Bayram tatili öncesi İtalya`nın küçük, mucize güzellikteki kasabaları

Bayram tatili öncesi İtalya`nın küçük, mucize güzellikteki kasabaları

Müziklerin listesi yazının sonundadır


Tanrı İtalya`yı boş zamanında yaratmış; kalan vaktinde ince ince uğraşıp bir sürü hoşluk yerleştirmiş


Keyifli bir günün ardından daldığım derin, doygun uykumu isteye bile sonlandırıp hevesle gözlerimi açıyorum. Yattığım yerden baktığımda bana ilk “günaydın” diyen şey üst üste yığılan taşlarla örülmüş, gittikçe daralarak sivri bir noktaya ulaşan konik tavan. Tepesinde bir yerlerden içeriye sızarak yansıyan ışık huzmesi odanın ortasında oyunlar oynuyor. Aynı taş döşemenin aşağıya doğru devam edip iki yanımdan duvar olarak inişini izliyor bakışlarım ve odamdaki en kuytu köşede, kireç boyalı bir oyuğun içine yerleşmiş olan taş masanın üzerindeki taze begonvil dalında duruyor. İçinde uyandığım, tek bir penceresi olan bu küçücük oda boyundan bosundan beklenmeyecek kadar hem aydınlık ve ferah hem de serin. Beynim hemen yüklendiği bilgileri işlemekte olan bir bilgisayar edasıyla çalışmaya başlayıp, hazırlıksız yakalandığı için olsa gerek, bana acilen yanlış bir sonuç sunuyor; kendimi “Harran’ın konik evlerinden birinde” zannediyorum uyku sersemliğiyle. Oysa hiçbir Harran evinde uyumuşluğum yok; üstelik bal gibi biliyorum, Urfa’da Harran Ovasında değil İtalya’nın Puglia bölgesinde Alberobello kentindeyim. Bu sadece uzun zamandır aklımı meşgul etmiş bir benzerliğin yarattığı bir yanılsama. (Benim kadar çok gezip benim gibi üst üste farklı yerlerde uyanınca, bir gece önce nerede uyuduğunu anımsamak bazen böyle bir iki saniye sürebiliyor maalesef!) Gerçeği hatırlar hatırlamaz beni buraya getiren sürecin öyküsü seriliyor gözlerimin önüne; yüzümde mutlu bir gülümsemeyle maceranın başına dönüyorum.




Bir Akdeniz ülkesinde doğup yaşadığım için dünyanın birçok yerinde güneyli sayılsam da aslında Türkiye’nin güneyi ile herhangi bir ailevi bağım yok benim; Türkiye ölçülerinde “güneyli” değilim yani. Ama nedense duygusal bağlamda böyle bir yakınlığım fazlasıyla mevcut; kendimi bildim bileli aklım fikrim hep güney coğrafyalarında. Bu durum ilk kez en tasasız erken gençliğimde ailemle gittiğim Mersin’de sevdalandığım acı pembe zakkumlar yüzünden de olabilir; anılarım arasında hala özel bir yere sahip olan Adanalı platonik çocukluk aşkım sayesinde de... Belki Mezopotamya’ya dair efsanelerden birisini ilk okuduğumda başlamıştır, belki de Antakya’da yaşlı bir teyze ile kırk yıllık arkadaşlar gibi birlikte kıkırdayıp dedikodu yaparken; bilemem... Ama neden ve nasıl olursa olsun, ben tüm dünyada güney ellerini, sıcakkanlı “güney” kavramını ve güneye dair doğa, sanat ve kültür gerçeklerini hep sevmiş, gizemli bulmuş, özlemişimdir... Bunca yıldır gezip gördüğüm, tanıyıp yaşadığım yerler arasında diğerlerinden daha fazla aklımda kalanlar da çoğunlukla güneylidir zaten ve Harran Ovası’nda zamanın yüzlerce yıl önce durduğu bir köydeki konik evler ile Mardin’in insanı daha ilk bakışta başka bir dünyaya ışınlayan panoramik kent görüntüsü bunların başında gelir. Mardin’in karşı koyulmaz büyüsünü, daha gidip kendisini görmeden, bir derginin kapağında ilk kez rastladığım resmi sayesinde ta yüreğimde hissetmişimdir ben ve Harran’da farklı zamanlarda yaşadığım güzellikler dünyada hiçbir şeyle değişmeyeceğim kadar gönlüme değmiştir.



(Resim: Alberobello`nun konik evleri)


Puglia macerası da bu merakım sayesinde başladı zaten. Algım bu çok sevdiğim yerlerin benzerlerine açık ve aynı türden başka güzelliklerin arayışı içinde olduğu için yakın coğrafyadaki başka bir ülkenin güneyinde bu görüntülerin benzerlerini keşfetmem çok uzun sürmedi ve de İtalya çizmesinin ucunda yer alan Alberobello ve Matera kentleri epey bir zaman önce görülecekler listemin başına yerleşti. Uzun süredir, birisi Harran’ın sanki başka bir dünyaya ait olan konik evlerine, diğeri Mardin’in içinde kim bilir ne öyküler taşıyan özgün taş yapılarına ikiz olan bu iki şehri görmek için yanıp tutuştum. Bu kentlerin yaşadıklarını merak ediyordum; kültürlerini izlemek, şarkılarını dinleyip yemeklerini tatmak istiyordum; buralı insanlar tanıyıp sevmek istiyordum. Bir sürü nedenden yıllardır bu konuda gecikip durdum ve sonunda geçtiğimiz bayram, önceden yapılmış bütün gezi programlarını temizleyip yolumu Puglia’ya (ya da Latince ismiyle Apulia’ya) çevirdim.




Aslında İtalya’nın güneyi bilmediğim bir yer değil ama yıllar yıllar önce buralara ilk geldiğimde ne Alberobello ve Matera’dan haberim vardı, ne de hatta Harran ve Mardin’i görmüşlüğüm... O geziden aklımda sadece nadir rastlanan güzellikte bir denizin keyfi ile gözlerimi acıtan bir güneşin dünyayı cayır cayır yaktığı bir günde, bembeyaz kireç boyalı evlerinin önüne koydukları alçacık taburelere oturmuş dantel ören, tepeden tırnağa simsiyah giysili yaşlı dul kadınlar kalmış. Bu ikinci görüntü sanırım beyaz kent Ostuni’dendi; ya da ben öyle hatırlıyorum çünkü anlattıklarım otuz beş yıl öncesinden... Gerçi çok daha yakın zamana ait bazı başka imgeler de yok değil aklımda. Ferzan Özpetek’in en sevdiğim filmi Serseri Mayınlar’ın inanılmaz derecede dingin ve aynı zamanda son derece canlı dekorunu oluşturan Lecce kentinden görüntüler gibi mesela. Kısacası, bu seyahate çıkarken gözlerimin önünde gerçek ve sanal anılardan bir sürü sahne ve hayalimde sadece resmini gördüğüm büyülü yerlerin daha gitmeden nefesimi kesen görüntüleri var; beklentim büyük yani... Üstelik bu kadar ertelenmiş tüm gidişlerin ortak derdi olan, sonunda bulduklarımı uzun zamandır rüyasını gördüklerimle birleştiremeyip hayal kırıklığına uğrama korkum da cabası.




İtalya çizmesinin topuğuna doğru yolculuğum liman kenti Bari’den başlıyor. Ve sonraki günlerde bu küçük alanı zikzaklarla bir baştan bir başa geçip gönlüme takılan yerlerde duraklayarak devam ediyor. Mesafeler yakın olduğu için herhangi bir yetişip ulaşma telaşım yok; bu yüzden de yolda karşıma çıkan hoş sürprizlere rahatça zaman ayırabiliyorum. İlk geceyi Alberobello’da geçireceğim ama giderken uğramak istediğim, birbirine benzer ve hepsi kendine göre farklı birkaç küçük kent var. Ortaçağdan kalma beyaz taş sokakları ve çiçek saksılarıyla süslü balkonları insana huzur vaat eden, cıvıltılı meydanlarından mis gibi taze pişmiş kahve kokuları yayılan, çok “Akdenizli” ufacık kentler. İlk durağım Adriyatik denizi kıyısında, denizden yirmi metre yükseklikteki kalker kayalar üzerine yerleşmiş Polignano a Mare. Ta iki bin dört yüz yıl önce Neapolis adında bir Yunan kenti olarak kurulmuş. Ardından Romalı olmuş; hatta İmparator Trajan’ın ünlü Via Traiana yolunu içinden geçireceği kadar önem kazanmış. Bugün ise biraz tembel ve uykulu, biraz olgun ve bilge; kızgın Akdeniz güneşinin altında iyice pişip kıvam tutarak, taş sokakları üzerinde tarih boyu birikmiş olan yaşam pırıltılarını yansıtıyor. Roma döneminden kalan Porta Vecchia kapısından geçerek ulaşılan “eski kent” merkezinde beni minnacık bir meydan, onu çevreleyen çılgın renklerde çiçeklerle bezeli lokanta ve kahvehaneler, tarihi bir saat kulesi ve birbirinden ilginç, küçük, iddiasız kiliseler bekliyor. Ortaçağ kentlerinin karakteristik planına sahip olan şehrin arka sokaklarında dolanırken kaybolmak çok kolay ama bu hiç de kötü bir şey değil. Çünkü yolunuzu bulup tekrar minik meydana çıkmaya çalışırken yanlışlıkla sapacağınız sokakların sizi beklenmedik güzelliklere götürmesi garanti. Özellikle de bu noktadan sonsuz gibi görünen denizin eşsiz manzarasını aniden önünüze seren üç panoramik terastan birine ulaştınızsa. Polignano a Mare’nin üzerinde kurulduğu kayalar sadece Adriyatik’in göz alabildiğine uzanan eşsiz çini mavisi görüntüsünü böyle yüksekten görmenizi mümkün kılmakla kalmıyorlar, aynı zamanda şehirde bir başka çok ilginç özellik daha yaratıyorlar. Bu kayalar plaj vasfı olamayacak kadar yüksekler ama aralarında saklanan minicik bir koyda bu kıyıların belki de en güzel plajı var. Sanki birileri bir yerlerden kum ve çakıl taşıyıp bu kuytuya yerleştirerek özel bir köşe yaratmış gibi görünen ve mavi bayrak sahibi pırıl pırıl bir denizi olan bu doğal plajın en ilginç yanlarından birisi onu çevreleyen kayalardan denize atlayarak yamaç dalışı yapılabilmesi. Hatta bu atlayışlar, kentin önemli geleneksel eğlencelerinden birisi haline gelmiş durumda; Polignano a Mare uluslararası dalış yarışmalarına ev sahipliği yapıyor. Ve de tabii üstelik bu kumsal, kentin tarihi meydanına sadece yürüme mesafesinde. Plajdaki kalabalığa karışmanız için üzerinden deniz manzarasını seyrettiğiniz kayalık tepeden aşağıya inerek birkaç yüz metre yürümeniz yeterli. Kale duvarı gibi gözüken kayaların üzerine yerleşmiş olan şehri karşıdan bir manzara gibi izlediğiniz noktanın hemen altında, kıyıda, denizin içindeki mağaraların yanıbaşında balıkçı tekneleri; arkanızda kalan kara tarafında da basit ama birbirinden nefis balık yemekleri yiyebileceğiniz salaş kıyı lokantaları sizi bekliyor. Çünkü aslında bir yandan da balıkçıların hala sandallarıyla kürek çekerek denize açıldığı bir balıkçı kentindesiniz.



(Resim: Polignano a Mare)


Ben sanırım Polignano a Mare’nin en çok kızgın Akdeniz güneşi altındaki neredeyse uyuşukluğa varan sakinliğini seviyorum ve kent ile denizin birbirleriyle iç içe geçerek yorgun doygun sevişmesini. Şehrin bu sakin duruşu bende tembelce gerinip bundan böyle yaşamı tamamen farklı bir tempoda sürdürmek niyetiyle bu yüzlerce yıllık taş meydanın bir köşesine ilişiverme isteği yaratıyor. Sonra bana kendimi başka bir zamanda hissettirmesini ve bir tiyatro dekorunda dolaşır gibi o zamanın sokaklarında dolaşmama izin vermesini seviyorum bu kentin. Vittorio Emanuele II meydanına ulaşınca oturup soluklanmak için bir kahve içmeyi çok seviyorum bir de; kahvemin yanında sunulan kakaolu kurabiyeleri seviyorum. Ama konu yiyip içmeye gelince, bu kentten asıl aklımda kalan yiyecek dondurma oluyor. Kentin girişindeki ana caddelerden birisinde yer alan, ödül sahibi ünlü dondurmacı Gelateria Caruso, efsane haline gelmiş İtalyan dondurmasının en lezzetli örneklerini, biraz fazla süslü ama son derece ferah bembeyaz bir mekanda sunuyor ve eşsiz mangolu dondurmasını yemeden Polignano a Mare’den ayrılmamı imkansız kılıyor. Üstelik her ne kadar en ünlüsü Caruso ise de kentin onlarca benzer türde dondurmacısı daha var. Herhangi bir tanesinde dondurma yemek, bu kentin gözde sosyalleşme biçimlerinden biri gibi görünüyor. Başka şehirlerin yaz akşamlarında barların veya pub’ların önünde karşılaşacağınız türden neşeli bir kalabalık, burada günün her vaktinde hatta ortalığın kızgın güneş altında yandığı öğlen saatlerinde bile, dondurmacıların önünde birikmiş gibi sanki; gençler kuyrukta bekleyerek ve ellerinde dondurma külahlarıyla kaldırımlara oturarak sürdürdükleri keyifli bir sohbetin içinde kaybolmuş görünüyorlar. Bense, dondurmamı da yediğime göre artık başka bir şehre doğru yola çıkabilirim gerçi ama son bir mola daha verip şehrin sembollerinden birisi haline gelmiş olan ünlü şarkıcı Domenico Modugno’nun heykelini ziyaret ediyorum… 1958 yılında İtalya’ya Eurovision şarkı yarışmasında birincilik kazandıran şarkısı nedeniyle doğum yeri olan bu minik kentte neredeyse bir kahraman olarak kabul edilen Domenico Modugno, kentin kıyısına dikilen bu heykel sayesinde ölümsüzlüğe kavuşmuş bulunuyor. Doğal olarak, dudaklarımda Modugno’nun hem kentini hem de kendini meşhur eden ünlü şarkısı ile ayrılıyorum bu güzelim yerden; “Volare, cantare…/Nel blu dipinto di blu…/Volare...”



(Resim: Polignano a Mare`nin kayalıklar arasına gizlenen eşsiz plajları)


Doğrusu, Alberobello’ya ulaşıp otele yerleşmeden önce gezdiğim kentlerin hepsi birbirinden sevimli ve huzurlu. Ama size öyküsünü aktardıklarıma, bir de özel olarak Locorotondo’yu eklemek isterim. Itria Vadi’sindeki en güzel kentlerden birisi olan Locorrotondo da Akdeniz’in tipik keyiflerini içinde taşıyan; benzerlerini Girit veya Bodrum’da görebileceğiniz türden begonvil ve sardunyalarla bezeli evleri olan bir minicik kent. Burada rastladığım beyaz kireç duvarlar üzerine oya gibi işlenmiş, pembe mor kırmızı, bol çiçekli güzellik sayesinde Locorrotondo sadece bu yörenin değil, tüm İtalya’nın en hoş kentlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Kent merkezinde yerler fildişi rengi mermer taşlarla kaplı. İnsan bu meydanda dolaşırken kendini sokakta değil de bir evin bahçesinde, müstakil bir alanda yürür gibi hissediyor. Meydana ulaşınca, önce yörenin el sanatlarını sergileyen minicik bir dükkana giriyorum. İçeride, dışarının yanan sıcaklığına zıt, eşi bulunmaz bir serinlik ve gözlerimi acıtan güneşe inat, rahatlatıcı loş bir ışık beni karşılıyor. Satılmakta olan tüm dantel ve oyaları elleriyle dokuyan dükkan sahibi hanım ve ben bir süre olmayan İtalyancam ile sohbet ediyoruz; kentin genel ahvali hakkında bir sürü şey öğreniyorum. Ardından, Vittorio Emanuel II meydanında oturup (evet, nedense bu yöredeki kent meydanlarının çoğunun ismi bu!) benim evimin bahçesinden az büyük bu meydanın bir köşesindeki Roma döneminden kalma kemerli kent kapısını gözetleyerek buralarda çok tüketilen köpüklü tatlı şaraptan minik yudumlar alıyorum. Bir yandan da bu diyarların, gün epey ilerlediği halde hala ortalığı kavuran güneşe hiç aldırmayan bu keyfini nasıl bu kadar çabuk benimsemiş olduğuma şaşıyorum... Ve düşünüyorum; günlük hayatımda bugüne dek laf olsun diye kullandığım birçok klişeden bir tanesi burada inanılmaz ölçüde gerçeklik kazanmış durumda: Zaman sanki durmuş gibi... O kadar ki birazdan karşımdaki köşeden, etrafını saran asker ve refakatçi kalabalığıyla kentin üç yüz yıl önceki feodal lordu dönüverirse hiç şaşmam. Zira bana şu anda sanki buralarda bildiğimiz gerçekliğin dışında pek çok şey mümkünmüş ve başıma gelecek hiçbir şeyi tuhaf bulmamam dünyanın en doğal tavrıymış gibi görünüyor. Hatta kendimi, geldiğinde Lord hazretlerini masama davet edip kendisiyle bu coğrafyayı çok sevmek üzerine bir sohbet yapmayı düşlerken yakalıyorum; zaman ve mekanın, içinde bulunduğum noktası işte bu kadar gerçekliğin dışında! Zaten üzerime bu yöre insanının siesta ruhuna yakışır bir yavaşlık çöktüğünden mi, yoksa gezdiğim her minik kente aynı oranda aşık ola ola artık buraları iyice benimsediğimden mi bilinmez, epeydir gördüğüm hiçbir şeye fazla şaşmıyorum ve mesela bu kentteki güzelim birçok kiliseden birisinde karşıma çıkan gerçek sanat eseri tavan tasarımına “bu Allahın taşrasında, böyle minicik bir kentte bu kadar güzel bir mimari örnek ne arıyor?” demeyi de aklımın köşesinden bile geçirmiyorum!




Doğrusunu isterseniz, rastladığım bu güzellikler karşısında neredeyse asıl niyetimi unutarak Arborobello’da bir trullo’ya ancak bölgenin sunduğu tüm keyifleri tatmayı tamamladıktan sonra yerleşiyorum. Ama hemen belirtmem gerek, kendimi nihayet bir trullo’nun içinde bulunca da bir an için tüm dünyayı unutuyorum... Trullo, külah biçimi kubbe damlı konik evlere bu yörede verilen isim ve aslında bu trullo’lar (ya da İtalyancadaki çoğul haliyle trulli) sadece Alberobello’da değil tüm bu yörede mevcutlar ama Alberobello bir zamanlar yalnızca bu evlerden oluşan bir köy olduğu için hala İtalya’da konik ev denince ilk akla gelen yer oluyor. İşte ben de nihayet, sözün başında size aktardığım yerde, Puglia’nın Harran evlerine benzer özgün yapılarının arasındayım. Geceyi geçireceğim, otele dönüştürülmüş külah damlı evdeki odama girdiğimde bir süre sadece yüzlerce yıllık bir tarihi içime çekerek ve gözlerime çevremdeki yalın güzellikle bayram ettirerek oturup kalıyorum. Sonra ilk yaptığım şey, beni buralara kadar getiren benzerliği gözden geçirmek oluyor.


Arkeolojik bulgulara göre, Alberobello ve Harran tarzı konik evler, binlerce yıldan beri yapılagelmiş. Gerçekleştirilen kazılarda Musul, Tiflis ve Kıbrıs gibi birkaç yerde daha benzerlerine rastlanmış ve tabii hiç şaşmamak gerek, “arı kovanı” adı da verilen Harran’daki bu evlerin aynıları, Şam yakınlarında da mevcut. Bir de, belki aradaki fiziki ve manevi mesafeyi göz önüne alınca bu kez biraz şaşmak gerek, bu “arı kovanı” evlerden İskoçya’da var. Puglia’nın konik evleri 1500’lerde yapılmaya başlanmış; Harran’dakilerin tarihi ise sadece iki yüz yıl civarı. Tevatür muhtelif ama trullo’ların ortaya çıkış nedenleri hakkında en çok anlatılan öyküye göre, evlerin yapılış biçimi, vergi memurlarını aldatıp merkezi yönetimin uyguladığı vergilerden kurtulmak üzere geliştirilmiş. Bu toprakların sahibi olan feodal lord köylülere, temel kazmadan ve aralarına harç koymadan, yığma usulüyle yaptıkları evlerini vergi memurları geleceği zaman söküp yok etmeyi öğretmiş; memurlar gidince evler yeniden yapılırmış. Bu yöntemle Alberobello’nun devlet kayıtlarına yerleşik bir yaşam alanı olarak geçmesini engelleyen Lord vergi ödemek zorunda kalmıyormuş. Toprağa zaten sahip olamayan garibim köylülerin bu çilesi uzun zaman sürmüş. Ama sonunda Alberobello’yu bağımsız bir kent kimliğine kavuşturup feodal serf durumundan çıkmayı başarmışlar. Böylece köylüler kendi topraklarında kendi tarımlarını yapıp gerektiği kadar vergilerini ödeyerek evlerini her seferinde yıkılıp yeniden yapılmaktan kurtarmışlar. Bugün modern tarzda birçok eve de sahip olan Alberobello’da konik evler başlıca iki mahallede toplanmış bulunuyor ve bu evleri sadece fazla maddi olanağı olmayan aileler, içinde yaşamak için kullanıyor. Toplamda bin taneden fazla olan evlerin önemli bir bölümü dükkan, kültür merkezi, lokanta, otel ve benzeri mekanlara dönüşmüş durumda.



(Resim: Harran çamur evleri)


Bildiğim kadarıyla Harran’daki konik evlerin böyle eğlendirici bir hikayesi yok. Ama orada da başka çok keyifli detaylar var. Örneğin, evlerin yapımı için kullanılan malzemeler şüphesiz bulundukları her coğrafyada en rahat ulaşılabilenler olmuş. Bu yüzden, Puglia’da kireç taşı kullanılırken Mezopotamya’da, topraktan yapıldığı için tuğla tercih edilmiş. Ama bu toprak öyle bildiğiniz toprak değil! Harran’ın olağanüstü gizemli atmosferine ve geçmiş Harran uygarlığının incelik dolu ihtişamına uygun olarak aktarılan bir bilgiye göre aslında en eskiden Harran’da evlerin malzemesi toprağın bol miktarda gülyağı ile karıştırılmasından elde edilirmiş! Bu bilginin doğruluğunu kanıtlamak mümkün değilse de inanmak işime geldiği için ben ilk duyduğumda inanmayı seçmiştim tabii ve gözlerimi kapatıp kendimi mis gibi gül kokan bir eski zaman evindeki yaşamın içinde hayal etmiştim. Zaten Mezopotamya efsane ve söylencelerin memleketi olduğu için burada nasılsa gerçekle hayal çok sık birbirine karışıyor; benim de payıma bu hayal düştü diyebiliriz! Aslına bakarsanız, aralarından seçebileceğim çok daha eğlenceli başka gerçeküstü öyküler de yok değildi; buralıların inancına göre Harran’ın konik evlerinde yaşayan tavukların daha çok yumurtladığı ve atlarla köpeklerin çok daha uysal olduğu gibi. Bu evlerde yiyecekler bozulmuyormuş mesela ve yöre halkı tüm bu söylediklerimin batıl inanç olduğunu asla kabul etmiyormuş!


Bildiğiniz gibi, Harran evleri çamur sıvayla örtülü ve üzerlerine badana yapılmamış. Buna karşılık, trullo’lar kireç ile boyalı. Bu durum iç mekanlarda da aynı. Sonuç olarak, Harran boz çamur ve toprak rengi; Alberobello beyaz badanalı ve daha parlak. Dolayısıyla, aşağı yukarı aynı özelliklere sahip coğrafyalarda oldukları ve çok büyük benzerlikler taşıdıkları halde Alberobello doğrusu çok daha ferah ve bakımlı izlenimi veriyor; beyaz renk temizlikle, çamur rengi toz toprakla bağdaştırıldığından buradaki evler daha temiz ve daha rahatmışlar gibi duruyor. Aynı kızgın Akdeniz güneşi Alberobello’yu pırıl pırıl parlatırken, Harran’ı bir sarı sıcakta tüttürüp mayalandırıyor da diyebiliriz; Harran’da Mezopotamya dokusu, Alberobello’da Avrupalı bir Akdeniz esintisi yani! Öte yandan, belki de tam bu yüzden Harran çok daha otantik, çok daha ilk kurulduğu günkü gibi görünüyor; Alberobello ise çok daha turistik. Bu durum sadece görüntü değil yaşam pratiğinde de aynı. Harran’daki dokuz yüz atmış ev de koruma altında ama henüz sadece bir tanesi turistlerin görebilmesi için onarılıp müze haline getirilmiş. Zaten Harran bir köy; otel falan yok. Oysa Alberobello küçük bir kentin tüm nimetlerine sahip ve buradaki bine yakın evin birçoğu ticari amaçla kullanılıyor.



Trullo’larının Harran evlerinden farklı başka bazı özellikleri de var; bir kere Harran’dakilere göre biraz daha sivri olan damlarının tepesinde yer alan kireç toplar sayesinde uzaktan sanki peri bacalarına da benziyorlar. Sonra, siyah taşlardan yapılma bu damların üzerinde kireç boyayla çizilmiş, dini veya batıl anlamları olan bazı işaretler var. Bu çizimler kimi zaman tılsım gibi korunmaya yönelik, bazen de sadece sevginin veya doğanın sembolleri. Onlara, görüntülerinin ötesinde ezoterik manalar yükleyen kaynaklar da mevcut. Kimse tam ne anlam taşıdıklarını tam olarak bilmiyor galiba. Ama kökenleri ve anlamları ne olursa olsun, siyah taşın üzerindeki bu bembeyaz çizimler, güneşin altında parlayınca çok hoş bir görüntü oluşturuyorlar ve zaten çarpıcı olan kente bir de gizemli hava veriyorlar. Üstelik büyük olasılıkla evler kadar eski bir tarihi olmayan bu gelenek, bir yandan evleri ve dolayısıyla tüm kenti süslerken bir yandan da binayı yapanın yeteneğini ve evin sahibinin dini inancını ile maddi gücünü gösteriyor.