(Bu yazıya ait okunma rakamları 14 Şubat 2011 tarihinden sonrasına aittir.)
Değerli Cazkolik izleyicileri, sıcaktan bunaldık, yağmurdan bıktık, ağız tadıyla bir yaz yaşamayı özledik derken, bir mevsim daha geride kaldı; Eylül’e geldik. Herkesin yazdan beklediği farklıdır mutlaka; bu yüzden eminim, herkesin Ağustos’u da farklı geçti. Belki tatil yapıp dinlendiniz, belki çalışmayı sürdürüp yoruldunuz; belki plaj partilerinde keyif yaptınız, belki okulunuzu özleyerek kitap okudunuz. Kıyı kentlerinde kalabalık ve eğlenceye koşanlar da oldu, kentin nispeten sakin yaz halinin tadını çıkartmak için İstanbul’da kalanlar da… Bir kısmınız da belki, benim gibi, içerisine bunların hepsinden biraz karıştırdığı bir “yaz kokteyli” oluşturup üzerine de, yaz boyunca çeşitli etkinliklerle izlemek fırsatını bulduğunuz müzikleri serpti…
Şimdi hem yazdan kalan günlerin tadını çıkartıp ufukta hazır bekleyen pastırma yazının hakkını vermek hem de kışa hazırlanmak üzere, sonbahar ruhuna girmenin zamanı… Ben bir yandan bunu yaparken, bir yandan da yolculukları sürdürüyorum. Bu ay da sizi yine başka bir adrese götürmek istiyorum. Bu seferki, oldukça bilindik bir yer; hiçbir egzotik yanı yok ama sonbaharı tüm diğer zamanlarından daha keyifli. Bu ay birlikte, Londra’ya gidiyoruz…
Güzin Yalın
Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...
“Başka diyarların caz lezzeti…”
Bazı kentler insanı her seferinde bir başka yönüyle etkiler; hatta zaman içinde birbirinden çok uzak ve ilgisiz gibi görünen ufak tefek pek çok nedenden tamamen kendisine bağlar sizi; esir alır. Kimi zaman gece yaşamı, kimi zaman mimarisi; bazen coğrafyası, bazen yiyecekleri, bazen de bir ara sokağı büyüler insanı. Tarihi ilginçtir; sanat yaşantısı canlıdır; doğası özeldir; insanları cana yakındır; kuşları güzeldir, köprüleri vardır… Kısacası, bazı kentlerin insanı kendisine bağlayacak bir yönü illaki bulunur. Arka mahallelerinde dolaşırken yaşamın damarlarından aktığını duyarsınız veya istediğiniz her anda herhangi bir kapıyı çalıp sizi bekleyen bir sofraya teklifsizce oturabileceğinizi düşlersiniz. Bazı kentlerde kendinizi hem maceranın göbeğindeymişsiniz gibi tehlikelere açık, hem de evinizdeymişsiniz gibi güvende hissedersiniz.
Benim için Londra, işte böyle bir kenttir… En fazla tat aldığım, en fazla özlediğim, varlığından en fazla mutlu olduğum kentlerden birisidir. İnsanın anlayabildiği dillerden birisinin konuşulduğu bir kent, doğal olarak çok daha cana yakın ve çok daha rahat gelir; bunu kabul ediyorum. Çünkü dilini bilmek, size söz konusu kentin kültürüne aşina olma olanağı verir ki, bu da bir kenti sevmek için çok önemli bir nedendir. Bu yüzden, benim Londra’ya olan aşkım, oldukça öznel olarak kabul edilebilir. Ama müptelası olduğum keyiflerden hiçbirisi konusunda beni hayal kırıklığına uğratmamıştır Londra; hem de hiçbir zaman… Dönüp dönüp geri geldiğim kentlerin en başında yer aldığı halde, beni hiç bıktırmamıştır. Eh, bu da onu sizlerle paylaşılmaya değer kılar bence… Biliyorum, birçok kişi için “karanlık”, “kasvetli”, “silik” türünden kelimelerle ifade edilmek gibi bir kaderi vardır Londra’nın. Ama ben de, “Londra’yı bir de benim gözümle gezin” demek istiyorum; gerçek lezzetlerini, bir de benden dinleyin…
Eğer bir kentte geçici bir süre için kaldığın halde, orayı tüm keyifleriyle yaşayabilmek ve kendini o kente ait, o kenti de seninmiş gibi hissetmek bir mutluluksa, ki benim için öyledir; Londra bu dünyada insanı en çok mutlu edecek kentlerden birisidir. Bu durum yalnızca, yaşamına geçici olarak girenlere sunduğu keyiflerin çokluğundan değil, kentin dokusuna sinmiş olan birçok başka özellikten de kaynaklanır; paylaşmaya hazır olmak, keşfetme ve giderek fethetme olanağı sunmak ve birbirinden çok farklı birçok kültürü içerisinde barındırmak gibi… Eğer isterseniz, Londra’da iki gün için bile kente karışıp renkli yaşantısının eksiksiz bir ortağı olabilir, yıllardır süregelen adetlerinin bir parçası haline gelebilirsiniz; o buna izin verir...
Londra pek çok alanda ilk bakışta belli ettiğinden çok daha zengin ve derin bir çeşitliliğe sahiptir ama bunlardan herhangi birisine detaylı bakmadan önce, tarihine kısaca bir göz atmama izin verin çünkü bunun kenti daha iyi anlamamıza yardımcı olacağına inanıyorum… Aşağı yukarı iki bin yıl geçmişe uzanan bir tarihe sahiptir Londra. İlk kez Romalılar, M.S.43 yılında bugünkü yerinde bir kent kurmuşlar ve adına da “Londinium” demişler. Londra isminin aslında bu Romalı isimden geldiği tahmin edilmekte… M.S.2. yüzyılda, yani bir Roma kenti olarak gücünün en yüksek noktasına eriştiğinde, kentte 60 bin dolayında bir nüfus yaşıyor ki, bu o zaman için olağanüstü önemli bir rakam. Londra’nın Romalı yaşantısı, M.S.3. yüzyılda imparatorluğun zayıflaması ve bu kentin de terk edilmesiyle son bulmuş. M.S.600 civarında, Romalı Londra’nın biraz kuzeyinde, bugün Londra’da Covent Garden’ın olduğu yerde, artık Lundenwic adlı bir Anglosakson kenti var. Kent daha sonra genişleyerek, Lundenburgh adını alıyor; orijinal bölümüne de “eski şehir” anlamına gelen Ealdwic adı veriliyor ki, bu isim Aldwych semtinin ismi olarak günümüz Londra’sına kadar ulaşıyor. Londra tarihinin bundan sonrası, herkes için daha bilindik. Önce çok gelişip yeniden bir ticaret ve yaşam merkezi oluyor; 12. yüzyılda da İngiltere’nin başkenti haline geliyor.
Tarihte gezinmeyi daha fazla uzatmanın anlamı yok ama iki önemli felaketi anlatmadan geçersem, kentin bugünkü kimliğinin kökenleri tam anlaşılamayabilir diye bir kaygım var. Bu yüzden, kısaca 1665-66 yıllarındaki veba salgınından ve 2. Dünya Savaşı sırasındaki bombardımanlardan söz etmek istiyorum… Veba uzun süredir önemli bir sorun olarak kentte mevcutken, 1665’de korkunç bir salgına dönüşmüş. Gerçi o sıralarda Avrupa’nın pek çok kentinde daha veba sık sık görülmekteymiş ama Londra’daki salgın, herhalde tarihin en büyük salgını ve önünün alınması da, ancak yine başka bir felaketle gerçekleşebilmiş. 1666’daki büyük Londra yangını, çoğu ahşap olan binalarıyla neredeyse tüm Londra’yı tamamen yakarken, vebaya neden olan sıçanları da yakıp öldürmüş ve salgın ancak böylece durabilmiş. Yangından sonra kentin yeniden yapılması da, aşağı yukarı 10 yıl sürmüş.
İkici felaket ise, 2. Dünya Savaşı sırasında, Londra’da 20 binden fazla Londra’lının ölmesine ve kentin bazı bölgelerinin yerle bir olmasına neden olan ve “blitz” denilen bombardıman. Alman uçaklarının meydana getirdiği bu tahribatın tamamen onarılması, 1950’lerden 70’lere kadar sürmüş çünkü blitz sonucu Londra’da bir milyondan fazla ev yıkılmış ve böylece sonunda bu olay, Londra’nın bugünkü mimari çehresine kavuşmasına, yani pek bir stil taşımayan karmakarışık mimaride bir kent olmasına neden olmuş.
Bugün Londra, her şeyden önce Avrupa Birliği’ne mensup ülkelerin tüm kentleri arasında, kentsel yerleşim alanı açısından, en büyük olma özelliği taşır. Sadece İngiltere ve Birleşik Krallığın merkezi değil, aynı zamanda, dünyanın da en önemli finans, politika, sanat, eğitim, moda ve ticaret merkezlerinden birisidir… Londra ayrıca, bu durum benim kadar tutkunu olanların pek hoşuna gitmese de, dünyanın en önemli turistik merkezlerindendir. Heathrow Havaalanı yabancı yolcu taşıma hacmi açısından dünyada birinci gelirken, kent yılda 30 milyon kişiyi bulan turist sayısıyla, tüm dünyada yalnızca Paris’in ardında kalır. Kısacası, tam anlamıyla bir “dünya baş kenti”dir Londra… Zaten bu denli canlı bir dünya kenti olduğu için kültürel açıdan bu kadar zengindir, ki bu durum aynı zamanda beni kente bağlayan keyiflerin de temel kaynaklarından birisidir. İçerisinde barındırdığı etnik çeşitlilik ve bu karmaşadan gelen ahenk, tek başına İngiliz kültürünün sağlayamayacağı bir hareket ve canlılık yaratır. Bu çok renklilik ve çok seslilik durumunun en fazla yansıdığı boyutlardan birisi de, kentin yeme-içme yaşamıdır… Biliyorum, şimdi çoğunuz, “Londra’da yemek yemeninin ne keyfi olur; İngilizlerin bir mutfağı mı var ki?” diye düşünürsünüz. Aslında haksız da olmazsınız böyle düşünürseniz çünkü İngiliz mutfağı gastronomik çevrelerce biraz ihmal edilmiş, belki de biraz haksızlığa uğramış bir mutfak olsa da, itiraf etmek gerekir ki, Londra’da yemekten söz edince, dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar, tüm dünya mutfaklarından söz ederiz. Bu yüzden de, her yediğiniz yemek diğerinden farklı olabilir ve dolayısıyla bu kentte yemek yemek sürekli bir keyif haline gelebilir. Dünyanın tüm mutfaklarını, en iyi örnekleriyle bulmak mümkündür Londra’da, hem de her bütçeye uyan farklı fiyatlarla. Uzun sürmüş bir sömürgecilik yaşamının doğal sonucu olarak, İngiliz günlük hayatına yerleşmiş adetlerin başında uzak ülkelerin başka yerlerde egzotik kabul edilecek yemeklerini gündelik olarak tüketmek alışkanlığı vardır. Hint, Tayland, İtalyan, Japon, Meksika, Vietnam, Orta Doğu, Çin, Güney Amerika ve Fransız restoranlarının dünyadaki en iyi örnekleri Londra’dadır… Ama bunun yanında, standart uluslararası mutfak veya kafe/bistro tarzı denilen yiyecek mekanları da dünya kalitesindedir; İngiliz mutfağının tam anlaşılamamış bütün değerleri de tabii ki burada mevcuttur. Füzyon mutfak, moleküler mutfak, konsept mekan gibi tüm yeni akımların merkezi de Londra’dır, fast food tarzı ama kaliteli yemek yenilebilecek mekanların en çok bulunduğu yer de… Restoranlara ilaveten, türlü çeşit gece kulüpleri, publar, farklı uzmanlıkları olan yiyecek dükkanları, barlar, çay ve kahvaltı salonları meraklıları için türlerinin en ilginç örneklerini sunmak üzere hazır beklerler.
Söz yeme-içmeye gelince, her zaman tat aldığım; bazen yemekleri, bazen ambiyansı, bazen de yeri yüzünden beni hep mutlu etmiş bir-iki adresi yazmadan geçemeyeceğim… Gelin, sizi Londra’da hızlı bir keyif turuna çıkartayım; benim sevdiğim yerlere uğrayalım; belli mi olur, beğendiklerinize belki bir gün geri gelirsiniz… Kahvaltıyla başlayalım isterseniz ve tam İngiliz usulü bir kahvaltı yemek için, Wolseley’e gidelim veya daha mütevazi bir mahalle mekanında aile usulü keyif isterseniz, Tom’s Deli emrinizde… Çabucak farklı ve lezzetli yemekler yemek için, Wahaca (Meksika), Busaba (Tayland), Masala Zone (Hint), Ottolenghi (Akdeniz), Wagamama (Japon), Carluccio’s (İtalyan), Yauatcha (Çin) hiçbir zaman hayal kırıklığı yaratmayan adresler. Sonra isterseniz, günün her saatinde ayrı bir kimliğe bürünen ve İstanbul’da son zamanlarda çok popüler olmuş birçok yerin de ilham perisi olan Sketch’e uzanabilirsiniz veya gece birçok caz ustasının sahneye ilk çıktığı yer olan Soho’daki ünlü Ronnie Scotts Jazz Club’da müzik eşliğinde içkinizi yudumlayabilirsiniz. Daha uzun ve şık yemeklerin değişmeyen adresleri, Hint yemekleri için Amaya, Tayland mutfağı için Thai Square, Japon lezzetleri seviyorsanız Nobu, İtalyan yemekleri favorinizse Zafferano, dünyanın en lezzetli tatlıları için Asia de Cuba, brunch keyfi için Tom’s Kitchen… Zevkli bir çay saatinin en şık adresi Laduree, keyifli şarküteri alışverişi için La Fromagerie, çikolata tutkunlarına en uygun mağaza Hotel Chocolate, tüm yiyecekler için alışverişinin en prestijli mekanı Fortnum and Mason’ın yiyecek reyonu, çayın enva-i çeşidi Withard’da.
Sizi “Londra’nın tüm keyfi yiyip içmek mi?” diye isyan ettirmemek için, bu güzelim kentin benim içime mutluluk salan diğer özelliklerine geçmek istiyorum. Tahmin edeceğiniz gibi, Trafalgar Square, Tower Bridge, Marble Arch veya Madam Taussaud’s gibi klasik turist mekanlarından söz etmeyeceğim. Bunlar çok ilginç olmadığından değil, benim gönlüm daha az bilindik ama daha ince detayları olan farklı yerlerde olduğu için. Örneğin, bir gün mutlaka Marlybone High Street’e gitmenizi ve alışveriş yapmasanız bile, Daunt’s Bookshop’a bir göz atmanızı hararetle öneririm. Marlybone High, hem birbirinden şık dükkanları ve farklı tattaki kafeleri, hem de Oxford Street, St. Cristopher’s Place, Baker Street gibi merkezi ve bilindik adreslere yakın konumuyla bence Londra’nın en hoş caddelerinden birisi. Daunt’s Bookshop ise, yalnızca seçilmiş kitaplar sunan, başlangıçta Londra’nın ilk gezi yayınları kitapçısı olarak açılmış bir kitapçı. Şimdi uzmanlık alanını özel coğrafyaların antropolojisi, tarihi, kültürel yaşamı konularına da genişletmiş bulunuyor. Ülkeler bazında sınıflandırılmış olarak sergilenen kitapları ahşap duvarlar arasına yerleştirilmiş deri koltuklarda, klasik İngiliz kütüphanesi dekorunda incelemek benim gerçekten içimi ısıtıyor.
Kitapçılardan söz açılmışken, Picadilly caddesindeki Hatchards’dan söz etmemek olmaz. Burası İngiltere’nin en eski kitapçı dükkanı; 1797’de bugün bulunduğu adreste açılmış ve ünlü yazarların uğrak yeri olarak da biliniyor. Özelliklerinden birisi de, bu denli eski bir dükkan olduğu halde, stoklarında antika kitap olarak, yalnızca Churchill’in yazdığı veya Churchill hakkında yazılmış olan kitapları bulundurması.
Tüm teknolojik gelişmelere, online alışveriş imkanına ve internet gezmelerine rağmen, kitapçılarda zaman geçirmek benim için hala büyük bir mutluluk… Ama bunun herkes için aynı derecede geçerli olmayacağını biliyorum. Bu yüzden, sözünü ettiğim bu kitapçıların, kitapseverler için cennet sayılmalarının yanında, sosyal, tarihi, mimari başka özellikleri de bulunduğunu hatırlatmak istiyorum. Ben benzer bir küçük mutluluğu da, Charing Cross tren istasyonunun yanından nehir kıyısına inerken soldaki kuytuda yer alan küçücük parkta oturup kitabımı okuduğum zaman hissediyorum galiba. Bir de klasik bir Portobello gezisinden sonra, kendimi kalabalıktan kurtarıp Westbourne Grove’a ulaştığımda… Burası sanki yıllarca yaşadığınız mahallenize geri gelmişsiniz gibi bir duyguya kapılmanıza, dolayısıyla kendinizi kente ait hissetmenize yardım eden bir bölge. Herhangi bir aşina köşede oturup Portobello’daki alternatif giysi mağazası Appletree Boutique’den kızım için aldıklarımı yeniden gözden geçirmek her seferinde günün yorgunluğunu unutturuyor. Portobello biliyorsunuz, bir ucu Notting Hill Gate’te olan uzun bir sokak. Buradan başlayıp Westway’a kadar inen yolun üzerinde, her Cumartesi bir bitpazarı kuruluyor. Hiçbir şey almasam da, bu pazarı gezmenin, Londra’nın en önemli tatlarından birisi olduğunu düşünüyorum çünkü adının bit pazarı olduğuna kanmamak gerek; Portobello’nun tezgahlarında aklınıza gelebilecek eski/yeni her şey mevcut. Doğrusu, yalnızca her köşede karşınıza bir sürpriz eşya çıkabilmesi olasılığına veya satılan malların baş döndürücü çeşitliliğine değil, pazara gelen insan karmaşasına ve mevsim ne olursa olsun cıvıl cıvıl olan atmosfere de bayılıyorum. Bir de tabii, Cumartesi haricindeki günlerde de gidebileceğiniz sabit antikacıların hoşluğuna… Notting Hill’e sapan yolun hemen üzerindeki mağazalarda Hindistan’dan gelmiş değerli ve özel mücevherler de sizi bekliyor; almanıza gerek yok, bakmak için bile güzel… Portebello gezisini bitirmeden mutlaka Blenheim Crescent’daki Travel Bookshop ve Books for Cooks’a uğramalısınız. Birincisi, ünlü “Notting Hill” filminin çekildiği kitapçı dükkanı. İkincisiyse, sadece yemek kültürüne dair kitaplar satan bir kafe.
Portobello çıkışında Westbourne Grove tarafına gitmek istemeyenler için, bence en iyi seçenek Notting Hill’e çıkıp belki oradan Kensington Church sokağını takip ederek, Kensington High Street’e ulaşmak olabilir; burada tavsiyem, Whole Foods mağazasına uğrayıp Amerikan tarzı farklı bir yeme-içme sunumu/pazarlaması örneğini yaşamanız.
Aslında Londra’nın herhalde en ilginç özelliklerinden birisi de, değişkenliği. Kimi zaman sakin ve ağırbaşlı, kimi zaman çılgın ve hızlı; bazen klasik, bazen ultra modern; bazı yerlerde tamamen otantik, bazı yerlerde oldukça turistik… Örneğin bütün güzelliğine ve cazibesine rağmen bir Cumartesi günü Covent Garden’a gidip de burayı fazla kalabalık ve turistik bulmamak çok zor. Oysa sadece Covent Garden’ın kendisi değil, içerisinde bulunduğu semtin tümü çok cazip aslında. Kentin en canlı bölgelerinden birisi burası… Yukarıda Soho, Leicester Square, St. Martin’s Lane, Long Acre ve Neal Street’ten aşağıda Starnd, Aldwych ve Embankment’a kadar bu bölge, hemen her konunun meraklısına bir şeyler verebilecek zenginlikte. Sahaflar, tiyatrolar, dükkanlar, restoranlar, kafeler, çok kısa bir mesafe içerisinde, elinizin altında. Covent Garden’ın göbeğindeyse, kırkambar niteliğindeki pazara ilaveten, her daim bir gösteri, her köşede bir yenilik mevcut. Cambazlar, pantomimciler ve alt avluya her gün aynı saatte gelerek konserler veren sokak şarkıcıları, tarihi yapının mahzeninde yer alan restoranda içeceğiniz bir kadeh şarap eşliğinde çok büyük bir keyif kaynağı olabiliyorlar. Öte yandan, Londra’nın doğusuna yani East London’a giderseniz, günlük hayatın turistik karmaşadan uzak olan daha gerçek yüzünü, Londra’da yaşayan insanları, kentin yerlilerinin gittiği pubları görmeniz mümkün. Angel ve Liverpool Street bu bölgede kentin nabzının attığı yerler. Aslında gerçek Londralıların yaşamını görebileceğiniz birçok başka mekan daha mevcut tabii. Bunun için, biraz merkezden uzaklaşmak yeterli. Örneğin, Londra’da yeterince vakti olanlar için, karmaşadan ve turistik tempodan biraz kaçmak üzere gidilecek başka bir ideal nokta, kentin kuzeyde yer alan tek tepesi Primrose Hill. İstanbul’un cânım yedi tepesinin yerini tutamaz burası tabii ama Londra’yı yüksekten seyretmek, yemyeşil çimenlerde uzanıp dinlenmek ve bu bölgedeki yerleşim merkezlerinin tarzını görmek, farklı bir tat bırakır insanın damağında.
Londra’nın lezzet ve keyif kaynağı yönlerinden söz ederken, hele de tarihinden böyle uzun uzun bahsetmişken, lafın müzelere gelmemesi, tabii ki, olanaksız… National History Museum (Tarih Müzesi), Theatre Museum (Tiyatro Müzesi), Science Museum (Bilim Müzesi), Imperial War Museum (Kraliyet Savaş Müzesi) ve daha birçok birbirinden ilginç müze Londra’yı, ismi müzeleriyle de anılan bir kent haline getiriyor. Ben aslında öyle pek müze meraklısı birisi değilim, doğrusunu isterseniz… Müzelerde zaman geçirmeyi, ancak bir kenti tüm diğer boyutlarıyla iyice tanıdıktan sonra düşünürüm normalde. Ama tabii bazı öyle kentler ve öyle müzeler vardır ki, zaten kenti tanımak biraz da o müzeyi gezmiş olmaktan geçer. İşte Londra’daki Victoria and Albert Museum da benim için böyle bir mekandır. Dört buçuk milyonun üzerinde obje barındıran bu müze, dünyanın en büyük dekoratif sanatlar ve dizayn müzesidir. Sabit bölümlerine ilaveten, yıl boyunca açılan geçici sergileriyle de önemli bir cazibe noktası olan V&A Müzesinde, beni en çok etkileyen bölüm, içerisinde dört bin yıllık bir tarihi kapsayan parçalar barındıran cam koleksiyonudur ama tüm diğer salonlar da keyifle izlenecek ilginç malzemelere sahiptir.
Sonra tabii, ünlü British Museum… Bu müze, bir yandan inanılmaz zenginlikteki sürekli koleksiyonu ve çeşitli geçici sergileriyle tüm uygarlık tarihinin bir özeti gibidir; bir yandan da bana her seferinde, “bunların burada işi ne?” dedirten uzak uygarlık kalıntılarıyla, yüzyıllar sürmüş ünlü İngiliz emperyalizminin bir hatırlatıcısıdır. Asırlar boyu işgal ettikleri, sömürdükleri, kullandıkları pek çok ülkeyi mümkün olduğunca kendi kültürlerine asimile eden İngilizler, bu ülkelerin tüm değerlerini hat safhada kendi yararlarına kullanırken, tarihi zenginlikleri bunun dışında tutmamışlardır, doğal olarak. Ve de bu sayede, neredeyse tüm dünya uygarlığının kısa bir özeti, bu uygarlıkların neredeyse tümünden binlerce kilometre uzaktaki Londra’da bir müzede karşınıza çıkar…
Bu konuda İngilizlerle ilgili olumsuz bir yorum yapmaktan kendimi alıkoyamadıktan sonra, Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek amacıyla, sade İngiliz vatandaşının sokaktaki nezaketinden söz etmeden de geçemeyeceğim… Gerçi bunu yaşayabilmek için, önce sokakta İngiliz vatandaşı görüp İngilizce konuşulduğunu duyabilmeniz gerek ve bu da, artık neredeyse bir lüks haline gelmiş bulunuyor Londra’da… Hintliler, Uzak Doğulular, Ruslar ve Araplar başta olmak üzere, kelimenin tam anlamıyla “otuz iki buçuk millet” Londra sokaklarını dolduruyor; bu da tabii, Londra’ya gerçek bir dünya kenti kimliği verdiği kadar, çok renkli ve keyifli bir karmaşa oluşmasına da neden oluyor. Ve nedendir bilinmez, bu çeşitlilik ve karışıklık, tüm yoruculuğuna rağmen çok da özel bir keyif oluşturuyor. Bu gerçek bir yana, Londra’da karşınıza çıkan İngilizler, genelde nazik, yardımsever ve saygılı olmalarıyla dikkatimi çekiyorlar hep ve sanırım bu da insanın kendisini Londra’da çok yabancı gibi hissetmemesini sağlayan nedenlerin başında geliyor.
En az müzeler kadar ilgi çekici başka bir çekim alanı da, galeriler… Başta modern sanatı sevenler için Tate ve Barbican galerileri olmak üzere, London National Gallery Royal Academy of Arts, National Portrait Gallery ve bunlardan küçük ve genç birçok galeri daha, Londra’daki sanat sahnesinin en güzel boyutlarından birisini meydana getiriyorlar. Özellikle Royal Academy of Arts’da açılan, “Türkler”, “Terakota Askerler”, “Van Gogh” gibi uzun süreli sergiler, başlı başına bir Londra seyahatini hak edecek nitelikte oluyor doğrusu…
Müzeler ve galeriler iyi hoş da, bu büyüleyici kentin beni en çok ilgilendiren boyutu galiba tiyatroları… Kentin “West End” denilen batı bölgesinde yer alan onlarca tiyatro sahnesinde, her sezon tiyatro tarihinin önemli eserlerinden en az birisini, dünyanın en ünlü oyuncularından birisinden izlemek mümkün. Deneysel, post modern, klasik, epik her türden birçok oyun aynı anda Londra’nın bir köşesinde sahneliyor; seçim sizin. Tahmin etmek zor değil, her sezon sahnelenen oyunlar arasında, mutlaka Shakespeare repertuarından seçilmiş birkaç eser de oluyor. Buna bir de, opera ve bale gösterilerini eklerseniz, Londra’nın neden sahne sanatları cenneti olduğu ortaya çıkar. Tüm bu baş döndürücü olasılıklar arasında benim favorim ise, müzikaller. Teatral değerlerini tiyatronun klasik eserleriyle kıyaslayamasam da, ihtişamlarının, eğlencelerinin ve çeşitliliklerinin önüne hiçbir şey geçemez diye düşünüyorum. Özellikle Andrew Lloyd Weber ve onun ekolünün eserleri her seferinde birer şölen niteliği taşıyor. Başta “Phantom of the Opera” olmak üzere, “Chicago”, “Les Miserables”, “Carmen Jones” ve “Hair”, meraklısı olanlara rastlarlarsa mutlaka görmelerini önereceğim müzikaller. Ayrıca, Jonathan Pryce, Sarah Brightman, Ralph Fiennes, Kim Cattrall veya Holy Hunter’ı canlı performanslarında izlediğim oyunların tadını tabii ki hala damağımda taşıyorum. Tüm bu gösteriler için yarı fiyatına bilet bulmak isterseniz, günlük olarak Leicester Square’deki TKTS bilet gişesine gitmek yeterli.
Londra’da kendimi evde hissetmeme ve dolayısıyla bu güzelim kentin doya doya tadını çıkartmama yardımcı olan pek çok unsurdan bir tanesi de, bizim kentimizde pek az miktarda mevcut olduğu için aslında hasret kaldığım bir şey; parklar ve bahçeler. Parklar, özellikle Avrupa kentlerinin her zaman göz bebeği çünkü kente yalnız bir güzellik katmakla kalmıyorlar, aynı zamanda nefes almasını da sağlıyorlar. Ama nedense, Londra’nın parkları benim için her zaman en cazip olup en fazla keyif verenler… Ünlü İngiliz bahçecilik anlayışının zarafetiyle düzenlenmiş olmalarından herhalde. Bir de Hyde Park, Regent’s Park, Holland Park gibi büyük olanların dışında, küçük, sıcak ve sevimli de olmalarından… Örneğin St. James’ Park ve Kensington Gardens bence, tadı gerçekten vazgeçilmez, huzur dolu mekanlar… Bu arada, artık neredeyse dünyada herkesin bildiği bir yer olduğu için detaylara girmeye gerek yok ama Hyde Park’tan gelen tatları hatırlatmadan geçemeyeceğim çünkü konserler mi istersiniz; türlü çeşit spor olanağı mı; özgürce her tür fikrini savununlar için “Speakers’ Corner”mı; aslında yapay bir göl olmasına rağmen bunu neredeyse herkese unutturacak kadar doğal görünen Serpentine’ın üzerinde model tekne yarışları mı, çoluk çocuk piknikler mi, at binme olanağı mı veya yalnızca şezlonglarda güneşlenmek mi; hepsi işte Hyde Park’ta…
Öyle yabancı kentlerde alışveriş yapmaya meraklı birisi değilim aslında ama Londra her zaman pazarları ve çarşılarıyla da beni cezbetmiş bir kent. Tahmin edebileceğiniz gibi, Harrods’da, Sloane Street’te veya Bond Steet’te lüks alışverişler yapmaktan söz etmiyorum. Bunların keyfini inkar edecek değilim; hatta konuya bir de, bir İngiliz fenomeni olan “high street shopping”, yani “ana caddede alışveriş” olgusunu eklemek isterim. Bu, özellikle Oxford Street, Regent Street, Kensington High Street ve Knightsbridge yörelerinde yoğunlaşan çoğunlukla İngiliz markalı, modaya son derece uygun, ünlü marklarla yarışacak şıklıkta ama uygun fiyatla giyim eşyası satan mağazalardan sık aralıklarla alışveriş yapmak anlamına geliyor ve dünyada pek eşi benzeri olmayan bir şey olarak, Londra yaşantısının en canlı boyutlarından birisini meydana getiriyor. Ama yine de, Londra’da alışverişten söz edince benim ilgimi çeken daha ziyade, Carnaby Street, Gray’s Antique Market ve Drury Lane gibi eski ve özel dükkanların yer aldığı alternatif yerler; Piccadilly Arcade ve Burlington Arcade gibi kentin hem en eski alışveriş mekanları, hem de bir zamanların en şık piyasa güzergahı olan pasajlar ve de Londra’nın çeşitli bölgelerine dağılmış türlü çeşit pazarlar… Bu pazarları özellikle biraz daha anlatmak istiyorum size çünkü ben Londra’da olduğum zaman buralarda saatler geçirip çok eğleniyorum. Böyle bir keyfi de sizinle paylaşmasam olmaz diye düşünüyorum.
Pazarlar arasında benim favorim olanlardan ilki, Chelsea Farmer’s Market. Burası aslında artık çok önemli bir pazar niteliği taşımayan, eskiden sebze pazarı olduğu için hala bu isimle anılan bir mekan. İçerisinde dükkanlar ve restoranlar var ama asıl özelliği, Chelsea’de bir mekan olması, Sloan Square’de başlayıp King’s Road boyunca yaptığınız geziyi tamamladığınızda soluklanacağınız bir vaha oluşturması. Öylesine kentin alamet-i farikalarından birisi olmuş ki, buraya uğradığınızda, kendinizi gerçek bir Londralı gibi hissediyorsunuz. Ayrıca bildiğim kadarıyla burası, Londralı gençlerin de özellikle tercih ettiği bir mekan ve bu yüzden farklı bir ruha da sahip.
İkinci şiddetle tavsiye edilir pazar tecrübesi, Camden Pazarlarında… “Pazarları” diyorum çünkü bu aslında, birçok küçük pazarın iç içe geçtiği bir şenlik. Regent’s Kanalı boyunca yer alan bu pazarlarda, giysiden, antikaya, takıdan hediyelik eşyaya her şeyi bulmak mümkün. Eğer kalabalıktan şikayetçi olanlardan değilseniz, Cumartesi ve Pazar günleri, tezgahlar kurulduğunda gitmeniz tavsiye edilir ama hafta arası da açık olan dükkanlar mevcut… Buranın lezzeti marjinal olmasında, belli bir dönemin sembolü haline gelmiş olmasında aslında. Portobello’nun, bir bit pazarı olmasına rağmen aristokrat bir İngiliz edası taşıdığı düşünülürse, bu oldukça ilginç bir özellik olarak görünüyor insana… Pek çok kült haline gelmiş pop şarkısının içerisinde yer alan Camden Town, aynı zamanda İngiltere’deki ilk elektrikli lamba kullanan bar olan Electric Ballroom ile de ünlü… Electric Ballroom gerçekten ilginç; yalnızca, içerisinde çalınan zamanına göre hep progresif canlı müzik yüzünden değil, aynı zamanda gündüzleri de içerisinde Pazar kurulan bir bina olduğu için. Bu özelliklerinden ötürü, koruma altına alınmış olan binanın, yerine metro istasyonu yapmak üzere yıkılmasına da, belediye karşı çıkmış…
Yaşadığı bölgeye ve bu coğrafyadan gelen keyiflere tutkun birisi olarak, bu kuzey kentinde Akdeniz’in canlılığını ve sıcaklığını pazarların kalabalığında ve hızlı temposunda buluyor olmalıyım diye düşünüyorum. Londra’daki pazarlar da, dünyadaki tüm benzerleri gibi, kentin ana yaşam damarının en hızlı attığı, dolayısıyla da Akdeniz yaşantısı benzeri bir tempoya sahip olan noktalar bence… Halk arasındaki gündelik adı “London Larder”, yani “Londra’nın Kileri” olan Borough Market, Dickens döneminden kalma tipik demir işlemeli bir çatının altında yer alan, Akdeniz’deki benzerlerine göre orta büyüklükte sayılabilecek bir mekan. İçerisindeki yiyeceklerin çeşidi ve kalitesiyse, hiçbir başka pazardan geri kalmayacak kadar zengin… Gerçi Borough Pazarı’nda bulunan yiyecekler, Londra’nın genel yemek yaşamına uyar nitelikte, yani çoğunlukla İngiliz mahsulü değil de, dünyanın dört bir köşesinden gelme… İtalyan peynirleri, İspanyol jambonları, Fransız zeytinyağları ve tropik meyveler gezenlerin ağzının suyunu akıtmak için adeta yarışır gibi Borough Market’te… Cuma günleri öğleden sonra ve Cumartesileri tüm gün açık olan Pazar, Londra’nın yeme-içmeden gelen lezzetlerini merak edenler için olduğu kadar, bir kentin alış veriş ve insan karmaşasını keyifli bulanlar için de, biçilmiş kaftan…
Gördüğünüz gibi, Londra’nın lezzetlerinin gezgin bir ruha verebileceği keyifler saymakla bitecek gibi değil. Baksanıza, bu kadar pazar saydım, daha çoğunlukla Pakistanlı nüfusun yerleşmiş olduğu Brick Lane’de Pazar günleri kurulan meşhur pazardan söz edemedim. Aynı şekilde, bir sürü gösteriye gittik birlikte ama hala, ilk konserini Trafalgar Square’deki St. Martin in the Fields kilisesinde verdiği için bu ismi alan, Academy of St. Martin in the Fields Orkestrası’nın bir konserini Londra’da dinlemenin keyfine sıra gelmedi. Veya ona bakarsanız, herhangi bir rock konserinden, Abbey Road’daki Beatles ses kayıt stüdyosundan, Baker Street’teki Sherlock Holmes Müzesinden, klasik Londra taksilerinden, Leicester Meydanındaki Odeon sinemasında bir film galasına katılan aktör ve aktrisleri görmeye gelen Londralıların heyecanından, Sotheby’s’de bir müzayede izlemenin keyfinden ve Mulberry marka bir çanta kullanmanın insanı birdenbire ne denli “İngiliz” yapabildiğinden de konuşmadık daha…
Ama aslında belki de bunlara hiç gerek yok… İster Londra’da Piccadlly Circus, Big Ben veya Chinatown kadar klasik adreslerin peşinde olun, isterseniz hayalinizi çalıştırıp Jack the Ripper’ın peşinde sisli bir gece vaktinde tarihin ara sokaklarına dalmak kadar olağan dışı bir şeyler yaşayın; kentin büyüsü değişmez. Çünkü dedim ya, bu büyü aslında Londra’da herkesin kendisine keyif verecek şeyleri kendisi yaratabilmesinden kaynaklanır. Bana gelince… Londra benim için her şeyden çok tiyatro, müzik, kitap, antikacılar, kitapçı dükkanları, opera sahneleri, sergiler, tarih, sanat demektir ve bunlardan bıkmama olanak olmadığına göre, Londra’dan vazgeçmeme de olanak yoktur çünkü İngiliz yazar Samuel Johnson’un dediği gibi, “İnsan Londra’dan bıktığında, yaşamdan bıkmış demektir zira hayatın insana sunabileceği her şey Londra’da mevcuttur…”
Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri...
“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”
01 / Aldatma / Ajda Pekkan / “Trafiği Hissettirmeyen Şarkılar”
02 / Elegy for Rosa / Eleni Karaindrou & Jan Garbarek / “Music for Films”
03 / My Heart Belongs to Daddy / Ella Fitzgerald / “The Best of the Jazz Singers”
04 / Acquarius (Hair) / Andy Forrey / “Original Soundtrack Album”
05 / To Blues Tou Paliokaravou (Soul Kitchen) / A Tribe Called Quest / “Motion Picture Soundtrack Album”
06 / Pamuk Tarla / Nezih Ünen / “Anadolu’nun Kayıp Şarkıları”
07 / Andaluza / “Le Classique”
08 / Barcelona (Vicky Christina Barcelona) / Guilio Y Tellarini / “Motion Picture Soundtrack Album”
09 / Look What They’ve Done to My Song, MA / Melanie / “Beautiful People: The Greatest Hits of Melanie”
10 / Theme from Black Orpheus / Paul Desmond & Gerry Mulligan / “Cool Sounds for a Warm Night”
Ayın Kitaplarından Seçmeler... Ayın Kitaplarından Seçmeler...
“İnsanı en cesur gezilere kitaplar götürür…”
Ben geçtiğimiz ay bol bol dinlenip kitap okuma fırsatı yakaladığım için olmalı, bu sefer size üç yerine dört kitap önermeye niyetlendim. Olabildiğince farklı tarzlarda kitaplar seçmeye çalıştım yine ve yazarken, bu kitaplardan aldığım keyfi sanki yeniden yaşadım. Umarım, aralarında sizin de seveceğiniz bir tanesi bulunur.
1 / “Kirpiklerimin Gölgesi” / Şebnem İşigüzel / İletişim Yayınları
2 / “Kız Öpme Kuyruğu (25. Yıla Özel)” / Nazlı Eray / Can Yayınları
3 / “Dünya Tarihi” / Kolektif / NTV Yayınları
4 / “Gösteri” / Selçuk Demirel / YKY
İlk kitap, insanı sarsan ve rahatsız eden ama bittikten sonra da akılda kalıp kafanızda yaşamaya devam eden bir kitap. Şebnem İşigüzel, son derece yalın bir dille, küçük bir kız çocuğunun başından geçen karanlık olayları anlatıyor. İçiniz kararmıyor desem yalan olur ama “Kirpiklerimin Gölgesinde”, masalsı bir anlatımla insana başta insanların birbirlerine yakınlıklarının gerçekliği olmak üzere, pek çok şeyi sorgulatıyor.
İkinci kitap, her zaman keyifle okuyup yaratıcılığına hayran kaldığım bir yazarın, Nazlı Eray’ın yıllar önce okuduğum bir eserinin tekrar basımı. Ben bu sefer de ilk kez olduğu kadar severek, şaşırarak ve eğlenerek okudum. Gülümsemek için ve içiniz sıkılmadan felsefi değerlendirmeler yapıp düşünmek için size de tavsiye ediyorum.
“Dünya Tarihi”, tabii ki oturup bir seferde okumak için değil, aklınıza düştükçe açıp bir bölüme bakmak için hazırlanmış, ansiklopedi benzeri bir lezzetli kitap. Tarih sevseniz de, sevmeseniz de, yaşadığınız dünya ile ilgileniyorsanız, bu kitabı seveceksiniz diye düşünüyorum.
Dördüncü kitap, sizi gülümsetmek için… Ünlü karikatürist Selçuk Demirel’in son kitabı. Gözler ve görmek üzerine pek çok farklı çizgi içeriyor.
Güzin Yalın
Cazkolik.com / 31 Ağustos 2010, Salı
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Emine bilge Türker
Avrupanin gercek baskenti Londradir. Almanlar ne kadar zngin olurlarsa olsun karasal coğrafyaları yüzünden gerçek baskentlik yapamazlar, moda sanat spor bu konularda önde değilseniz zor....... çok güzel yazmissinizi güzin hanim gezer gibi oldum inanin...... müziklerinizde çok güzeldi şimdi olduğu gibi bazen müzikler için açıyorum :) sevgiler. emine bilge turker
Bu Yoruma Cevap Yazın »