Değerli okurlarımız, dinlemeye başladığınız müziklerin listesini yazının en sonunda bulabilirsiniz. Müzikler tek bir liste halinde olup başından sonuna kesintisiz devam etmektedir. Yorumlarınızı hemen üstte ya da sayfanın en alt kısmındaki mavi butona basarak ekleyebilir, en yukardaki sosyal ağ butonlarıyla sayfayı paylaşabilirsiniz.
Girit ile ilgili herhangi bir şey yazmadan önce söylemem gerekenler var sanırım. Bu sıcakkanlı ve baştan çıkarıcı ada için anlatacaklarım başka yerler için yazdıklarımdan farklı bir boyut taşıyor. Tabii ki çok özel bir coğrafyanın eşsiz güzelliklerinden ve çok özel bir tarihin etkileyici kalıntılarından da söz edeceğim ama bu sefer öykü daha çok insanlara dair olacak sanki. Bize çok yakın, çok tanıdık, çok sıcak insanlar yaşıyor Girit’te çünkü ve bu yüzden aklımda da hep onlara ait öyküler var; dostluğa, sıcacık anılara, birbirini özlemeye ve kavuşmaya, sevinmeye ve hüzünlenmeye dair çok özel öyküler. Biraz rembetiko şarkıları lezzetinde… “Rembetiko Girit’in şarkısı değil!” mi diyorsunuz? Elbette değil, biliyorum. Ama ne gam, bu şarkıların coşkusu ve hüznü benim Girit ile ilgili hissettiklerimi çok güzel ifade ediyor; içlerinde hem yürek yakan bir özlem ve keder hem de sanki her şeye rağmen çarpıcı bir mutluluk var çünkü. Aslında eğer Türk iseniz, bu tezat Yunanistan’ın her yerinde karşınıza çıkabilen ve her hissettiğinizde sizi yeniden etkileyen bir durum ama aynı anda hem fettan ve işveli bir sevgili hem de anaç ve çilekeş bir dost olabilen Girit bu duyguyu insana en fazla hissettiren yer bence. Girit’te sanki güneş, doğa, bitkiler; adetler, gelenekler, alışkanlıklar; coşku, tutku, efkar başka türlü harmanlanmış; “Akdenizli” diye tanımlayacağınız ne varsa burada hepsi başka yerlerdekinden çok daha canlı ve tanıdık. Üstelik orada Türkiye’ye bir kez bile gitmedikleri halde babalarından öğrendikleri Türkçeyi insanı şaşırtacak kadar güzel konuşan, tanımadıkları büyükannelerinin doğduğu topraklara içten selamlar yollayan “muhacirler” ve hiç görmedikleri uzak akrabalarının doğduğu memleketin futbol takımlarını izleyen, Türkiye ile ilişkisi komşuluğun ötesine hiç geçmemiş, belki de Ege’nin bu yakasını görmeyi hayal bile etmemiş olduğu halde rahatça omzunda ağlayıp sevincine ortak olabileceğiniz doğma büyüme Giritliler var. Benim Girit’e ait bildiklerim, hissettiklerim ve anlatacaklarım da işte bu yüzden daha çok insanlara dair.
Güzin Yalın
Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...
“Başka diyarların caz lezzeti…”
Öyküye en başından başlamak gerekirse, kendimi bildim bileli çok seyahat ettiğim halde, Yunanistan’a ilk gidişim çok eski değil. Hemen yanı başındaki bir yere ulaşmak insana daha olağan ve nasılsa
istediği zaman kolayca yapabileceği bir şey gibi gözüktüğü için olmalı, ilk kez epeyce gecikmiş olarak on yıl kadar önce gittim Yunanistan’a. Oysa Türkiye’de yaşayan herkes gibi aslında ben de hem “ezeli düşmanımız” hem de tarih ve uygarlık ortağımız olan, aramızda deyim yerindeyse bir aşk / nefret ilişkisi bulunan sınır komşumuzu, yani öteki yarımız ve ruh ikizimizi; “denizin öte yakasını” yani, tabii ki merak ediyordum. Üstelik ülkemizde yaşayan hemen herkes gibi benim de “Giritli” tanıdıklarım veya “Selanikli” komşularım olmuştu ya da en azından büyüklerimden muhacir öyküleri dinlemişliğim vardı. 1923’den sonra Yunanistan ile karşılıklı gerçekleşen göçler sonucunda her iki taraftan da sevdikleri insanları, bir sürü alışkanlığı, kucak dolusu anıyı, kişisel tarihlerini ve tasasız çocukluklarını; kısacası kaç yaşında olurlarsa olsunlar aslında bir ömrü geride bırakarak “karşı kıyıdaki” ülkeye geçenler vardır ve yeni geldikleri diyarlar onları ne kadar büyük bir sevgiyle bağrına basarsa bassın, bu topraklar ve insanları aslında ne denli kendi memleketlerine ve orada bıraktıklarına benzerse benzesin, geldikleri bu “komşu” ülkeyle din birlikleri onlara ne çok güven verirse versin, kısacası karşı tarafta ne denli mutlu olurlarsa olsunlar, “muhacirler” yaşamlarının sonuna dek geride kalan köklerinin ve aslında ait oldukları toprakların hasretleriyle yanarlar; bu sevgi ve özlemi “burada” doğan ve “orayı” hiç görmemiş olan çocuklarına da mutlaka bir biçimde aktarırlar. Bu amaçla doğal olarak, geldikleri yerlerden taşıdıkları her şeyi titizlikle korurlar; adetlerini, geleneklerini, alışkanlıklarını yeni yaşamlarını kurdukları yerlerde de sürdürürler. Ve iyi ki de öyle yaparlar; böylece hem kendilerinden bir parçanın yok olup gitmesine engel olurlar, hem de gittiklere tarafa özel bir lezzet, inkar edilmez bir zenginlik katarlar. Bu yüzden Girit yemekleri, Mora masalları, Selanik türküleri yıllardır denizin bu kıyısında da yaşamaya devam eder. Bu yüzden Yunanistan’ı hiç görmemiş olan çoğu Türkiyeliler için bile “oralar” en azından bir üst kat komşusunun, uzak bir tanıdığın veya sevilen bir iş arkadaşının göçüp geldiği yerler olarak ilginçtir, merak konusudur. Zaten yaşanmış ortak sevdaların öyküsü iki tarafın da topraklarına sinmiş, şarkılar türküler iki tarafta da birbirine karışmıştır. Alexandropolis akıllarda hala biraz Dedeağaç, Komotini hala Gümülcine’dir zaten; tıpkı karşı kıyıda da hala İzmir’in biraz Symrna, Kurtuluş’un biraz Tatavla olması gibi. Günün birinde dönebilmenin gizli hayalini kuran, ölmeden bir kez daha doğduğu toprakları görmek için yanıp tutuşan insanlar her iki tarafta da vardır ve bu insanları tanımış olan herkesin er veya geç kendini onlarla birlikte en azından hayalinde bu yolculuğu yaparken bulması kaçınılmazdır. Önyargıların durumu ne olursa olsun, aslında Türkiye’de hemen herkes eğer henüz görmediyse Yunanistan’daki bu aşina adresleri merak eder kısacası; gidenler de oralarda kendilerini çoğu kez evlerindeki gibi rahat hisseder.
Benim de kendimi bildim bileli dedemin doğum yeri olan Manastır’a karşı özel bir merakım ve anneannemin Selanik`li komşularının ballandırarak anlattığı o güzelim kenti görmek için büyük bir isteğim vardı doğrusu. Ama sonunda Yunanistan’da nihayet gördüğüm şaşırtıcı derecede “bize yakın” yerlerden ilki bu ikisi yerine Girit oldu beklenmedik biçimde. Telefonum çaldı bir gün ve üyesi olduğum bir sivil toplum örgütünün Girit’te düzenleyeceği Türk-Yunan kültür toplantısı için yardım isteyen bir adet Andonis beni aradı; ömür boyu sürecek çok yakın bir dostluk da böylece başlamış oldu... Biliyorum, aranızda Girit’e çok fazla etkilenmeden gidip dönmüş olanlarınız da vardır mutlaka ama kendisini “Yunanistanlı değil, Giritli” diye tanımlayacak kadar özgür ruhlu insanların memleketi olan bu adayı bir de benden dinleyin derim. Tabii ki, her zaman olduğu gibi Girit’te de her şeyden önemlisi gittiğim yerde yaşamın içerisine karışabilmek, oralı insanlardan biri gibi hissedip kendimi, yerli hayatı onlarla birlikte yaşayabilmekti. Ve kabul ediyorum, tam da bu yüzden belki oraya gittiğim yedi-sekiz seferin çoğunda beni gülen yüzüyle Andreas’ın oğlu Takis karşılamasaydı; adalı arkadaşım Eleni mutluluktan parlayan gözlerle biz görüşmeyeli kimlere neler olduğunu anlatmasaydı; yemeklerden sonra mutlaka Dimitris’in elleriyle pişirdiği sade kahvelerimizi karşılıklı yudumlayıp bir önceki sefer kaldığımız yerden sohbete devam etmeseydik; akşamüstleri tam da güneş Akdeniz’in üzerinde alevden bir top gibi batarken, Andonis ile birbirimizi ne kadar iyi anladığımızı karşılıklı bilmenin eşsiz minnetiyle, sıcaktan terlemiş bardaklardan uzo içerek dertleşmelerimiz olmasaydı; Kostas geceleri kıyıda yaktığımız ateşin başında hepsinin benim için olduğunu özellikle belirttiği Rumca türküler söylemeseydi ve tüm bu güzelliklerin şerefine çikudiya içerken Elias elimi tutmasaydı, belki ben de Girit’in tadına böyle çok varamazdım. Bunlar doğru; hem de başka hiçbir yerde olmayacakları kadar çünkü bu insanların hepsi bana başka tüm ülkelerde edinebileceğim yeni dostlardan daha yakınlar ama inanın onların sizin Girit maceranızda şimdilik yok olmaları, adanın benim anlatacağım güzelliklerinin sizin için de çok keyifli olmasını engellemez; tadına varmaya niyetli olursanız, Girit hep çok keyifli bir yerdir ve orada sizin de çok kısa sürede neredeyse kırk yıllık dostluklarınızla aynı sıcaklığa ulaşacak ilişkileriniz oluşması işten bile değildir.
Tarih boyunca pek çok farklı uygarlığın önemli yerleşim merkezlerinden olan Girit, kocaman bir ada; üzerinde olduğunuz sürece bir adada olduğunuzu neredeyse tamamen unutacağınız türden. Sekiz bin üç yüz kilometre kareden fazla yüzölçümüyle neredeyse birçok Avrupa ülkesine yakın alana sahip. Yunanistan’ın Venizelos’dan El Greco’ya, Kazancakis’den Elitis’e kadar birçok ünlü isminin doğduğu yer. Akdeniz uygarlığına dair pek çok şeyin anavatanı, Doğu Akdenizli adetlerin çoğunun kaynağı, bizim buralara dair bilinen hemen tüm özelliklerin en tipik örnekleriyle dolu. Girit’te yaşam bazen çok tanıdık ve sıradan, bazen çok farklı ve çarpıcı; bazı boyutlarıyla çok modern, bazı boyutlarıyla çok eski tarz; kimi zaman son derece doğal ve gündelik, kimi zaman da yepyeni alışılmadık ışıltılarla dolu. Ve bu tabii ki biraz da sizin neyi daha çok algılamaya ve neler yaşamaya hazır olduğunuzla ilgili. Ama değişmeyen bir özelliği var Girit’in; orada yaşam son derece içten ve gerçek, son derece sıcak. İnsanlar yapmacıksız ve yakın, misafirperver ve iyi niyetli. Gerçi bu söylediğime belki de kendileri itiraz edip “her zaman değil!” diyeceklerdir. Çünkü adalıların hem şikayet edip hem de aslında gurur duyarak anlattıkları bazı keskin huyları da var. Bu konu her açıldığında aklıma hep aynı sahne düşer; ilk gidişlerimden birinde, Andonis ile Psiloritis dağındaki manastırlara gidiyoruz. Bir yandan sohbet ediyoruz, bir yandan da bana çevre ile ilgili bilgi veriyor. Yol epeyce yükseldikten sonra, “bu bölgenin esasında kötü bir şöhreti de vardır” diyor, “civar köylerde yaşayanlar yüzünden. Yani yanlış anlama, asla eşkıyalık falan gibi değil ama bu yörenin insanları sert mizaçlarıyla, kavgacılıklarıyla tanınırlar. Çok yiğit ve çok delikanlıdırlar ama taşkınlıkları da boldur. Mesela söylemeye utanıyorum çok ilkel olduğu için ama senden saklayamam; düğünlerde falan silah kuşanıp coşkularını havaya ateş açarak belli ettikleri bile olur!” Kendimi tutamayıp bir kahkaha attığımı hatırlıyorum. Bir yandan böyle tehlikeli bir şeyin nesine güldüğümü hiç anlamayan arkadaşıma Türkiye’deki düğün kutlama adetleri üzerine bir şeyler geveliyorum, bir yandan da bu topraklarda asırlardır iç içe geçmiş yaşamların, buralardan olmayanların zor anlayacağı karmaşık tarihi gerçeklerin, aralarındaki fark ve hatta düşmanlıklar ne boyutta olursa olsun Akdeniz’de herkesi aynı sıcaklıkla sarmalayan cömert coğrafyanın ilginçliğini düşünüyorum; gözümün önünde tıpkı geleneksel Girit giysilerine benzeyen giysileri içerisinde, Psiloritis köylerinin erkekleri kadar öfkeleri burunlarında, çakı gibi Karadenizli Laz uşakları ve aklımda türlü çeşit Pontus öyküleri. Giritlilerin bu siyah giysileri bir tür “sürekli yas” durumunu belirtmek için giydiklerini öğrenip “acaba bizimkiler de mi?” diyorum kendi kendime. Andonis’in Girit’in meşhur kan davaları ve Giritlilerin silah merakı üzerine anlattıkları sayesinde aklımdaki benzerlikler sadece Karadeniz bölgesine ait olmaktan çıkıyor. O konuştukça, Yunanistan’ın diğer bölgelerindekinden farklı kendine özgü bir dili, müziği ve şiiri olan Girit’te kullanılan müzik aletlerinden birisinin, liranın, kemençeye ne kadar benzediğini ve aslında çoğunlukla ezgilerin bizim türkülerimizi ne kadar andırdığını da fark ediyorum. O anda bilmediğim, adada kaldığım sürece bu benzerliğe ne kadar çok boyutta daha rastlayacağım...
Girit tarih boyunca pek çok farklı uygarlığın yurdu olmuş, bölgedeki stratejik önemini hep korumuş bir ada. Her ne kadar üzerindeki yaşamın tarihi daha eskiyse de, adada kurulan ilk önemli uygarlığın MÖ. 2700 ile MÖ. 1500 yılları arasında yaşayan ve Avrupa’nın en eski uygarlığı olarak da kabul edilen Minos Krallığı olduğu biliniyor. Antik Yunan’dan çok önce, Bronz Çağı’nda kurulmuş olan bu uygarlık, Kral Minos’un güçlü bir donanmayla Doğu Akdeniz kıyılarını tamamen denetimi altına almış olan ülkesi. Her ne kadar “Kral Minos” isminin sadece tek bir kralın adı mı yoksa aynı zamanda da Minos uygarlığının krallarına verilen sembolik bir isim mi olduğu tartışılsa da, merkezi Girit’te olan Minos devletinin gücü, özellikle ticaret konusunda çok gelişmiş olduğu, Mısırlılara el sanatı ürünleri satarak karşılığında papirüs satın aldığı ve hiyerogliflerden esinlenerek geliştirdiği kendine özgü bir yazıya sahip olduğu kesin olarak biliniyor. Özellikle seramik yapımındaki yaratıcıkları övgüye değer bulunan, Yunan mitolojisinin en keyifli masallarından bazılarını yaratmış olan ve pek çok özellikleriyle kendilerinden sonra gelen ünlü klasik Yunan uygarlığını oldukça etkileyen Minoslular, erkek ve kadının eşit olduğu bir toplumda, bolca tanrıçası olan bir dine inanarak yaşamışlar. Bu tanrıçalardan en ünlü olanı Yılanlı Tanrıça ise, bugün de Heraklion kentinin sembollerinden birisi. Minoslular, aralarında büyük depremler ve çok büyük bir volkanik patlama da olmak üzere bir dizi doğal felaket geçirip iyice zayıfladıktan sonra bir Yunan devleti olan Mikenler tarafından yok edilmişler. Ama bu yok ediş sadece krallık yönetimi için geçerli olmuş; Mikenler, uygarlık ve sanatta Minos geleneğini hemen hemen hiç değiştirmeden sürdürmüşler. Geriye de volkanik patlamanın sonucunda Minosluların yaşadıklarından esinlenilerek yaratılmış ünlü Atlantis efsanesi kalmış. Minos uygarlığına ait pek çok kalıntı ve kazı alanından en ünlüsü olan Knossos antik kenti, aynı zamanda Heraklion’un da en önemli cazibe merkezlerinden birisi. Doğrusunu isterseniz, hakkında oraya gitmeden önce çok fazla bir şey bilmediğim bu önemli uygarlıktan kalanların etkileyici olduğunu teslim etmekle birlikte Knossos’ta yapılan restorasyona ve özellikle de içerisinde ünlü Minos Boğası`nın freskosu bulunan sarayın geçirdiği yenileme çalışmasına çok bayılmadığımı itiraf etmeliyim. İnsan aceleye gelmiş ve uzmanlar tarafından değil de, inşaat ustaları tarafından yapılmış gibi duran bu yenilemeyi görünce, “keşke daha fazla ‘olduğu gibi’ bırakılsaymış, daha çok özen gösterilseymiş böylesine özel bir mekanın yenilenmesine” diye geçiriyor aklından ister istemez. Ama bu tatsız gözleme rağmen, Knossos yine de dünyanın en ilginç “geçmiş zaman kentlerinden” birisi olarak görülmeye değer.
Söz Heraklion’a gelmişken, adanın idari başkenti durumundaki bu canlı kentten biraz daha detaylı bahsedelim. Yunanca ismiyle Iraklio, ya da Osmanlı dönemindeki adıyla Kandiya, sadece Minosluların değil, adadan geçmiş bütün uygarlıkların izini taşıyor ve geçmişinden gelen bu zengin mozaik, bugünkü yaşamına da zenginlik katıyor. Heraklion aslında Endülüs’ten kovulan Araplar tarafından kurulmuş ve hemen ardından Girit Emirliği`nin başkenti olmuş. Bugün hala mevcut olan eski limanın ilk yapılış tarihi de aynı dönem. Ardından kenti ele geçiren Venedikliler kentin çevresini surlarla çevirmişler ve zaman içerisinde adadaki hükümranlıklarını sürdürebilmek için buraya Venedik’ten aileler getirip yerleştirmişler. Böylece birbiriyle etkileşime giren iki farklı kültür sayesinde kentin yaşam anlayışı farklılaşıp zenginleşmiş ve sonunda, İtalya’da Rönesans yaşanırken, burada da “Girit Rönesansı” denilen bir kültür ve sanat hareketi yaşanmasına neden olmuş. Kentteki Osmanlı yönetimiyse, tarihin en uzun süren kuşatmasıyla başlamış; Osmanlılar tam yirmi bir yıl süren bir uğraştan ve her iki taraftan on binlerce kişi öldükten sonra 1669’da kenti Venediklilerden alıp üç yüz otuz yıldan fazla burada hüküm sürmüşler. Kentte Osmanlılardan kalan en güzel yapıların başında bugün St. Titus Bazilikası`na dönüştürülmüş olan Vezir Camii geliyor. Heraklion aslında dünya ölçülerine göre nispeten küçük ama renkli ve hareketli, canlı ve karmaşık bir Doğu Akdeniz kenti. Kentin tüm keyfini çıkartmak isterseniz, dünyanın bence en mütevazi ama en güzel ve keyifli müzelerinden birisi olan Arkeoloji Müzesi`ni ve tipik Akdenizli insan görüntüleriyle dolu olan cıvıl cıvıl Heraklion Pazarını da mutlaka görmeniz gerek.
Adanın tarihini aktarmayı sürdürecek olursam, Girit Mikenlerden sonra, sırasıyla Romalıların, Bizanslıların, Arapların, Venediklilerin ve Osmanlıların hükümranlığına geçmiş. Her birinden adaya silinmedik izler, ilginç eserler kalmış. Özellikle Osmanlılar için Balkan Savaşından ve Yunanistan’ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra bile uzun süre vazgeçemediği, elden çıkartmamak için mücadele ettiği bir yer olmuş. Osmanlıların yönetimi çok yakın bir geçmişte olduğundan mıdır, yoksa ezeli Türk-Yunan çekişmesinden mi, bu kadar el değişikliği içinde Giritlilerin sadece Osmanlı yönetimini II.Dünya Savaşı dönemi gibi “işgal” diye adlandırmış olmaları insanda bir haksızlığa uğramışlık duygusu yaşatmıyor değil doğrusu. Ama zaten onlar da bugün alışkanlıkla hala böyle bahsettikleri o dönem söz konusu olunca, Türk konuklarını kırmaktan çekinerek seslerini iyice alçaltıp konuyu çabukça geçiştiriyorlar; iki ülke arasında çok gecikmeli olarak kurulmuş olan dostluğa çok önem verdiklerini hemen belli ediyorlar. Osmanlı yönetiminin sona ermesinden sonra kısa bir süre için bağımsız bir devlet statüsünde yaşayan Girit, sonunda yeni kurulan Yunanistan Krallığı ile birleşmiş. Buraya kadar bize çok yakın olduğu, birlikte yaşandığı için belki de sadece bizim açımızdan ilginç olan Girit tarihinin bundan sonrası dünyaya parmak ısırtan bölüm çünkü Giritliler II. Dünya Savaşı sırasında adayı işgal edenlere karşı gösterdikleri kahramanca direniş ile tüm dünyanın hayranlığını kazanmışlar.
Diğer Yunan adalarından farkı büyüklüğünde ve kendi kimliğine sahip bir ada olmasında demiştik ya Girit’in, işte tam da bu yüzden Heraklion Girit’teki anlatmaya değecek tek kent değil. Herhangi bir ülkede farklı özelliklere sahip ve değişik boyutta önemli birçok kent olduğu gibi, Girit’te de ilginç ve görülmesi gereken birçok farklı kentler var. Bu kentler ve zaten genel olarak adadaki tüm yerleşim merkezleri daha ziyade doğuda ve kuzeyde toplanmış vaziyette. Aralarında benim için çok özel olanı Ayos Nikolos. Ama diğer kentler de birbirinden ilginç; hele Türkiye’den yani adayı üç yüz yıldan fazla hükümranlığı altında tutmuş bulunan Osmanlı’nın yurdundan geliyorsanız. Çünkü bu kentlerde hem Doğu Akdeniz’in tüm özellikleri, hem Venedik mimarisinin esintileri, hem de Osmanlıdan kalma izler kalmak mümkün. O yüzden Ayos Nikolos’u anlatmadan önce kısaca diğerlerinden de söz etmekte yarar var.
Küçüklüğümüzden beri duyduğumuz, tarih derslerinden bildiğimiz bir kent Hanya. Hatta Türkçede bir deyime bile konu olmuş; herkesin arada bir birilerine “Hanya ile Konya’yı göstermek” üzerine bir tehdit savurmuşluğu vardır mutlaka. Üstelik bu deyimin kaynağı hakkında mevcut olan onlarca açıklamadan birisine göre, burada sözü geçen “Konya” da aslında bizim bildiğimiz Konya kenti değil, Girit’te, Hanya yakınlarında bir köy olan Gonya köyü. Hanya’yı Araplar kurmuş; sonra da adanın tümünde olduğu gibi burada da hükümranlık önce Venediklilerin ardından da Osmanlıların eline geçmiş. Adanın ikinci büyük şehri olan Hanya, Osmanlının Girit’te ilk fethettiği ve hemen ardından adadaki idari merkezi haline getirdiği kent. İstanbul’un fethinden sonra buraya sığınan Rumlar uzun bir süre Bizans sanatını bu kentte yaşattıkları için de ayrıca zengin bir kültür geçmişi var Hanya’nın. Kentin tarihinden gelen bu kozmopolit yapı bugünkü yaşantısına da yansımış doğal olarak. Örneğin, 1904’e kadar kentteki Mevlevihane varlığını sürdürmüş ve bugün Hanya’nın en keyifli yeri kentin Venediklilerden kalan eski bölümü. Bir anlamda hala şehrin merkezi olmayı sürdüren bu alandaki lokantalarda yemekler adadaki herhangi bir lokantada olduğu gibi basit, doğal ve taze; çarşıda sunulan alışveriş imkanı tüm Yunan kentlerinde olduğu kadar çeşitli ve renkli.
Önem sırasında Hanya’dan sonra gelmekle birlikte, bana göre adanın en şirin ve dokusu en az bozulmuş kenti olan Retimno veya Osmanlıca ismiyle Resmo, tarihi yapılarını da en iyi korumuş yerlerden. Özellikle Venedik döneminde yapılan Eski Kentte gezerken, insan bazen zamanın durduğu sanrısına kapılıyor. Küçük, sevimli, içine kolayca kaynayıp rahatlıkla ömür boyu yaşanabilir duygusu veren bir kent Retimno. Eski mahallenin taş döşeli daracık sokaklarında dolaşırken, cıvıl cıvıl çarşıda alışveriş yaparken, limandaki gemilerin üzerinden uzaklarda bir yerde ufukla birleşen “bizim deniz”e bakarken veya basit ama tertemiz lokantalardan birisinde balık yerken insan nasıl oluyorsa kendini hem herhangi bir Akdeniz kıyı kentindeki sıradan ve olağan atmosferde buluyor hem de sanki başka hiçbir yerde olmayacak kadar özgün ve özel bir durumda. Venediklilerden kalan kale, taş merdivenleri ve ark biçimi kapıları olan eski evler ve tüm değişime rağmen Osmanlı izleri taşıyan sokaklar Retimno’dan en çok aklımda klanlar.
Aslında kentlerden söz açılmışken, eğer Girit’e yeterli zamanı ayırıyorsanız, bu saydıklarımın dışındaki daha küçük kentlere de gitmekte de yarar olduğunu belirtmeliyim. Lüks otelleri ve güzelim plajlarıyla bir zamanlar Avrupa jet sosyetesinin uğrak yeri olan Elounda; henüz turistler tarafından tam olarak keşfedilmediği için hala orijinal özelliklerini sürdüren, örneğin kıyılarında masanızı billur gibi denizin içine yerleştirerek, ayağınız suda sırtınız sıcacık güneşte dünyanın en iyi zeytinyağıyla yapılmış mezeler yiyebildiğiniz Sitia ve Girit’in güney kıyısındaki tek kent olma özelliğini taşıyan İerapetra hep küçücük ama keyifli tipik Akdeniz kentleri. Her birinden bir küçük anıyı veya keyifle paylaşılmış bir rakı sofrasının hayalini dağarcığınıza katmanızda ne zarar olabilir, öyle değil mi?
Sıra geldi, benim kentim Ayos Nikolos’a… Doğrusunu isterseniz, belki Girit’te gittiğim ilk şehir olduğu için, belki de bir memleketi sevmenin en önemli nedeni olan insan faktörü benim için en çok bu kentte mevcut olduğu için, benim gönlümün sultanı Ayos Nikolos kentidir. Diğerlerinden çok farklı bir yönü olduğundan değil. Hatta itiraf etmeliyim ki, ötekiler kadar çok tarihi eser falan da yoktur Ayos Nikolos’ta ama benim orada tekrar ne zaman gideceğimi sorup yolumu gözleyen, sevdikleri kenti benimle gurur duyarak paylaşan dostlarım vardır. Ve Girit gibi evinizdeki tanıyıp bildiğiniz hayattan ve memleketinizde sahip olduklarınızdan çok fazla farkı olmayan bir yeri özel olarak sevmek, söz konusu yeri orada yaşadıklarınız, oradan taşıdığınız anılar ve orada yaşayan insanlar için sevmek demektir aslında. Bazı yerler insana her gidişte evine dönmüş olma duygusu verir ya, benim için Girit’teki bu adres Ayos Nikolos’tur. Aslında herhangi bir yabancı ülkede kendini iyi ve mutlu hissetmenin yolu hemen her zaman o ülkede böyle bir adrese sahip olmaktan geçer ve bunu yapmak, doğal olarak dünyanın her yerinde mümkün olmasa da Girit’te son derece mümkündür... Siz de işte ister bir plaj, isterse kentlerin herhangi birisinde elli yıldır aynı yerde duran bir dükkan olsun, böyle ruhunuza yakın benimseyeceğiniz bir yer seçerseniz Girit’te, kendinizi biraz “oralı” görmeye ve hayatınızda Giritli insanlarınız olmasını istemeye başladığınızı fark edersiniz ve benim ilk bakışta çok da özel bir tarafı olmayan bu Akdeniz adasına neden bu denli tutkuyla bağlı olduğumu anlarsınız, eminim.
Lashiti eyaletinin başkentidir Ayos Nikolos ve MÖ 3. Yüzyılda Girit’in en büyük doğal koyu olan Merabello Koyu`nda, başka bir antik kentin kalıntıları üzerinde kurulmuştur. Turistik rehberler kenti, “sizin ruh durumunuza göre görüntüsü değişen şehir” olarak tanımlar. Girit’in yaşam coşkusunu en iyi yansıtan kent olarak da bilinir ama bu özelliği sizi yanıltmasın çünkü aslında keyfine tam varmak için turistik programlardan bir adım daha öteye gitmek, kentin yaşantısının içine girmek ve yerlileriyle kaynaşmak gerekecek kadar minicik bir kenttir. Herhangi bir seyahatte tanımak isteyeceğiniz diğer kentlerden farkı, “görülmeye değer” olarak belirtilen tüm özelliklerin birkaç saat içerisinde tamamlanabileceği kadar küçük olması ve tam da bu yüzden tüm turistik hallerine rağmen son derece yerel ve özgün kalmasıdır. Kentin ortasındaki gizemli Voulismeni Gölü yeryüzünde hakkında en fazla söylenti çıkarılmış göllerden birisi olma özelliği taşır. Yerli halkın inancına göre gölün dibi yoktur ve efsaneler tanrıçalar Artemis ve Athena’nın bu gölde yıkanmış olduklarını söyler. Göl hakkında anlatılacak en gerçek şey ise, her şeyden önce huzurlu güzelliğidir bence. Yüz elli metreye yakın çapı olan bir daire biçimindeki bu minicik gölün bir yanını volkanik görünüşlü dik kayalar çevreler ve kıyısındaki balıkçı teknelerinin arkasında balık lokantaları sıralanır. Kentte olduğunuz günler, akşam üzerinden itibaren ayaklarınız keyifli bir yemek için sizi buraya çekmeye başlar. Tanıdık bir Akdeniz sofrasında, tanıdık Akdeniz müzikleri eşliğinde, lezzet ile huzurun birleştiği bir yemek yersiniz Voulismeni’nin çevresindeki lokantalardan her hangi birisinde. Bu yemeklerin hemen hepsinden sonra kendimi aynı soruyu sorarken bulurum ben, “Hey Tanrım, hep mi burada esiyor aklımıza sirtaki yapmak?” Çünkü baş başa sohbet edip hasret gidermeye de gelmiş olsak, kalabalık bir grup halinde eğlenmeye de, gecenin sonunda kendimizi gölün kıyısında o geceye kadar tanımadığımız insanlarla sirtaki yaparken buluruz hep nedense.
Ayos Nikolos’un limanı, marinası, freskolarla süslü Bizans stilindeki kilisesi ve kentin bu kiliseden görünen manzarası çok güzeldir. Çevresi de tam kitaplarda anlatıldığı gibi, “tertemiz türkuaz bir denizin nazlı nazlı kıyıdaki çakıllara vurduğu” koylarla doludur. Ama ben en çok kentin yerler kirlenmesin diye meyve vermemek üzere kısırlaştırılarak süs bitkilerine çevrilmiş fıstık ağaçlarıyla süslü sokaklarını ve bu sokaklardaki tipik kahvehaneleri severim. Bu kahvehanelerde amcanıza dayınıza çok benzeyen, aynı bıyıkları aynı çapkın bakışla kemiren, ceketlerini aynı biçimde sırtlarına atmış ve aynı yeleklerden giymiş orta yaşın üzerinde adamlar ellerindeki Girit tespihlerini çevirip birbirlerine günlük dedikodular aktararak otururlar. Rahatça herhangi bir Anadolu kentinde olabilecekken yanlışlıkla buraya gelmiş gibi görünen veya daha doğrusu artık ne yazık ki Türkiye’de benzerleri çok az görülebilen bu kahvehanelerdeki tahta masalarda oturup adalılarla sohbet etmeyi ve “bizim oralar” ile ilgili soruları cevaplamayı severim. Sonra Türk kahvesinin burada Türkiye’dekinden daha özenli, mutlaka kömür ateşi üzerinde bakır cezvelerde pişirildiğini bildiğim halde, bu mesele Yunanlıların hala ısrarcı oldukları çok az konudan birisi olduğu için, tartışmaya girip “hayır, Yunan kahvesi değil Türk kahvesi bu içtiğimiz” demek yerine dünya kahve literatürüne gerçekten onların armağan ettiği soğuk kahveden içmeyi tercih ederim. Nasılsa Türk kahvesi kim ne derse desin Türk kahvesidir ve nasılsa bunu onlar da bal gibi bilirler ve sırf neredeyse gelenek haline gelmiş bir inadı sürdürmek için aksini iddia ederler; ben de bunun tartışma ve inkar konusu haline gelmesine, Giritli inatçı yaşlıların mahcup olmasına meydan vermemek için, “karşıdaki binanın inşaatı ne çabuk bitmiş; geçen geldiğimde daha temel atıyorlardı” diyerek konuyu değiştiririm. Bunu sanki kentin bir süreliğine yurt dışına gidip özlemle geri dönmüş bir yerlisiymişim gibi rahatlıkla yapmama izin verdikleri, bu oyunu benimle birlikte oynadıkları için severim Ayos Nikolos’taki kahvehanelerinin müdavimlerini.
Evet, ben Ayos Nikolos’un ara sokaklardaki kahvehanelerini severim en çok, bir de çarşısını... Ama yanlış anlamayın; öyle çok büyük ve özel bir çarşı olduğundan değil. Dünyanın en zevkli ve farklı takılarını yaratmakla ünlü Yunan sanatçılarının eserleriyle insanın aklını başından alan mücevher dükkanlarından ötürü de değil. Türk olduğumu duyunca yediğim dondurmanın parasını almayan; İstanbul’dan geldiğimi duyunca yıllardır bu “ece kente” gelmek istedikleri halde bir türlü olduramadıklarından yakınıp “nasıl çok güzel değil mi sizin oralar?” diye soran; bunu yaparken gelmemelerinin asıl nedeninin onları yıllardır ürkütmeye çalışan siyasetçiler yüzünden oluşan önyargılı yersiz anlamsız korkuları olduğunu saklamaya çalışan; beş dakika sohbetten sonra İzmir’i ne kadar özlediğini söyleyip gözleri buğulanarak “biz aslında kardeşiz; şunu bir de politikacılar anlasa!” diye efkarlanan çarşı esnafı yüzünden... Bir Avrupa Kupası maçını, meydandaki kahvenin hatırlı adalılara ayrılmış olan üst kattaki balkonunda onlarla birlikte, sanki Türkiye’de bir kasabadaymışım gibi rahatça izleyip sonucun coşkusunu onlarla birlikte sokaklarda “Ellas, Ellas” diye bağırarak yaşamaktan aldığım keyif için.
Ayos Nikolos, Girit’in pek çok ilginç yerine günübirlik seyahatler yapmak için de çok iyi bir başlangıç noktasıdır. Çünkü adada ilginç ve görülmeye değer olan sadece kentler değildir ve gidilmesi gereken yerlerin hemen tümü en rahat buradan yola çıkarak keşfedilebilir. Her şeyden önce Ayos Nikolos’un da içinde bulunduğu Lashiti eyaleti baharda zümrüt rengine bürünen bir plato üzerinde olduğundan, yakın çevredeki kırlara çıkmak ve göz alabildiğine uzanan yeşilliğin içerisine serpiştirilmiş noktalar gibi duran yel değirmenlerinin romantik güzelliğini görmek gerekir. Sonra, aslında bir yarımadayken, 1500’lerde Venedikliler tarafından limanın savunmasını sağlamak amacıyla anakaradan kopartılarak bir ada haline getirilen Spinalonga adasına gitmek de bence şarttır. Venedik yönetimindeyken kıyılarındaki tuz yataklarından yararlanılan ada, 1900’lerin başında elli yıl kadar bir cüzam kolonisi olarak da kullanılmıştır ve bu nedenle, yani dünyadaki cüzam adalarının son örneklerinden birisi olduğu için de ayrıca ilginçtir. Girit’te, başta II. Dünya Savaşında Almanlara karşı savaşan direnişçilerin saklandığı yer olan Lashiti’deki Toplou Manastırı olmak üzere, manastırlar da çok enteresandır. Sadece tarihi ve dini mekanlar olarak değil, pek çoğunda adanın en kaliteli organik zeytinyağları veya en kaliteli şarapları da üretildiği için. Sonra, Vathipetro ve Peza’daki Minos bağları, Avrupa’nın en büyük palmiye ormanına sahip olmakla övünen Vai ve filmlerdeki tipik Yunan dağ köylerinin ilham kaynağı gibi görünen Kritza bence yörede hepsi görülmeye değen diğer adreslerdir.
Girit ile ilgili herhangi bir öyküyü layıkıyla tamamlamak için adadaki mekanlar kadar somut ve insanlar kadar gerçek iki şeyden daha söz etmek gerekir; mutfağı ve mitolojisi. Girit mutfağı sanki başlı başına bir şahsiyet, yaşayan bir kimlik gibidir. Herkesin zaten bildiklerini tekrarlamaya gerek yok ama kısaca hatırlatmak gerekirse, dünyanın hem en lezzetli hem de en sağlıklı mutfaklarından kabul edilen Akdeniz mutfağının anası Girit mutfağıdır. Zeytinyağı, tahıllar, şarap, otlar ve peynirler temel malzemeleridir ve en büyük özelliği yemeklerinin taptaze ve doğal ürünlerden yapılmasıdır. Dünyadaki en iyi zeytinyağlarından olan Girit zeytinyağının kişi başı yıllık tüketim miktarı yirmi beş litreye yakındır ki bu miktar, Türkiye’dekinin hemen hemen yirmi beş katıdır; yani dostum Andonis’in deyimiyle, “neredeyse zeytinyağıyla yıkanırlar” Giritliler. Bu haliyle zeytinyağı sadece bir yiyecek değil, ada kültürünün temel taşlarından da birisidir doğal olarak. Girit’te ayrıca ekmek de başlı başına bir kültür unsurudur. Sadece lezzetinden ve çeşitliliğinden ötürü değil, yaşamın pek çok alanında sembolik anlamlar da taşıdığı için. Kutsamalar, kutlamalar, ansımalar, adaklar hep ekmekle ifade edilir Girit’te; dini bayramların da, düğünlerin de sembol yiyeceğidir. Bu niyetle yapılan ekmekler bildiğimiz türden dümdüz somunlar değil, adeta üzerlerinde türlü çeşit olaylar anlatılan tuvallerdir. Giritliler özel günler için yaptıkları bu ekmeklerin üzerine, içinde bulundukları günlerin veya yaşadıkları olayların anlamını resmederler, hamura şekil vererek ve hatta sonra bu ekmeklerin birer tanesini de bir tablo gibi uzun süre kalmak üzere kapılarının üzerine asarlar. Böylece, ortaya kopartıp yemeğe kıyamayacağınız her biri başka bir öykü anlatan canım ekmekler ve sergiledikleri muazzam kültür boyutu çıkar. Ünlü Girit otlarına gelince, bu şöhret de boşuna değildir. Bir kere bizim aklımıza bile gelemeyecek bitkilerden yemekler yaparlar Giritliler; yolların kenarında açan sarı papatyalar bile buna dahildir. Sonra da, bu otlara damaktan uzun süre silinmeyecek bir tat vermeyi başarırlar, tüm Egeliler gibi. Aslında bu marifetleri uzun süren II. Dünya Savaşı işgalinin yarattığı mecburiyetten doğmuştur. Adada yiyecek bir şey kalmayınca mecburen buldukları otları pişirmeye başlamış ve böylece cömert Akdeniz doğasının belki de daha önce başka hiçbir yerde bu kadar açıkça fark edilmemiş olan bir nimetini keşfetmişlerdir. Ünlü tavşan ve salyangoz yemeklerinin bu kadar lezzetli olmasının nedeni de budur aslında; işgal sırasında adada eti yenecek başka hayvan kalmadığı için yabani olarak yaşamakta olan bu hayvancıklara gelmiştir sıra ve onlardan yapılan yemekleri çeşitlendirmek için özel tarifler yaratılmıştır. Ev yapımı mizithra peyniri, mevsiminde çiğ yenen taze enginar, Girit peksimeti, envai çeşit taze balık, etli çağla yemeği, Girit usulü kuzu tandır, yerli üzümlerden şarap ve meşhur boğma rakı çikudiya… Bunlar anlatmakla bitmeyen zengin Girit sofralarının en çok tüketilen tatlarıdır. Ama söylemeye gerek yok, bu denli lezzetli olmalarında tüketildikleri sofraların da payı çok büyüktür. Benim gittiğim zamanlarda şerefime büsbütün mü böyle olur bilmem ama Girit’te insanların zamanının çoğu sofra başında geçer sanki. En ciddi sorunlar da, en önemsiz konular da sofra başında, çikudya eşliğinde paylaşılarak anlam veya çözüm bulur. Gecenin çok geç saatlerine kadar süren sohbetlere ve ardı ardına masaya gelen lezzetli yemeklere önce küçücük tek yudumluk bardaklarda sek olarak içilen Girit rakısı çikudiya eşlik eder; en az dört-beş bardak çikudiya böylece tek yudumda içildikten sonra sıra beyaz şaraba, ardından da kırmızı şaraba gelir. Uzolar bazen yemekten çok önce akşamüstü içkisi olarak içilmeye başlanmış olur zaten; bazen de yemeğin yanında şarabın yerini alır.
Mitolojiye gelince… Tanrıların ve diğer ölümsüz yaratıkların gerçek dışı maceraları üzerinden aslında günlük yaşamın anlatıldığı bu efsaneleri sevseniz de, sevmeseniz de Yunanistan’da herhangi bir şeyi ardında yatan mitolojik öykülere kulak vermeden, herhangi bir mekanı içinde geçmiş doğaüstü maceraları düşünmeden yaşamak zaten biraz olanaksızdır. Olympos dağının sakinleri edebiyattan mutfağa, alışverişten seyahate, günlük dedikodulardan dini ayinlere kadar hayatın her boyutunda masal tadında hala biraz mevcutturlar ama bu adaya ait efsaneler nedense diğerlerinden biraz daha ilginçtir. Bu, öyküler daha iyi bildiğimiz kavramların ve daha çok kullandığımız terimlerin açıklamasını barındırdıkları içindir diye düşünürüm ben hep ve Girit kökenli mitoloji deyince, Klasik Yunan uygarlığından çok önce yaşamış olan tanrısal Kral Minos ve onun insanları hakkında yaratılmış öyküleri tekrarlarım kafamda. Ünlü insan vücutlu boğa Minotaur’u ve onun içinde hapsedildiği sarmalı, bizim bugün bildiğimiz haliyle tarihteki ilk labirenti yani; o labirenti yaratan ve bu bilgisi yüzünden Kral Minos’un esiri olan Deadalus’u ve kaçmak için yaptığı kanatları; yeni ufuklara açılmanın büyüsüne karşı koyamayıp uçarken güneşe çok yaklaşarak kanatlarını bir arada tutan balmumu eridiği için düşüp ölen ve böylece her türlü tatsız olasılığa rağmen cesaretle hayatı değiştirmeyi denemenin sembolü haline gelen oğlu İkarus’u, sonra bir de Zeus ile aşk yaşayıp ona aralarında Kral Minos’un da bulunduğu üç oğul veren ve adı bugün bir kıtanın ismi olarak hala yaşayan Europa’yı... Bu efsaneleri dinlemek, gerçek dışı olduklarını tabii ki bilmek ama yine de olağan bazı kavramları açıklayış biçimlerine şaşırarak hayran olmak, böylece bu coğrafyadaki geçmiş yaşamı ve günlük hayatları en çok bu öykülerden izlemeyi tercih etmek bence çok hoş bir deneyimdir ama Girit topraklarının mitolojiyle ilişkisini bu kadar çok sevmemin nedeni aslında bu öyküler de değildir; ben adanın havasından mıdır suyundan mı, Girit’te bu öykülere taş çıkartacak derecede ilginç yeni öyküler yaşamak hala çok olağan olduğu için, deyim yerindeyse burada herkesin “kendi efsanesini” yaratması mümkün olduğu için ilgi duyarım bu konuya.
Anlatacağım öykü ne demek istediğimi size herşeyden daha iyi açıklar sanırım. Gidişlerimin hangisindeydi, tam bilmiyorum; yalnız olmadığıma göre, ilk seferlerden birisi olmalı. Hatırladığım, havaalanı yolunda bana veda armağanı vermek isteyen arkadaşlarım tarafından sürpriz olarak götürüldüğüm bir evin bahçesinde çimenlerin üzerine kurulmuş bir sofrada ızgarada pişmiş sarımsaklı istiridye mantarı yiyerek ve evin bodrumunda üretilen çikudiya’yı damacanaların musluklarına ağzımızı dayayıp içerek, çok keyifli günler geçirdiğimiz adaya bir ziyafet eşliğinde veda etmeye hazırlanıyorduk. Müzik vardı tabii ve uçağımıza az zaman kalmış olmasına rağmen ayrılmayı hiç istemeyişimiz vardı. Bir köşede yavaştan sohbetler koyulaşmıştı bile. Derken ev sahibinin hiç tanımadığımız komşuları da bizi hoşlamaya geldi ve onlardan bir tanesiyle sohbet eden bir arkadaşımın heyecanla beni yanına çağırdığını gördüm. Yeni gelen konuğun ailesi Kırklareli’nin Karaağaç köyünden göçmüştü Girit’e; arkadaşımın ailesi de Karaağaçlıydı. Aralarında geçen sohbet sırasında her ikisi de Karaağaç’tan kalan anılarını tazelemişler, akıllarındaki isimleri söylemişler ve çocukken tahminen aynı mahallede yaşamış olduklarını keşfetmişlerdi. Bundan sonrası, gerçekten mitolojik öykülere taş çıkartan bir gerçeküstülük duygusuyla gelişti. Arkadaşım annesinin adını söyledi, komşu bu ismi tanıdı ve şaşkınlıkla kendi annesinin adını söyledi. Arkadaşım heyecanla “nasıl yani? Sen Marianna Teyze’nin oğlu olan Yorgo musun?” diye bağırdı. Yarım saat öncesine kadar birbirinin varlığından bile habersiz olan aşağı yukarı aynı yaşlardaki iki adam önce soluklarını tutarak birbirlerine baktılar, sonra gülmeyle ağlama arası sesler çıkararak aynı anda tekrar konuşmaya başlayıp nefes almadan birbirlerine kendi yaşamlarında “o zamandan beri” olanları anlattılar. Sonra arkadaşım Türkiye’deki yaşlı annesini aradı ve “kiminleyim biliyor musun?” diyerek olanları ona da aktardı; annesi, Yorgo’yu telefona isteyip sevgili komşusu Marianna’nın görüşmeyeli nasıl olduğunu sordu. Yorgo Türkçe sorulan soruyu anlayıp Rumca olarak annesinin iyi olduğu cevabını verdi. Sonra karşılıklı selamlar söylenip davetler yapıldı. Sonra telefon kapandı ve arkadaşımla Yorgo ağlayarak birbirlerine sarıldılar. Ve sonra hepimiz kendimizi bir yandan her iki yakada da farklı söylenişleri bilinen bir türküyü kendi dilimizde söyler, bir yandan da birlikte ağlarken bulduk. Türkü çok güzeldi; dostluk ve hasretlik üzerine bir türküydü ve farklı iki dilde söyleniyor olması onu bozmamış, tersine daha da güzelleştirmişti çünkü zaten konuştuğumuz diller farklı olsa da sanki sözleşmişiz gibi tam da aynı noktalarda coşup ellerimizi birbirine çarpıyor veya tam da aynı yerde ritmi arttırmak için ayağımızı yere vuruyorduk. Artan bu ritmik ayak vuruşları yavaş yavaş bir dansa dönüştü ve biz bir ayin yapar gibi huşu içerisinde hep birlikte dans etmeye başladık. Aslında "bizler" İstanbul usülü kasap havası oynuyorduk, "onlar" sirtaki ama sadece coşkulu değil son derece de uyumuyduk çünkü yaptığımız bu dansın zateh söylediğimiz türküyle de ilgisi yoktu; sadece birlikte hareket etmek güdüsünden ortaya çıkmış bir tören gibiydi. İşte tam o anda düşündüm mitolojik dostluk öykülerine ne kadar benzediğimizi, bütün yaşanmışlıklara rağmen nasıl hala kendi dostluk efsanemizi yazabildiğimizi. Buna benzer bir duyguyu birkaç gün önce Heraklion’da bir kuyumcuda alışveriş yaparken de hissetmiştim. Dükkanın benimle aynı yaşlardaki sahibesi nereli olduğumu sormuştu; benim İstanbullu olduğumu öğrenince annesinin İstanbul’un hangi mahallesinden olduğunu söylemişti; ben ona dedemin nereli olduğunu söylemiştim; o bana kocasının da Manastırlı olduğunu söylemişti ve sonra durup birbirimize sessizce baktığımız bir anda ikimiz de aynı şeyi düşünmüştük: “tarihin gelişimi farklı olsaydı, ben o olabilirdim!” Farkına vardığımız bu durumun gerçekliği bizi öylesine çarpmıştı ki, ikimiz de benliğimizin başka bir yaşamda kaybettiğimiz ve uzun yıllardır peşinde olduğumuz öbür yarısına rastlamışız gibi bir an titremiştik… Şimdi söyler misiniz, bu tür sıra dışı öykülerin günlük olağan olaylarla sık sık yer değiştirdiği, gerçek ile gerçeküstünün “tesadüf” şekline bürünerek sürekli birbirine karıştığı böyle bir coğrafyada hayat biraz da mitoloji değilse nedir ve böyle çarpıcı öykülerin parçası haline gelmenizi sağlayan bir yeri sevmemek mümkün müdür?
İşte böyle… Anlayacağınız, Girit işte bu nedenlerden sadece bir yaşlı kara parçası değil, aynı zamanda da bir kocaman yürek benim gözümde; Girit deyince işte bu nedenlerden en çok “dostluk” geliyor aklıma. Gözümün önünde hep özenle kurulmuş güzelim sofralar. Kimileri kalabalık, kimileri sadece iki kişilik; kimi zaman ziyafet gibi zengin, kimi zaman sadece ev üretimi peynir ve köy ekmeğinden ibaret ama her zaman dünyanın en içten gülen yüzleri eşlik ediyor sunulan canım yiyeceklere. Bir yandan herkesin aklının arkasında yüzyıllardır süregelen bir husumete dair öğretilenler, bir yandan kendini hiçbir yerde olmadığın kadar evinde hissetmek… Bir yanda her iki taraftan da toprağından sürülmüş insanların yürek yakan acı öyküleri, bir yandan daha önce hiç rastlamadığınız kadar yakın insanların bundan böyle sizinle paylaşmaya çok hazır olduklarının cazibesi. Politikacıların uzun yıllar süren tavırlarına birlikte okunan lanet, benzer huylardaki insanların birbirine sınırlardan bağımsız olarak duydukları yakınlık. Bunlar sanırım aslında bir Türkün Yunanistan’ın dört bir köşesinde en çok rastlayıp en fazla hissedeceği duygular. Ama en çok Girit’te… Kısacası Girit yöre tarihinin önemli bir tanığı ve bir doğa zenginliği olmanın ötesinde algılanması gereken bir yer. Olağanüstü Doğu Akdeniz coğrafyasında çok özel ve çok güzel bir mekan olmaktan çok, bu dünyada iyi ki var olan bir sıcaklık Girit; biraz hüzün ve çokça dostluk. Ve Girit’e yapılan bir yolculuk ancak deniz, kum, güneş ve lezzetli yemekler kadar biraz da bu anlattıklarım için yapılıyorsa gerçekten anlamlı ve keyifli.
Güzin Yalın
Cazkolik.com / 28 Mayıs 2012, Pazartesi
Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri...
“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”
01 O Orkos Ths Aretousas (Aretousas` Vow) / Ludovikos Ton Anogion / Contemporary Trobadours of Crete albümünden
02 Adiemus / Karl Jenkins / "Songs Of Sanctuary" albümünden
03 Eleni / Anna Vissi / "Eleni" albümünden
04 I`Am... I Said / Neil Diamond / "The Essential Neil Diamond" albümünden
05 Jazz suite n. 2; Waltz 2 (Dimitri Shostakovitch) / Royal Concertgebouw Orchestra / "Schostakovich, The Jazz Album" albümünden
06 No Volvere / Gypsy Kings / "Our Golden Songs 3" albümünden
07 Nikriz Longa (Tanburi Cemil Bey) / Cihat Aşkın (Aşkın Ensemble - Hakan Şensoy) / "İstanbulin" albümünden
08 Ausencia (Cesaria Evora) / Goran Bregovic / "Ederlezi" albümünden
09 To Tango Tis Nefelis / Haris Alexiou / "Anthology" albümünden
10 Koop Island Blues / Anne Brun / "Koop Islands" albümünden
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Dilek Çiftçi
Ben de Girit sokaklarında gezmiş, yemiş, içmiş, yaşamış kadar oldum. Elinize, dilinize sağlık hocam.
Bu Yoruma Cevap Yazın »öngün sanlı
Güzin"cim, Benim gibi Ege ve Adalarına aşık biri için bu yazı çok hoşuma gitti. Müzik çok güzel. Aşagıda hangi albumlerden oldugunu belirtmen de çok iyi fikir. Seçtigin parçaları zevkle dinliyorum. Girit"e gitmeye birkaç kez niyet ettim, olmadı. İnşallah bir gün . . .
Bu Yoruma Cevap Yazın »hulya tar
muzigine ve yazinharika
Bu Yoruma Cevap Yazın »BÜLENT SAĞLAM
müzikler çok güzel ve keyifli..
Bu Yoruma Cevap Yazın »Aykut Turhan
Ne kadar içten ve samimi bir anlatım bu böyle. Sn. Yalçın"ın hissettiklerinin benzerini 45 yaşından sonra ilk kez Yunanistan"ı ziyaret ettiğimde ben de hissettim. Ege"nin büyüsünün iki yakasına olanetkisinin bu derece yok farzedilmesi her iki halk için utanılacak bir durum. Girit"i henüz görmedim, bu yaz çok niyetlendim ama olmadı. Ziyaret ettiğim Ege adalarının izlenimlerini pirekare.blogspot.com adresinde paylaştım. Sevgiye değer verenlere...
Bu Yoruma Cevap Yazın »