kıymetli eserler varoluşa dair olanlar değil mi? Tarih öncesi ya da binlerce yıl sonrası insanın bu temel dürtülere yönelişi değişmeyecek, işte, bir cazsever olmama rağmen, geçmişe bakarak, klasik müziğin farkı ve üstünlüğünün öne çıktığını söylemek durumundayım. Klasik müzik, özellikle, yaratıcılık alanı sonsuz görünen dramatik skalada üç yüz yılı aşan sürede olgunlaşan olağanüstü bir repertuvara sahip. Daha öncekileri bırakın, sadece, içinde cazın da olduğu modernizme açılan 20. yüzyıl başı bestelenen çağdaş eserlerin duygusal gücü karşısında insan şaşkınlığa uğruyor.
Aaron Copland ‘Yeni Müzik’ isimli kitabında az sayıda müziksever 19. yüzyıl romantizminin müziğe ne kadar egemen olduğunun farkındadır diyerek caz dahil `yeni` müziklerin öneminin altını çizmişti. Ben de değinmiş olayım, 20. yüzyılın ilk yarısında tarihin en yıkıcı savaşların yaşanması sanatçıları derinden etkiledi. Bütün sanat yapıtlarında bu yıkımı görmek mümkün. İnsanoğlunun ahlakî sınırları ve duygusal yükü zorlandıkça yaratıcılığı arttı ama karşılında bedeller ödendi. Bu bedellerin önemli bölümünü sanatçılar ödedi. Vereceğim tek örnek, Elgar’ın ‘Çello Konçertosu’ bunu hissettirmek için yeterli. Kıta Avrupasının nasıl büyük bir yenilgiye uğradığını anlatır bu eser, ya da bana öyle geliyor, öyle olmalı. Elgar’ın kemancı olmasına rağmen müziğini çelloya emanet etmesi haklı bir tercih. I. Dünya Savaşı’nın ertesinde, 1919'da bu bestenin ortaya çıkması şaşırtıcı değil. I. Dünya Savaşı'ndaki kaybetmişlik ve utancın altından kalkmak kolay değildi. Bir çok kişi her şeyi geride bırakıp ‘yeni dünya’ya kaçmayı tercih etti. Geride korkunç bir yıkım, ayakta kalması mümkün görünmeyen ülkeler ve insanlar yığını kalmışken yirmi yıl sonra yeniden ve çok daha büyük bir yıkım yeniden yaşandı.
Aynı Aaron Copland, insanların, cazın histerik ve grotesk çığlıklarını cazip bulması şaşırtıcı değildi demeye getiriyor
1920`lerin başında tüm sosyal toplum katmanlarını aynı müzikte buluşturmanın bir yolu muydu caz? Geçmişte kalması istenen dünyanın günahı mıydı yaşananlar? Müzik, kendi karşılığını yaratmayı başarmış görünüyordu. Tüm o acaipliğine, yırtıcılığına, olgunlaşmamışlığına rağmen kendine özgü bir cazibesi vardı ve cazda ilk bozulmalar da klasik müzikle karşılaşmasıyla yaşandı. Henüz başedebileceği bir ‘rakip’ değildi. Big Band’ler klasik müziğin dans müziği formlarını kullanmaya çalıştıkça zevksizleşti ve bozulma arttı ama kendi içinden çıkan haklı tepki de bu dönem geldi.
Geriye dönerek, 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki Elgar, Dvorak, Rachmaninoff, Debussy, Janacek, Webern, Schoenberg gibi isimlerin eserlerini yeniden dinleyin. Goya’nın, El Greco’nun kendi dünyalarına dair resmettikleriyle mukayese edilebilir bir dünyanın derinliği tarif edilir gibi değil. 20. yüzyılın başında yaşayanlar için yeni dünya ve caz iyi bir kaçış yoluydu belki ama unutmamalı ki insanoğlu, yıkımları kendi eliyle yaratan, bunun olması için çabalayan sorunlu bir varlık. Yeniden böyle büyük yıkımlarla karşılaştığımızda kaçacağımız yeni bir dünya yok. Bu yükün altında caz da ezilir.
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 03 Ekim 2022, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.