Uzakdoğu`nun süper gücü için Güzin Yalın`ın keskin gözlem ve izlenimlerinde...

Uzakdoğu`nun süper gücü için Güzin Yalın`ın keskin gözlem ve izlenimlerinde...

(Bu yazıya ait okunma rakamları 14 Şubat 2011 tarihinden sonrasına aittir.)


Sevgili Cazkolik okurları, size de öyle geliyor mu, bilmem ama sanki zaman çok çabuk geçiyor… Bir ay daha geride kaldı; sonbahar İstanbul’a iyice yerleşti, kent cıvıltılı kışlık hayatına hazırlanmaya başladı bile. Yaşamımızın belki en tuhaf iklimli yazından geriye yine sadece anılar kaldı. Bir süre daha aylarca ne kadar bunaltıcı bir havayla haşır neşir olup nasıl geçtiğimiz yazdan hiçbir şey anlayamadığımızı konuşacağız; sonra kışın telaşı, yağmur/çamur/trafiğe rağmen yaşamın nabzını elinde tutan bir kentte kış yaşamanın lezzeti, geçen yazı unutturacak.

Mevsim dönümlerine özgü uyum sağlama çabasında size bir tadımlık keyif sunarak destek olması umuduyla, bu ay hep birlikte uzak bir ülkeye gitmeyi öneriyorum.

Gelin, Çin’e gidip egzotik bir macera yaşayarak başlayalım bu ay…

Güzin Yalın


 Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...

“Başka diyarların caz lezzeti…”

Bence seyahat etmeyi seven ve uzakları merak eden herkes, Marko Polo’nun maceralarından yaşamının bir döneminde bir biçimde etkilenmiştir. Her ne kadar insana sanki bilinmeyen dünyaların hepsini gezmiş, uygarlığın pek çok nimetini herkesten önce kaynağında tatmış gibi görünse de, Marko Polo aslında çoğunlukla İpek Yolu boyunca seyahat etmiştir. Yani gezisinin çoğu bugün Çin ve Moğolistan olan Orta Asya coğrafyasınadır; dünyanın tümüne değil. Kısacası, Marko Polo nereye gitmiş olursa olsun, aslında sadece bir Çin gezginidir.  

Nereden mi çıktı Marko Polo şimdi? Kolayca anlamış olduğunuz gibi, benim de “Çin gezginleri” arasına katılmış olmamdan… Yakın zamanda Çin’e bir seyahat yapıp ünlü kentlerinden büyülü “literati” bahçelerine; “Doğu’nun Venedik”i denilen kanallar diyarından, başı dumanlı dağların arasında sakin akan nehirlere; pirinç tarlalarından inanılmaz derecede kalabalık caddelere kadar yıllardır aklımda “Çinli” diye yer etmiş olan pek çok imgenin peşine düştüm. Merak edip duruyordum, asırlar önce Marko Polo’yu hayretlere düşürüp hayran bırakan, ardından da zaman içinde onun anlattığı şekliyle tüm dünyayı büyüleyen bilinmedik ülke Çin bugün ne halde? Hala o denli özgün ve mağrur mu? Dünyanın bu yöresindeki pek çok ülkeyi, farklı zamanlarda ve farklı yöntemlerle de olsa bir şekilde sömürmeyi mutlaka becermiş olan İngilizler Çin’in bugünkü varlığı üzerinde tam olarak ne etki yapmış? Afyon Savaşlarının ardından Çin hala eskisi kadar uzak ve yabancı mı dünyanın geri kalan bölümüne? Ülkenin kaderini tamamen değiştiren Mao’dan sonra Mao’nun Çini ne olmuş? İnsanlar hala o kadar inançlı ve çalışkan mı?



Yanıtlar teker teker önüme çıktıkça, beklediğimden daha hareketli, dışarıdan görünenden çok farklı bir ülke tanımış oldum. Neredeyse tamamen yok ettiği tarihi kimliğinin yerine bir an evvel parlak bir gelecek koymak için bugününü biraz “hızlı” yaşıyor gibiydi sanki. Düşünün ki, bu insanlar, dünyanın hemen her yerinde başkaları elleriyle yemek yerken, bu iş için geliştirdikleri özel çubukları kullanıyorlardı. Bugün hepimiz için bir tür eksantrik hoşluk olan bu çubuklar, aslında uygarlığın bir göstergesi değil de, nedir? Aynı şekilde, bugün Çin’in yakın tarihine bakınca görülüyor ki, 19. yüzyılda Batıya zoraki açılışları sırasında bu denli sömürünün tuzağına düşmelerinin nedeni gibi gözüken durağan idari yapıları da, aslında bürokrasinin ve ilgili kurumların, belki de yeryüzünde başka tüm toplumlardan önce yapılandırılıp olgunlaşmış olmasından kaynaklanıyor. Bugünkü Çin ile tarih boyunca Çin denilen ülkenin coğrafi olarak aynı şey olmadığını da bilmek gerek, çünkü tarih boyunca sürekli parçalanıp bölünmüş ve tekrar farklı biçimlerde toparlanıp birleşmiş ve özellikle Kuzey komşularıyla sınırları sürekli değişmiş. Bu yüzden de, aslında Çinliler kimlerdir ve kimler bu ülkenin azınlıklarını oluşturur, bu biraz karışık. Örneğin, MÖ 200’lü yıllarda hüküm sürmüş olan Han Hanedanı’ndan gelen Çinliler, kendilerine “Han Ulusu” diyorlar ve gerçek Çinliler olduklarını iddia ediyorlar. Bu grup, Çin’de nüfusun da çoğunluğunu oluşturuyor ve bugün ülkede insanı biraz da kaygılandıracak boyutta hızla gelişen bir milliyetçi akımı da başlatmış bulunuyor ama mesela 17. yüzyılda Ming Hanedanı’nı yıkarak Ching Hanedanı’nı kuran Mançular, Çinli değil Mançuryalı ama bu halk Çin’in tarihine ve uygarlığına en fazla katkıda bulunan kültürlerden birisinin sahibi.

 

Kısacası, eğer bugün Çin’de hala bir “Mandarinler ülkesi” göreceğinizi zannediyorsanız, hayal kırıklığına uğramanız garanti… Ama dünyanın en büyük köylü toplumu, ulaştığı sanayileşme noktasında insanı şaşkınlığa uğratıyor. Kültür Devrimi öncesinde bir milyar olan nüfus, devrimden sonra çocuk sayısına getirilen kısıtlamaya rağmen o günden beri üç yüz kırk milyon daha artmış bulunuyor! İnsan ancak Çin’e gidince, Mao’nun ne yapmaya çalıştığını anlayıp Çin için onun önerdiğinden başka hiçbir çıkış yolu olmadığını kabulleniyor.

Çin’in ucuz iş gücü nedeniyle tercih edilen üretimi, artık tüm dünyayı ilgilendirecek boyutlarda. Bir yandan dünyada eşi benzeri bulunmayan ilkellikteki bazı adetleri hala sürüyor; örneğin, Şanghay’ın bir numaralı çok katlı mağazası olduğunu iddia eden bir mağazanın mücevher reyonunda cânım yeşim taşlarını size gösteren zarif bir genç tezgahtar kız, birdenbire size satış yapmaya çalıştığı tezgahın arkasına balgam atabiliyor. Veya kırsal bölgede ve küçük kentlerde bezlenmesi gereken yaşta çocukların altlarına bez bağlanmadığı gibi, arka kısmı dikilmemiş özel bir model pantolon giydirilerek, canları istediğinde istedikleri yerde rahatlamaları sağlanıyor. Ama bir yandan da insanı şaşırtacak kadar ileri düzeylere ulaşan bir toplumsal olgunluk söz konusu. Uzakdoğu felsefesini, Marksist öğretiyle harmanlamış olarak, hem herhangi bir dine değil yalnızca kendilerine inandıklarını açıkça söylüyorlar, hem de Budizm ve Taoizm ile ve de hatta geleneksel Atalar Diniyle son derece uyumlu ve saygılı bir yaşam sürüyorlar. Biraz çelişki, biraz karmaşa, biraz da zıtlıklardan doğan yaratıcılık ve çok renklilik… İnanması zor ama Çin binyıllardır yaşayan, dünyanın en eski ve büyük ve güçlü uygarlıklarından birisinin anavatanı ve bugün de tüm dünya için anlam ifade edecek boyutta gelişmekte olan bir ekonominin sahibi ama insanlar herhangi bir şey için sıraya girmeyi ve sokaklarda birbirlerine omuz vurmadan yürümeyi öğrenmeye hiç niyetli gözükmüyorlar. Sonra mesela artık kimse kızların ayaklarının doğumdan itibaren bağlayarak tavuk görünümlü seks objeleri yaratmıyor belki ama bazı bölgelerde kız çocukları hala sokağa atılıyor. Bu konuyu sonunda Mao ele almış; başa geçer geçmez, kız bebeklerin ve sakat doğanların öldürülmesini kesinlikle yasaklamış ve bu çocukları çetelerin elinden kurtarmak için, bakımevleri açılmış. (Dünyanın bu en gelişmiş uygarlıklarından birisinin beşiğinde, yasaklamaya kadar, bu çocukların hayvanlara yem bile yapıldığı bilinen bir gerçek!) Öte yandan, şu anda Çin’in en büyük gayri resmi ihrâcat kalemi çocuklar… Dünyanın her yerinden, özellikle de Amerika’dan evlat edinmek isteyenler için, gelip bu bakım evlerinden çocuk seçebilecekleri bir sistem oluşmasına göz yumulmuş vaziyette.

 
 
Aynı türden zıtlıklar çok daha önemsiz konularda da söz konusu. Örneğin, Çin’e giderek artan sayıda yabancı, turist olarak veya iş ilişkileri yüzünden geliyor ama Çinliler bırakın herhangi bir yabancı dili öğrenmeyi, Çince bilmeyenlerle hiç değilse vücut dillerini kullanarak anlaşmaya bile çalışmıyorlar. Çin’in büyük kentlerinde artık yeryüzünün en gelişmiş karayolları var ama trafik lambaları veya yaya geçitleri hiç kimse için herhangi bir anlam ifade ediyormuş gibi durmuyor. Kısacası Çin gezisi boyunca, bugünkü gündelik hayatın gördüğüm çarpıcı yönleri, beni şaşırtmak için doğa güzellikleri, tarihi anıtları ve çarpıcı geçmişiyle yarıştı doğrusu. Kavga ettiğini sandığım insanların Çincenin vurguları gereği öyle yüksek sesle ve sert bir tavırla konuştuklarını anladığım zaman, Mao döneminin öğretileri doğrultusunda sokaklarda toplu spor yapanları izlemeye de artık alıştığım sıraydı sanırım. Çin çarpıcı bir zıtlıkları diyarı, vesselam…

Yolculuk Pekin’de başladı… Pekin, yeryüzündeki en uzun süre yaşamış kentlerden birisi. Bugünkü Pekin, maalesef Çinli sayılabilecek neredeyse hiçbir yaşam biçiminin veya hatta görüntünün kalmadığı bir kent. Kentin tarihi surları tamamen yok edildiği gibi, otuz binden fazla klasik Çin mimari tarzında çivisiz ahşap geçme yöntemiyle yapılmış avlulu ev de, Mao döneminde yıkılmış. Bunların yerindeki, herhangi bir ülkenin kişiliksiz blok apartmanlar ve yüksek binalarla dolu idari başkenti. Hepsi de takip edilmesi zor bir hızla yakın zamanda yapılmış etkileyici güzellik ve genişlikte bulvarlar, değişik ülkelerden mimarların gövde gösterisi ürünleri olan farklı binalar, sanki o mahalle çok eskiymiş duygusu veren ama tamamı yakın zamanda binalarla birlikte yetişkin halde dikilmiş olan ağaçlardan oluşan bahçeler, parklar ve diğer ağaçlı alanlar… Zaten Pekin’de, daha sonra Xi’an ve Shanghay’da da göreceğim bir duruma ilk kez rastlıyorum: Kentler, inşaat şantiyesi gibi, akıl almaz bir hızla yenilenip Çinli kimliklerinden, aşırı Batılı görüntülere geçiyorlar. Tüm bu değişim dünya ile temas kurulmasını gerektiren uluslararası faaliyetler etrafında yapılandırılmış; “Pekin’deki çalışmalar Pekin Olimpiyatı döneminde gerçekleştirildi” veya “Shanghai’ın alt yapısı EXPO Fuarı için düzeltildi” gibi. Pekin’in bilinen eski yüzünden hiç değilse geride kalanları olabildiğince muhafaza etmek üzere, son zamanlarda, “siheyuan” denilen geleneksel avlulu evlerin ve bunların arasında yer alan “hutong” denilen geçitlerin hala mevcut olduğu bir-iki bölge de korumaya alınmış.



Pekin’de Wanfujing caddesi ve Wudaokou bölgesi renkli ve ışıklı bir yaşamın var olduğu yerler. İlkinde dükkanlar ve sokak yemeklerinin satıldığı tezgahlar günde yüz bin kişi dolayında insanı cezbediyor. Üzerinde güzel bir Katolik katedralinin de bulunduğu bu ünlü caddede, tüm canlılığına rağmen yaşam, gece onda tamamen bitiyor. İkinci bölge ise, daha ziyade gençlerin rağbet ettiği restoran, bar ve kafelerle dolu olan bir yaşam bölgesi.

Pekin’in en ilginç noktası, şüphesiz Tiananmen Meydanı (en üstteki resim); yalnızca yakın tarihte sahne olduğu olaylar ve zihinlerimize kazınan o “tankın önünde duran genç çocuk” fotoğrafı yüzünden değil, geçmişte sahip olduğu konumdan ve fiziki özelliklerinden de ötürü. Kentin tam ortasında yer alıyor ve 440.000 metre kare büyüklüğüyle, dünyadaki şehir meydanlarının en büyüğü olma özelliği taşıyor.

Tiananmen’in üzerinde ve çevresinde Mao’nun mozolesi (ki son derece aceleye gelerek inşa edilmiş duygusu veren, kişiliksiz bir yapı. Çin’de geleneksel feng shui kurallarına göre uygulanan, binaların kuzey-güney doğrultusunda olması kuralına bile uymuyor), Ulusal Halk Kahramanları Anıtı ve Parlamento Binası yer alıyor. Meydan ilk kez 1417’de inşa edilmiş ve Ming Hanedanı döneminde alt ucunda yer alan Yasak Şehir, yani imparatorluk sarayı için ana giriş fonksiyonunu üstlenmiş. Üst ucunda, yıkımlardan geride kalmış sayılı tarihi binalardan birisi, Davul Kulesi var. Üzerinde de, meydanın başından Yasak Şehir’e kadar belirli aralıklarla birbirini takip eden büyük kapılar… Kötülüklere perde olmak amacıyla yapılmış olan bu kapıların bence en ilginç yanları, eşikleri; kapıların normal seviyesine oranla çok daha yüksek; takılmamak için dikkat gerek. Bunun amacı, kötü ruhların saraya kadar ulaşmasına engel olmak; kötü ruhların sadece böyle düz bir çizgide yürüdüklerine ve bu eşikleri aşamayacaklarına inanılıyor. Doğrusu, üçüncü eşiği de, ancak ayağım takılarak geçince, “kötü bir ruh” olduğuma dair şüphelerim fena şekilde güçleniyor!

Meydanda en şaşırtıcı şey, her gün aralarında Pekin dışından gelenlerin çoğunlukta olduğu binlerce kişilik bir kalabalığın, Mao’nun mozolesini ziyaret edebilmek için, güneşin altında saatlerce beklemesi.  Çinliler için bu neredeyse bir ibadet; adeta Atalar Dininin bir devamı gibi; ataların tümü yerine bir tanesine tapar gibi, büyük bir saygı ve inançla yerine getirilen bir görev.



Pekin’den çıkıp bu bölgede asıl ilgimi çeken adrese, Çin Seddi’ne doğru yollanmadan, önce Yasak Şehir’i, Ming Mezarları Vadisi’ni, Ruhların Yolu’nu (The Sacred Way), Gök Tapınağı’nı, Yazlık Saray’ı gördüm. Kimisinde, akıl almaz bir ihtişamın içerisinde ruhen ve bedenen tutsak kalmış insanların gerçek dünyalarını hayal etmeye çalıştım; kimisinde “can” ve “tin” diye iki ayrı ruhun varlığına inanan Çinlilerin, can çıktıktan sonra bir Çinlide bir süre daha yaşadığından emin oldukları tini korumak için yaptıklarına şahit oldum… Başka kültürlerdekinin aksine burada iyilik sembolü olarak algılanan eşsiz ejderhalar gördüm ve inanılmaz incelikte işlenmiş yeşim taşından objeler… Dünyanın en uzun koridorundaki çiçek ve kuş resimlerine bakıp Yazlık Saray’daki bu üzeri kapalı özel yolu kendisi için yaptırmış “gönülsüz” imparatoriçeyi tanımış olmayı istedim. Lakabı “Ejderha Hanım” olan bu inanılmaz kadın, kocası ölünce üzerine kalan yönetici pozisyonunu, hiç de istemeden, tam 43 yıl büyük bir başarıyla sürdürmüş. 1860’ların Çininden bahsettiğimizi ve Ejderha Hanım’ın destekçisi olduğu Pekin Operası’nın gösterilerine çıkıp şefkat tanrıçası rolünü kendisi oynadığını da söylersem, nasıl farklı bir kişilikten söz ettiğim daha kolay anlaşılır sanırım. “Göksel Saflık Salonu”, “Göksel Barış Meydanı” ve “Sonsuz Uyum Salonu”  gibi sembolik isimler taşıyan mekanlardan geçip kentin sokaklarına geri çıktığınız zaman, gerçek yaşamla yeniden bağlantı kurmak biraz zaman alıyor, ne yalan söyleyeyim. Örneğin, Yasak Şehir’i gezerken Bertolucci’nin ünlü filmi “Son İmparator”da oynayan figüranlardan birisi gibi hissetmekten alıkoyamadım ben kendimi; sanki sarayın kapıları çocuk imparator Puyi ile birlikte benim de yüzüme kapanacakmış gibi hissettim bir an ve sanki bunun benim için herhangi bir anlamı olması gerekiyormuş gibi, anlaşılmaz bir üzüntü ve telaşa kapıldım…  Sonra Topkapı Sarayı ile aynı dönemde Mançular tarafından inşa edilmiş olan bu dünyanın en büyük sarayına bakıp bu kadar farklı iki toplumun bazı konularda birbirine nasıl bu kadar yakın olabildiğine şaşırdım. Her iki sarayda mahremiyetin korunması için yapılanlar, ihtişamın boyutları, idari mekanların konumu ne kadar benziyor… 

Kentin tılsımından sıyrılıp Çin Seddi’ne doğru yol almanın vakti… Beni ilk çarpan, tarih ve coğrafya kitaplarında gördüğüm sapsarı bir bozkırdaki toprak renkli kasvetli kale yerine, yemyeşil bir ormanın içerisinde muntazam taşlardan örülmüş aydınlık yüzlü bir duvarla karşılaşmış olmam. Tabii ki restore edilmiş ve tabii ki o kadar uzun ki, bizim resmini görmeğe alıştığımız türden bir coğrafyaya rastlayan bölümleri de mutlaka var. Ama ben her Türk çocuğunun okulda edindiği en baskın imgelerden birisiyle bu ilk karşılaşmamda, şaşırıyorum biraz. Çin Seddi’nin onarılıp turizme açılmış olduğu bu noktada tepeye son derece modern teleferiklerle çıkıyoruz.



5300 km civarında uzunluğu olan Çin Seddi, çoğunlukla yüksek dağların üzerinden geçiyor. Pek çok kale ve burçla desteklenmiş bir ilginç yapı; gerçekten çok etkileyici. Göz alabildiğine uzaması, manzarasının güzelliği, tarihteki öyküsü… Ama affınıza sığınarak, hakkında çıkartılan iki dedikoduya açıklık getirmek zorundayım; birincisi, uzaydan göründüğü gerçek değil; ikincisi de, yalnızca Türklerden korunmak için yapıldığı iddiası çok su götürür. Her şeyden önce, o dönemde kimin Türk, kimin Moğol, kimin Çinli ve de hatta Çinli gibi görünen kimilerin aslında başka ırktan olduğunu bile şu anda ayırt etmek ciddi bir tarih bilgisi ve uzmanlık gerektiriyor. Çin Seddi de, 14. yüzyılın sonunda ilk inşasına başlandığında, daha ziyade kuzeyden gelen Moğol istilalarına karşı bir korunma olarak düşünülmüş. 

Pekin ile ilgili son saptamamı da belirtip yoluma devam etmek istiyorum artık: Batıdaki Çin lokantalarında “çıtır ördek” tanımlamasıyla yediğimiz, gözleme içerisine sarılarak yenilen kızarmış ördek yemeğinin Çin’deki adı “Pekin ördeği”. Bu yemek, orijinal olarak yalnızca Pekin’de yetiştirilip özel olarak şişmanlatılan beyaz ördekten yapılıyor. Bu noktada eklemekte yarar olan bir başka şey de, Çin yemekleriyle ilgili yaşadığım şaşkınlık. Daha önce gidenlerden hep duyduğum ve dolayısıyla beklediğim üzere, aç kalmadım ben Çin’de. Üstelik sizi temin ederim, yeşil sinek, yılan, maymun beyni veya köpek eti gibi bir şeyler de yemedim… Çin yemeği olarak tanıdığımız yemeklerin, biraz yerel farklılıklar gösteren malzemelerle yapılmışıydı karşıma çıkanlar. Örneğin, daha fazla yumurta ve kızartmalarda susam yağı gibi…

Bir sonraki durağım, tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktasındaki kent, Xi’an. Bu kentin mimari açısından ilginç bir yönü var; Çin’de pek çoğu yok edilmiş olan şehir surları, burada küçültülerek de olsa muhafaza edilmiş; kentin merkezi hala Ming döneminden kalan surlarla çevrili. Xi’an her ne kadar uzun yıllar unutulup kaderine terk edilmişse de, 1974’de bir çiftçinin, aşağı yukarı iki bin yıldır toprağın altında kalan “toprak askerler”i (terracotta soldiers) tesadüfen bulması sonucunda, yeniden tüm dünyanın ilgi odağı olmuş. Aslında rivayet, bu askerlerin 1920’lerde de bir kez keşfedildiği fakat bulan çiftçi korkup bulduklarını geri gömdüğü için, gün ışığına çıkmalarının geciktiği şeklinde. Sayılarının sekiz bine ulaştığı sanılıyor. Ayrıca, beraberlerinde beş yüzden fazla toprak yük atı, yüz otuz dolayında tahta savaş arabası ve binlerce gerçek silah var. Aslında bu rakamlar biraz tahmini çünkü bu yeraltı kentinin henüz yalnız üçte biri kazılmış vaziyette. Geriye kalanı, arkeolojik metotlar geliştikçe, zarar verilmeden çıkarılmak üzere, henüz toprak altında bırakılıyor çünkü çıkarılan bin civarında askerin, gün ışığına değdiklerinde, türkuaz,  kobalt mavisi ve kırmızı renkte olan sırları, havayla temas ettikleri için solarak tüm renklerini kaybetmiş. Ama kazılmış olan bölüm, askerlerin niteliği hakkında yeterince fikir veriyor. Tam savaş nizamında, komple teçhizatlı bir ordu bu; askerlerin boyutları, gerçek insan boyutlarında. Her ne kadar kazılardan insan ve hayvan kemikleri de çıkarılmış olsa da, böylesine akıl almaz bir işin, ölen imparatorlarla beraber binlerce kişinin de canlı canlı gömülmesi geleneğine bir alternatif olarak yapıldığı tahmin ediliyor. Bana sorarsanız, bu biraz şüpheli… “Neden?” derseniz, “bu askerleri yaptıran imparatora bir göz atmamız gerek” derim. Hikayeyi en başından almak gerekirse, toprak askerler, MÖ 220 dolaylarında yapılmış. Yaptıran, Ching hanedanının kurucusu ve Çin’de pek bitip tükenmezmiş gibi görünen etnik kavga, iç savaş, isyan benzeri huzursuzlukları sonlandırarak, ülkeyi “Savaşan Devletler Dönemi”nden çıkartan kişi olan imparator Qing Shi Huang. Birliği sağlayıp Çin İmparatorluğu’nu kurmuş ve de “ilk Çin imparatoru” olarak tarihteki yerini almış. İmparator olduğunda daha on üç yaşındaymış ama bu onun derhal kendi mezarını yaptırmaya başlamasına engel olmamış! Öldürülme korkusu yüzünden paranoyaya kapılıp bir gecede saray halkının tümünü katlettiren bir imparatorun, kimse kendisiyle beraber gömülmesin şeklinde ince bir düşünceye kapıldığına inanmak biraz zor. Aslında, belki de askerlerden daha bile ilginç olanı, kendi mezarı. Bu mezar henüz açılıp gün ışığına çıkartılmış değil. Bunun bir nedeni, tıpkı toprak askerler için olduğu gibi, yeterli bilimsel metotların geliştirilmesini beklemek; bir diğer nedeni de yapılırken içerisine yerleştirilen koruyucu düzeneklerin, mezar açıldığında ölümcül olabileceği korkusu. Bu düzeneklerin varlığı da, mezara ait diğer detaylı bilgiler de arkeologların bulduğu yazılı kayıtlarda belirtiliyor. Zaten ilginç olan, bu kayıtların hiçbirisinde toprak askerlerden söz edilmemiş olması. Topraktan bile olsa, böylesine düzeli bir ordunun mezarı korumak için oluşturulduğu düşünülüyor ama askerlerin ana mezar kompleksine neden 1200 km uzaklıkta olduğunu kimse izah edemiyor.  Şimdilik, toprak askerler, yeryüzündeki en inanılmaz tarihi kalıntı olarak varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. 2000 yıldır varlar; kim bilir nelerin sessiz tanıkları durumundalar, inanılmaz derecede gerçek ve bir o kadar da başka bir dünyaya ait ve gerçek dışılar… İnsanın aklı duruyor, elleri titriyor, nefesi kesiliyor ihtişamları karşısında. Üstelik üzerinde yürüdüğünüz toprağın altının da onlarla dolu olduğunu bilmek, işin cabası.



Xi’an’dan aklımda kalanlar Toprak Askerler ile sınırlı değil tabii. Hui adı verilen Müslüman azınlığın yaşadığı ilginç mahalle ve Budizm etkileri taşıyan ilginç mimarisiyle Çin tarzı cami de var örneğin. Bu son derece huzurlu bir bahçe içerisindeki cami, tam bana İslam’ın buralarda huzur anlamına geldiğini düşündürtecekken, otobüsümüzün önüne yatarak Çinli yöneticileri protesto eden bir Hui Müslümanı sayesinde bu düşüncem yarım kalıyor. Sonra “Büyük Yaban Kazı Pagodası”, Çan ve Davul Kuleleri, Tang Dansları gösterisi ve Banpo Arkeoloji Müzesi… Yine de, Xi’an’dan yüzümde bir gülümseme bırakan şeylerin başında, kentin çıkışında yolun iki kenarında bahçeler dolusu gördüğüm ve bana kendimi bir an için Akdeniz’de hissettiren nar ağaçları geliyor. 

Artık Guilin’e gitme vakti… Guilin, Çin’e bir gezi planlamadan önce adını bile duymadığım bir yer. Aslında varlığını bilmediğim bir yer değil; ben Guilin’in eşsiz doğasını, hayalimdeki Çin imgesinin en gizemli ve en çekici bölümlerinden birisi olarak aklımda taşıyorum ama kalkıp Çin’e gitmeden, aşık olduğum bu görüntünün Guilin’e ait olduğunu bilmiyorum. Öğrenmenin yaşı yok; işte artık Guilin’deyim ve en az doğal özellikleri kadar ilginç başka boyutlarını öğreniyorum. Burası özerk bir eyalet… Halkı da Çinli değil; Çin’deki çok sayıda azınlık gruptan birisi olan Cuanglar. Bizim baktığımızda bir fark görmemiz olanaksız olsa da, Cuanglar Çinli değil; yani Han kökenli Çinli değil. Mao başa gelinceye kadar öyle geri bıraktırılmışlar ki, yazılı alfabeye Mao ile geçmişler ve bu yüzden, Çin’in diğer bölgelerinden farklı olarak, Latin alfabesi kullanıyorlar. 

Guilin’in takvimlerdeki manzara resimleri kadar güzel olmasını sağlayan doğal özellikleri var; Li Nehri ve Banyan Gölü gibi. Bir de, sadece nehrin iki kıyısında değil, tüm kentte var olan kalker tepeler ve yeryüzünde sadece Asya’nın bu bölgesinde bulunan osmantüs ağaçları… Li Nehri üzerinde bir tekneyle ilerlerken, çevrenizi saran üzerine sis çökmüş yemyeşil tepeler, sanki incecik bir tülle sarmalanmış gibi görünüyorlar insanın gözüne. 300 milyon yıl önce bu bölgeden sular çekildiğinde ortaya çıkan kalker tepeler zamanla ince bir toprak tabakasıyla kaplanıp yeşermişler ve bu olağanüstü görüntüyü yaratmışlar. Arka planda, tepelerin üzerinde sisin ardından hayal meyal seçilen kıvrık damlı pagodalar, yapraklarından çiğ damlaları dökülen acı yeşil bitkiler ve yanıbaşınızda salaş balıkçı teknelerini ilkel el dümenleriyle yönlendiren başlarında geniş kenarlı hasır şapkalarıyla ufacık tefecik Çinliler… Yani bugüne dek filmlerde görüp gerçekliğine inanmakta zorlandığınız, sanki başka bir gezegenin rüyalı atmosferine sahipmiş veya bir ressamın fırçasından onun yeryüzünde var olmayanlara dair hayallerini anlatmak üzere çıkmış duygusu veren gerçek dışı güzelliklerin tümü… Güneşin bulutların ardından çıkışını o teknede osmantüs bitkisinden yapılan içkiyi yudumlayarak izlemek bir ömre bedel gibi geliyor insana.



Şimdi yolumuz Suzhou kentine… Bu kent klasik Çin bahçelerinin en güzellerine sahip olmasıyla ünlü ama bir özelliği daha var; meşhur Çin ipeklerinin de en yoğun üretildiği yer. Artık Çin’in Jiangsu yöresindeyiz. Göller ve kanallar bölgesi olarak bilinen bu yöre, aslında Marko Polo’nun seyahatnamesinde söz ettiği yer. Gerek Suzhou kentinin kendisi, gerekse çok yakınındaki küçücük kanal kenti Tong Li, hatta Shanghay’ın banliyösü sayılacak kadar yakınındaki bir minik şehir Zujiajiao,  kanalları, gölleri, bunların üzerinde ulaşımı sağlayan ilkel tekneleri, birbirinden güzel sayısız köprüleri ve kenarındaki sevimli kafeleriyle, yöreye “Çin’in Venedik”i denmesini sağlıyor. Kıyılardan sarkan kırmızı Çin fenerleri olmasa, bir de su biraz daha temiz olsa, kendinizi Amsterdam’da veya Batıdaki başka bir kanal kentinde zannedebilirsiniz.

En ünlülerinin Suzhou’da bulunduğu klasik Çin bahçeleri, isimleri bile sembolik anlamlar taşıyan, doğanın küçük ölçekli replikaları olarak yapılmış, daha ziyade gözden düşmüş veya emekli olmuş devlet adamları tarafından inzivaya çekilmek için yaratılmış bahçeler. Meditasyon yapmak, kendi iç dünyanızı dinlemek ve doğayı gözlemlemek için sığınılan sığınaklar gibiler. Bunlara “literati” yani okumuş insanların bahçeleri deniyor. İçlerinde her şeyin iyi bilinen bir şiire veya bir felsefi anlayışa gönderme yapar biçimde isimlendirilmesi rastlantı değil çünkü Çin bahçelerinin asıl amacı felsefi düşünce ortamı sağlamak. “Yaprakların üzerine düşen yağmur damlalarının musikisi pavyonu” veya “uzaktan gelen kokular pavyonu” gibi isimlerin başka ne anlamı olabilir yoksa zaten? 

Ve nihayet Shanghai… Ben İstanbul’u dünyada hiçbir yerle kıyaslayamam ama bir benzetme yapmak gerekirse, Pekin Ankara ise, Shanghai da İstanbul denilebilir. Eskiden küçük bir balıkçı ve tekstil kentiyken, Mao’nun ölümünden sonra yani Çin’in kapitalizme kapılarını açmasıyla serpilip büyüyen Shanghai, tam anlamıyla batılı bir görünüm taşıyor; tıpkı Tokyo gibi, Amerika’nın gökdelen siluetli kentlerine benziyor.  Çin’de, başta Shanghai olmak üzere, hemen tüm şehirler, geceleri binaların konturlarına döşenen ve türlü biçimlerde yanıp sönen renkli floresan lambaları ile aydınlatılıyor. Dolayısıyla da, kentlerin gece görüntüleri son derece “kitch” ama son derece de cazip.


Shanghai, Japon işgali sırasında işgalcilere kapılarını açarak Çin’e girmelerini sağladığı için, Mao tarafından cezalandırılmış. O ölünceye kadar hemen hiçbir yatırımın yapılmadığı, filmlere konu olan bir fuhuş ve sefalet yuvası halinde, yarı aç ve kanunsuz yaşamış. Mao’nun ölümünden sonra Deng Xiaoping, Kültür Devriminin yaralarını sarıp Çin’i kapitalist dünyayla barıştırma çabasına girince, Shanghai limanını da yabancı iş adamlarına ve yatırımcılara açılmış. Ortasından geçen Huangpu nehriyle ikiye bölünmüş olan ve (yine benzetmek gibi olmasın ama) tıpkı İstanbul’da Boğaz’ın iki yakasında olduğu gibi, bir tarafı daha çok iş hayatının merkezi görüntüsündeyken, diğer tarafı daha çok özel yaşam alanı haline gelmiş olan Shanghai’ın, Pudong yani  “sağ” kıyısında, gökdelen siluetli bir iş dünyası var. Başta “Oriental Pearl Tower” denilen ünlü televizyon kulesi, Dünya Finans Merkezi ve Jin Mao Tower olmak üzere, pek çok ünlü bina buranın kimliğini oluşturuyor. Karşı yakadaki Puxi “sol” kıyı ise, kentin asıl yaşam alanlarını barındırıyor. Çini ve bronz koleksiyonlarıyla ünlü Shanghai Müzesi; sadece yayalara açık olan ve tarz olarak İstiklal Caddesi ile kıyaslayabileceğimiz Nanjing caddesi; The Bund, yani limana kadar uzanan sahil şeridi; eski Fransız bölgesinde yer alan lüks yerleşim bölgesi Hengshan road; yine aynı yörede sanat galerilerinin ve kafelerin yer aldığı bohem Taikang caddesi; kentin eski depolarının restore edilmesiyle oluşturulmuş ve tarihi restoranlar ve barlar mahallesi Xin Tian Di (haydi buna da, “Asmalı Mescit” diyelim!); Shanghai’ın tek tük kalmış eski semtlerinden en ilginci olan Yuyuan Bahçeleri hep bu yakada yer alıyor.

Shanghai bir yandan geçmişinden kurtulmaya çalışan kocaman bir kasaba, bir yandan da gerçek bir dünya kenti, canlı, renkli, hareketli… Ama sanırım en çok aklımda kalan şey kalabalığı… Zaten “küçük bir şehir” denilen kentlerinde beş milyondan fazla insanın yaşadığı bir ülkeden bahsediyoruz ve Shanghai, bu ülkenin nüfus yoğunluğu en yüksek kenti. Benim gibi İstanbul’dan giden kalabalık şehir meraklısı birisinin bile içine fenalık getirecek kadar çok insan sürekli sert devinimler halinde… Doğrusu caddelerde üzerime yürüyen o insan kalabalığı, bir de Mao dönemine özgü tek tip giysi içerisinde olsaydı ne yapardım diye dehşete düştüm. Sonuçta, ne söylersem söyleyeyim, Shanghai’ı asıl güzel anlatan sözlerin, büyük ozan Nazım Hikmet’in dizeleri olduğunu düşünüyorum: “şang-hay büyük bir limandır” diyor Nazım,

beyazların gemileri kocamandır,
sarıların kayıkları küçücük.
kızıl saçlı bir çocuğa gebe şang-hay
vay vaaaay!..
ne acayip yer be şang-hay…



Çin hakkında söylenecek daha pek çok şey var… Bonsai’ler ve çay seremonilerinin anavatanı Çin mesela… Bonsai’nin Çincesi “pancin” yani “küçük peyzaj”. Ve Mao çay seremonilerini, Kültür Devriminin bir gereği olarak yasaklamış. Mesela Çin, ince uzun zarif kadınların ve şimşir saçlı komik çocukların ülkesi ve Çin’de Çince bilmeden barınmak çok ama çok zor. Çin’in Kuzeyinde yasemin çayı, Güneyinde yeşil çay içiliyor; Jiangsu yöresinde, içerisinde hurma, pirinç ve kırmızı fasulye bulunan bir tür aşureye rastlayınca, günlerdir tatlı yemeden yaşamış olmanın tüm sıkıntısını unutuyor insan ve Çin’de sokaklardaki tezgahlardan devlete ait dükkanlara kadar her yerde 2600 yuen olduğu iddia edilen her şeyi, 200-300 yuen civarında bir fiyata indirinceye kadar pazarlık etmek şart…  Shanghai’da taksiciler….  Çin’in donanması aslında….…. Marko Polo’nun gördüğü yanan taş aslında… Li Nehrindeki teknelerde, içerisinde yılan olan şarap…… Çin’deki……

Ama en iyisi bunların hepsi yerine, büyük ustanın dizelerine geri dönmek; Nazım’ın şiirindeki o “kızıl çocuk” doğmuş sonunda… Bir milyarlık uyutulmuş bir devin, uyanması da böyle olmuş. Uyandığı noktada kalmaya hiç niyetli olmadığı açık ve gerçekten de, Napolyon’un dediği gibi, “Çin uyanınca, dünya sarsılacak” gibi görünüyor…

Güzin Yalın
10 Ekim 2010, Pazar


 Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri... 

“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”

       

01 / Don’t Cry for Louie / Vaya Con Dios / “The Best of”
02 / Hungarian Dance No1; Brahms/Joachim / Tuncay Yılmaz / “Rosepage”
03 / Tom’s Diner / Suzanne Vega / "Solitude Stands"
04 / The Ballad of Mac the Knife; Kurt Weill / Gerald Price / “Three Penny Opera”
05 / These Boots are Made for Walking / Nancy Sinatra / “Boots”
06 / Time After Time / Ben Webster / “Big Ben Time”
07 / Sevda Çiçeği / Fikret Kızılok / “Dünden Bugüne”
08 / Mavi Şehir / Ceyhun Güneş & Mavi Beyaz Flamenko Topluluğu / “Mavi Beyaz”
09 / Beautiful Tango / Hindi Zahra / “Radyo Voyage Collection Vol.1”
10 / Via con Me / Paolo Conte / “The Best of ”

       


 Ayın  Kitaplarından Seçmeler... Ayın Kitaplarından Seçmeler...

“İnsanı en cesur gezilere kitaplar götürür…”

Sonbahar gelince, yayınlanan kitap sayısında bir artış oluyor ve insan elinde olmadan kendisini aklından bir “alınacak yeni kitaplar” listesi yaparken yakalıyor. Ama ben bu ay, bir süredir sizinle paylaşmak istediğim kitaplardan seçtim listemi. Benim geçtiğimiz günlerde sevdiklerimi önereyim şimdilik; yeni çıkanlara önümüzdeki ay bakarız. Keyifli okumalar…

   

- “Ve… Sonraki hayattan kırk öykü” / David Eagleman / Domingo Yayınları

- “Çin Seddi; Dünyaya Karşı 3000 Yıl” / Julia Lovel / NTV Yayınları

- “Kadın Öykülerinde Avrupa” / Hazırlayan: Gültekin Emre / Sel Yayıncılık

İlk kitap, insanın içini aydınlatıp mutluluk veren, bunu yaparken de epeyce düşündüren cinsten… David Eagleman, öldükten sonra başımıza gelebilecekleri sorgulamış ve birbirinden keyifli tam kırk adet olasılık hayal edip bunlarla ilgili birer minik öykü yazmış. Bence bu kitabı okumanın en güzel tarafı, istediğim olasılığı seçip detaylandırarak, kendi oyunlarımı yaratabilmekti.

İkinci kitap, Çin gezisinden ilham satın alıp çok beğendiğim bir kitap. Bana gördüğüm yerlerle ilgili sonradan okumayı çok sevdiğim için ilginç gelmiş olsa da, herkesin hoşuna gideceğinden eminim çünkü bu kitap, içerisinde insan faktörünü barındıran ve bugüne dek okuduğumuz “resmi” tarihi sorgulayan bir Çin Seddi öyküsü anlatıyor.

Üçüncü kitap, daha önce İstanbul, Ankara, İzmir ve Karadeniz için yapılmış olan bir seçkiler dizisinin şimdilik sonuncusu. Kadın yazarlarımızın gözünden belirli yerlerin yaşattıklarını, hissettirdiklerini ve bir türlü yaşamamıza izin vermediklerini irdeliyor. Bu seferki öyküler, Avrupa’yı anlatıyor. Ağırlıklı Almanya’ya dair ama farklı ülkelerden değişik yirmi dört öykü, kimi zaman içinizin ısınmasına, kimi zaman da gözünüzün yaşarmasına neden olacak.

Güzin Yalın

Cazkolik.com / 10 Ekim 2010, Pazar

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

  • husamettin akkaya
    07 Kasım 2010 Pazar 11:04

    madem çin konu oldu, Güzin Hanım, dinmeyen 50 yıllık korkunun emaresini görmek için en azında bir yılvakit geçirmeniz lazım, şöyleki çırlama nın anlamını öğrenince geçirdiğiniz sarsıntı, bir adamın 500 milyon kişi üzerinde oluşturduğu hipnozu biraz anlamaya başlıyorsunuz, mao yu anlamada çini anlamak mümkün değil ama emin olun herbirinin içinde bir miktar mao enjekte edilmiş, haşa biz Türklere olan korku ile beraber bir gıpta damarı mevcut ve hiç akıllarından çıkarmadıkları çin li kadın ile türk erkeğinin uyumu, bu sebebten uzakdanbize gülmeleri gayet normal ama emin olun uzak diyarlarda bir çin köyüne gittiğinizde, asimile edilememiş halkın kapıların önünde çay içip, çekirdek çitleyip, dedikodu yaptıklarını görünce biz mi çinliyiz onlar mı Türk sorusunu kendinize sormaya başlıyorsunuz, Bizavrupalı olamayız ama bu filin kulağından tutabiliriz

    Bu Yoruma Cevap Yazın »

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.