Dinlediğiniz müziklerin listesini yazının sonunda bulabilirsiniz
Klimanjaro'nun ve Serengeti'nin ülkesi Tanzanya
Doğrusu bu aralar yeni bir Afrika yazısı yazmak hiç aklımda yoktu. Doğal olarak, gezip gördüğüm yerlerin hepsini yazmam mümkün olmuyor zira ve zaten bazı yerler ömür boyu hep benimle kalmak üzere içime işlerken, bazıları da ne kadar büyük keyif alırsam alayım sonradan sadece aklıma düştükçe beni gülümseten anılara dönüşüyor. Tanzanya’ya giderken de, epeydir tüm dünya tarafından en fazla tercih edilen gezi adreslerinden birisi olduğu için mi yoksa hayalimdeki tatil vahşi hayvanlarla kucaklaşmayı pek içermediğinden mi bilmem, beklentim bu ülkenin benim için sözünü ettiğim kategorilerinden ikincisine girmesiydi. Kısacası, herkesin aksine ben bu sefer Afrika’ya çok da fazla bir heyecan beklemeden gittim.
Ama işte bazı yerler kendini zorla yazdırıyor; hatta bazıları da kendi öyküsünü yazıyor ve bana sadece bu yazılanı aktarmak düşüyor. Giderken beklentim farklı olsa da Tanzanya savanlarının yaban cazibesi ve okyanus kıyılarının gerçek dışı güzelliği, ülkeye adım attığım andan itibaren en az daha önce aşık olduğum eşsiz Afrika gökleri ve altında uzanan heybetli çöller kadar, yaşam boyu benimle kalmak üzere yüreğime yerleşti. Kısacası evet, bu yılki Afrika gezisini iyi ki (çok da gönüllü olmadan!) Tanzanya’ya ayırdım... Çünkü her ne kadar gitmeden önce komşusu Kenya’daki Masai Mara ile Tanzanya’daki Serengeti’nin farklarını ve benzerliklerini bile doğru dürüst bilecek kadar merak etmemiş isem de (veya belki tam da bu yüzden) Tanzanya benim için beklenmedik bir huzur ve eğlencenin inanılmaz keyifli mekanı oldu. Gerçi utanarak itiraf etmem gereken cahilliğim komşu iki ülkenin safari alanlarına dair bilgi eksikliğiyle de sınırlı değilmiş meğer. Yola çıkmadan kendimi Tanzanya hakkında minik bir sınavla deneyip resmen sınıfta kaldım! Bu yüzden de anlatmaya yolculuğun öncesinden başlamak istiyorum.
Tanzanya Afrika haritası üzerinde nerededir, şüphesiz bilirsiniz. Zanzibar’ın Tanzanya’ya ait bir ada olduğunu da mutlaka öğrenmişsinizdir. Ama Tanganika neresidir biliyor musunuz? Aslında belli bir yaşın üzerindeyseniz bu da coğrafya dersinde okuduklarınız arasında ama...? Ve üstelik “Zanzibar Adası” deyip duruyoruz ama burası öyle bir ada da değil mi sanki acaba? Peki, Tanzanya’da konuşulan Swahili dilinin dünyanın başka nerelerinde konuşulduğundan haberiniz var mı? Biliyor musunuz, kimlerdir bu dilin sahibi olan Swahililer? Ve hatta o zaman söyleyin bakalım; Tanzanya’nın başkenti neresidir? “Dar Es Selaam” dediniz değil mi? Tıpkı benim gibi. Ve de yanıldınız. Tıpkı benim gibi! Çünkü Tanzanya’nın başkenti 1996’dan beri artık Dodoma, Dar Es Selaam değil. Daha fazla ukalalık etmeden hemen kabul edeyim; son yıllardaki turistik ününe ve üzerinde yazılıp çizilen onca şeye rağmen ben bu soruların hiç birisinin yanıtını Tanzanya’ya gitmeden önce tam olarak bilmiyormuşum!
O zaman belki de en iyisi bu durumu telafi etmek için söze, meraklısı olanların nasılsa bildiği, vahşi hayvanlarla ilgili eğlenceli gerçeklerden önce ülke hakkında bazı bilgileri gözden geçirerek başlamak. Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti Afrika’nın orta bölümünde, Hint Okyanusunun kıyısında bir ülke… Anakaraya ilaveten kıyıdaki bazı adalar da ona ait. Eskiden ayrı bir bağımsız ülke olan karadaki bölümün adı Tanganika. Tanganika kıyılarının açığındaki bir sürü minik adadan oluşan ve yine eskiden bağımsız ayrı bir ülke olan takımadanın ismiyse Zanzibar (veya Zengibar). Adının sürekli birlikte anıldığı Kenya ve Uganda, Tanzanya’nın kuzeydeki sınır komşuları... Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti, 1964’da kurulmuş olduğuna göre oldukça genç sayılır. Ama bu, ülkenin kültür birikiminin de genç olduğu anlamına gelmiyor çünkü bu tarih sadece Tanganika Cumhuriyeti ile Zengibar Sultanlığı’nın birleşip yepyeni bir ülke haline gelmesinin tarihi. Oysa bugün artık bir olan bu iki ayrı memleketin özgün kültürleri neredeyse bin yıllardır bu coğrafyada yaşıyor. Tanzanya Afrika’da bulunan ilk insan yerleşim merkezlerinin olduğu yer. Yani meşhur “insanlık Afrika’dan doğdu” söyleminin beşiği. 1500’lü yıllarda Vasco de Gama’nın buraya ulaşması ve böylece Avrupalıların buraları keşfetmesiyle, insanlık ilk var olduğundan beri bu topraklarda yaşayanlar, Portekiz’in sömürgesi haline gelmişler. Ardından 1800’lerde Muskat (bugünkü Umman) Emirinin yardımıyla Portekiz’den kurtulup bu sefer de Arapların kolonisi olmuşlar. Geçen yüzyılın başına dek de buraları Araplardan devralan Almanların ve İngilizlerin sömürgenliği ile uğraşmışlar. Sonunda önce Tanganika İngilizlerden kurtularak bağımsızlığına kavuşmuş, ardından da Zanzibar özgürlüğünü elde edip Tanganika ile birleşmiş ve böylece yepyeni bir ülke doğmuş. Sömürgeci batılılardan kurtulmak için siyasal ve ekonomik güç birliği yapmak üzere birleşme yoluna gitmiş olmalılar çünkü aslında böyle bir karışım için oldukça farklı kültürlere sahipler. Kara Tanzanyası yani Tanganika Hıristiyan; ada Tanzanyası yani Zanzibar Müslüman ve Tanganika daha çok bildiğiniz kabile geleneklerine sahip tipik bir Afrika ülkesinin özelliklerini taşırken, Zanzibar uzun süre Muskat Emirliğinin boyunduruğu altında yaşadığı için yoğun Arap öğeler sergiliyor. Swahili meselesine gelince; Afrika’nın doğusunda, Kenya ve Tanzanya’nın kıyı kesimlerinde, Zanzibar’da ve Mozambique’de yaşayan halk, Swahili halkı. Bu coğrafyadaki yerel etnik grupların ticaret veya yerleşim için buraya gelen Araplarla karışması sonucu oluşmuş bir ırk Swahililer ve dilleri de kıtanın orijinal Bantu dilinin Arapça ve Portekizce ile harmanlanmasıyla meydana gelmiş. Arapça ile olan yakınlığından ötürü olsa gerek, Swahili dili benim kulağıma, aynı derecede yabancı başka dillerden çok daha bildik geliyor. Sanki hemen öğrendiğim birkaç kelimeyi doğru telaffuz ediyormuşum ve niyet edersem bu dili kısa sürede öğrenebilecekmişim gibi bir duygu yaşıyorum.
Görmek için yola çıktığım ülke hakkında ilk kez başıma gelen bu cehalet durumunu kısa bir tarih/coğrafya dersiyle böylece size ve daha da önemlisi kendime affettirdikten sonra, söze Tanzanya’daki ilk durağım olan safari kampında tuttuğum notlarla devam etmek istiyorum. “Aslında oldum olası kentleri doğa ortamlarına tercih ettim,” demişim o notlarda. “Piknikleri çocukken de sevmezdim; huzur bulmak için doğaya koşmuşluğum nadirdir.” Ve devam etmişim; “ama bu satırları yazdığım gece vaktinde ıssızlığın ortasındaki çadırımın kapısında su aygırları bağırıyor, içeride çeçe sinekleri uçuşuyor, yorgunluktan bel kemiğim sızlıyor, kampta elektriğin kesilmesine sadece on beş dakika var ve ben acayip huzurlu ve gerçekten çok mutluyum!” Bu yazdıklarım, Tanzanya macerasının başlangıç gecesinden... Afrika’da nereye gidilirse gidilsin sadece doğa ile ilgilenilip hiçbir şehir doğru dürüst görülmeden geri dönülmesi beni oldum olası şaşırttığı için, Tanzanya’ya gelirken aklıma koydum; savanayı iyice tanıyıp orada yaşayan hayvanlarla yeterince “yakınlaştıktan” sonra mümkün olduğu kadar çok farklı yerleşim alanına gidip insanları ve kültürlerini yakından göreceğim. Ama istediğim kadar “hayvanlar hep aynı; ben insanları tanımak istiyorum” diye ahkâm keseyim, Tanzanya’da yolculuk doğal olarak Serengeti’nin içerisinde yer alan bir safari kampında, savananın göbeğinde başlıyor. Bu ilk gece de, gün boyu yapılan ilk safariden sonraki ilk gece. Bütün gün bir taşın üzerine oturup daha önce adını bile duymadığım wildebeest sürülerinin Mara nehrini aşarak Tanzanya’dan Kenya’ya geçmesini beklediğim günün gecesi yani. Gün boyu, korkudan kendini suya atmaya saatler sonra nihayet cesaret edebilen bu çirkin mi çirkin hayvancıkları timsahların kapmaması için dua ettim; karşı kıyıya ulaşmayı başaranlar için sevinç çığlıkları attım resmen. İşte böyle bir günün sonunda doğanın alışık olmadığım seslerine ve tepemde dolanıp duran sineklere rağmen acayip mutluyum! (Burada minik bir parantez: Ben çeçe sineklerini şehir efsanesi zannederdim; gerçekmişler! Hani şu uyku hastalığı yapan meşhur sinekler... Yola çıkmadan aklınıza gelebilecek her tür bulaşıcı hastalık, sıtmadan korunmak için ilaçlar, sarıhumma aşısı, muhtelif virüs ve sivrisineklerin envai çeşidi konuşulup tartışıldı ama çeçelerden ve zararlarından ve de hele huylarından bana söz eden olmadı hiç. Oysa ne kadar ilginçler bir bilseniz! Renklerden maviyi ve siyahı seviyorlar mesela. Bu yüzden de zaten Serengeti’deki kamp çalışanları onları şekerli bir zehire batırıp ağaçlara astıkları, mavi/siyah bayraklarla yakalıyorlar! İlk gün mavi veya siyah renkte giysiler giymiş olanlarımız da çok kısa sürede safari kıyafetlerinin neden hiçbir zaman bu renklerde yapılmadığını anlamış oluyorlar! Allahtan çeçeler bu mevsimde ısırınca, her ne kadar insanın canını fena halde yaksalar da bari uyku hastalığı yapmıyorlar!)
Dediğim gibi, burada yolculuk öncesi aklımdan bile geçirmediğim kadar keyifliyim. Hem de bugünkü safari alanı ile kaldığımız kampın arası epey uzak olduğu için tam dört saatlik yolu iki kez kat ettiğim halde. Ve “yol” dediğime bakmayın, aslında bildiğiniz çukurların ve tepelerin üzerinde yani gerçekte yol olmayan bir arazide bir ciple saatlerce gitmekten ve böylece, rehberimin tabiriyle gün boyu “bedava Afrika masajı” yaptırmaktan geliyorum! Ve yine üstelik yol boyunca, zavallı bir bufalonun onu az evvel öldüren aslanın kendine çektiği ziyafetten geriye kalan kısımlarını didikleyen akbabalar görmüşlüğüm bile var! Ama yorucu veya ürkütücü olan her şeyi unutmam için etrafıma şöyle bir bakmam yetiyor çünkü Serengeti’deyim, yani “sonsuz topraklar”da… Swahili dilinde bu anlama geliyor “serengeti” sözcüğü ve gerçekten de üzerinde bulunduğum toprakları çok iyi tanımlıyor. Serengeti, Tanzanya’nın dünyaca ünlü, büyüklük ve hayvan çeşitliliği açısından dünya klasmanında birinci sırada olan safari parkı. Aslında ülkede toplam on beş adet civarında safari parkı var ama Serengeti sadece Tanzanya’nın değil tüm dünyanın en büyük safari alanı. “Safari” kelimesi Swahili dilinde “seyahat, yolculuk” anlamlarına geliyor. Yani bir havaalanında iç hatlar yolcularının gitmesi gereken kapıyı gösteren veya size ülkeden ayrılırken iyi yolculuklar dileyen tabelaların üzerinde de sürekli rastladığınız bir kelime; her zaman bizim alışkın olduğumuz gibi tehlikeli veya adrenalini yüksek gezileri anlatmıyor. Öte yandan, “Safari Parkı” tanımlaması insana evcil ve her şeyin insanların kontrolünde olduğu bir alanı çağrıştırabilir. Afrika’daki aynı türden parkların büyük bir bölümü için de bu çağrışım çok isabetli olabilir ama içerisinde önemli bir ekosistem barındıran ve aslında otuz bin küsur metre kare genişliğinde bir coğrafi bölge olan Serengeti için kullanıldığında, sadece bölgenin Tanzanya devleti tarafından koruma altına alındığı anlamına geliyor... Zaten Tanzanyalılar bu alana “park” değil, “woodlands” yani “ağaçlık arazi” demeyi tercih ediyorlar; yani Serengeti Safari Parkı’nın buradaki adı “Woodland Serengeti”.
Serengeti macerasına başlamadan önce size gece konakladığım alanı biraz anlatmalıyım diye düşünüyorum. Woodland Serengeti’nin içinde bir safari kampında kalıyorum. Aslında park o kadar büyük ki içinde bu kamplardan yüze yakın var ve hiçbirisi bir diğerini görmüyor. Kaldığım yerin isminin kamp olduğuna bakmayın; ıssız savananın ortasında beş yıldızlı bir tesiste kalıyorum aslında. Burada ihtiyaçlardan da öte her türlü gerekli konfor var; tüm Afrika tarzı kolonyal esintiler yerli yerinde ama hiçbir şey fazla lüks değil. Dekore edilerek ehlileştirilmiş her şeyin doğaya en uygun halde olmasına dikkat edilmiş; malzemeler buna göre seçilmiş, tasarımlar bu fikre sadık kalarak yapılmış. Kampı son derece keyifli ve çekici yapan ufacık basit detaylar var. Mesela konakladığımız villalar aslında kocaman birer çadır ve pencerelerinde cam yok; mesela mobilyaların hemen hepsi tabii ki olabildiğince ham bırakılan ahşaptan yapılmış ve mesela akşamları ortak alanlar, gazyağıyla yanan ve insanı alıp yüz yıl önceye götüren, kolonyal dönemin gemici fenerleriyle aydınlatılıyor. Sadece konfor değil göz zevki için de azami boyutta emek verilmiş yani. Ama gelin görün ki her şey son derece rahat ve keyifli olsa da sonuçta vahşi hayvanların yaşama alanının içinde, hatta ortasındayız. Geceleri çadır odamdan çıkmak istersem (veya aslında mecbur kalırsam çünkü biraz “istemesen daha iyi olur” durumu var!) bir yerden bir yere gitmek için bana korucu veya bekçi diyebileceğim silahlı güvenlik elemanları eşlik ediyor. Bu bir ağırlama şıklığı değil; mecburi bir hizmet çünkü kamp hayvanların su içtiği bir derenin kıyısında ve mesela işte çadırımın önünden sabaha dek dereye su içmeye gelen su aygırları geçiyor; bağırtıları ve homurtuları gece boyunca sürüyor. Bazen de hızlı yürürlerse yer sallanıyor doğrusu! Sözü geçen hayvanlar “şaka değiller” yani! Bilmediğim bir sürü başka yaratığın sabaha kadar birbirine karışan ve ne olduğunu anlamadığım çığlıkları ve çağırışları da cabası. Zararlı uçanlardan korunmak için cibinlikli bir yatağın içinde ve tehlikeli yürüyenlerden korunmak için de başucumda gerekince güvenlik görevlilerini çağırmak için çalabileceğim bir düdükle uyuyorum. Ve sabaha kadar da ara ara başka odalardan gelen düdük sesleri duyuyorum! Korucular ben çağırdığım için gelseler hangi hayvana ne yapabiliyorlar hiçbir fikrim yok; öğrenmek zorunda kalmak da istemiyorum ama zannetmeyin ki güvensiz bir ortamda veya korku içindeyim. Doğrusu tam tersi, duyduğum düdüklerin yakınımda bir tehlike olduğu için değil de uzaklarda vesveseli birileri gereksiz yere korktuğu için boşuna çalındığına kendimi kolaylıkla inandırıp keyfimi hiç bozmuyorum. Ömrümde hiç olmadığım kadar huzurluyum, sanki sonunda kavuştuğum en gerçek dostlarımın arasındaymışım veya zaten kendimi bildim bileli hep böyle bir yerde yaşamışım gibi. Üstelik ilk günkü bu duygum gezi boyunca da hiç değişmiyor. Sadece kuyruklu dostlarımın çeşidi ve sayısı artıyor her gün. Akşamüstleri verandama gelip beni seyreden çok şeker bir maymunum var mesela; bir türlü ona ne ikram edeceğimi kestiremiyorum. Sonra kuşlarım var. Gagaları sivri kancalara ve renkleri Amazon’daki tukan kuşuna benzeyen bir çift kuş her sabah uğrayıp camımı ısrarla gagalayarak hatırımı soruyorlar; dişisininki turuncu beyaz, erkeğinin gagası simsiyah. İkisi hep el ele tutuşur gibi yan yana duruyorlar; bazı sabahlar da pencerenin yerine kapıma gelerek otel görevlisinden önce beni onlar uyandırıyorlar. Ve akşamüzeri safari dönüşü, Afrika göklerinin benzersiz günbatımını ateş başında içkimi yudumlayarak izlemek için kampın savanayı yukarıdan seyreden “sunset veranda”sına giderken, aradaki yüz metrelik mesafede yolunu kaybetmiş şaşkın zebralara rastlamam işten bile değil. Şaşkın dediğime bakmayın, aslında zebralar çok ilginç hayvanlar. Nerede olurlarsa olsunlar onları telaşlı, şaşkın, paniklemiş görmek çok mümkün değil. Yakınlarda bir yerlerde bir aslan yoksa eğer, dakikalarca durup hiç kıpırdamadan karşılarındaki boşluğa bakabiliyorlar. Ben onlardan çok daha şaşkınım yani; bütün gün görebilmek için peşinde koştuğum hayvanların gece böyle kendiliklerinden bu kadar yakınıma gelmiş olmaları yüzünden! Neyse, zaten “yolunu kaybetmiş zebralar” lafının ne kadar doğru olduğunu da bilmiyorum aslında. Çünkü burası onların evi, yani yolunu şaşıran belki de onlar değil, benim. Bu gerçek bana John Berger’in bir kitabında söylediklerini hatırlatıyor: “……..Tarih öncesinin o çok eski döneminde yaşayanların, insanlığın ilk ve en kalıcı suali olan ‘neredeyiz?’ sorusuna verdikleri yanıt bizimkinden farklıydı,” diyor John Berger. “Oradan oraya dolanırlarken, aslında muazzam sayıda bir hayvanlar topluluğu içerisinde bir azınlık olduklarının çok iyi farkındaydılar. Bir gezegenin üzerine değil, hayvanların dünyasının içine doğmuşlardı. Onlar hayvanların efendisi değillerdi; hayvanlar dünyanın ve çevrelerindeki hiç durmayan evrenin efendileriydi. Her ufkun ardında daha çok sayıda başka hayvanlar vardı...”
Kamp durumlarını böylece özetledikten sonra Serengeti’ye geri dönecek olursam, “Sonsuz Topraklar” Kenya ile Tanzanya’nın kara sınırının önemli bir bölümünü de oluşturuyor ve benim izlemek için geldiğim meşhur göç, yönü mevsimine göre değişmek üzere, Serengeti ile bitişiğindeki Kenya’nın aynı derecede ünlü safari alanı Masai Mara arasında akan Mara nehri üzerinden gerçekleşiyor. Yörede yaşayan vahşi ve yabani hayvanlar yılda iki kez sürüler halinde bu nehrin üzerinden daha çok su ve yiyecek bulacakları “diğer” tarafa geçiyorlar ve mevsim sonunda yine aynı yoldan geri dönüyorlar. “Savana” ise buradaki ekvator kuşağına özgü geniş çayırlıklara verilen isim. Aslında “Afrika savanası” denilen şey yılın yarısında yeşil çayır ise en az yarısında da bildiğimiz çöl. Çünkü buralarda zaten sadece yaz ve kış var; dört mevsim değil. Mevsimler ekvatora yakın tüm tropik yerlerde olduğu gibi burada da daha ziyade “kuru mevsim” ve “yağışlı mevsim” diye sınıflandırılıyor. Çayır deyince Akdeniz ikliminde alışkın olduğunuz üzere bir yemyeşil alandan bahsetmemi beklemeyin kısacası. Benim burada olduğum mevsimde savana hiç de Disney’in çizgi filmlerinden bildiğimiz gibi değil; etrafta öyle aslanlı kaplanlı çocuk masallarındakine benzeyen cıvıl cıvıl neşeli bir hayat görmüyorsunuz yani. Daha doğrusu, için için kaynayan yaşamı ilk bakışta görebilmek için çok iyi eğitilmiş gözlere sahip olmanız gerek. Bu da herhalde ancak orada doğup büyürseniz mümkün çünkü etrafımda hiç devinimsiz, sanki boşlukmuş duygusu vererek alabildiğine uzanan topraklarda ilk bakışta sanki hiçbir hayat belirtisi yok gibi. Yalnız, belirli bir mesafede hep ağaçlar var; ne yöne giderseniz gidin. Nedense bu ortamdaki ağaç görüntüleri tahmin edemeyeceğiniz kadar etkileyici. Savananın ortasında, sararmış otların arasında yükselen, genellikle yalnız ve mağrur, yanlış bir yerde olduklarının farkındaymış gibi hüzünlü, yemyeşil ağaçlar. Çoğu Afrika’ya özgü, “düz tepeli akasya” denilen türden ve yaprakları sanki o an esmekte olan çok güçlü bir rüzgarın etkisiyle kaykılmış gibi eğri duruyor; tepeleri bir masa gibi dümdüz ve basık. Bu ağaçların arasında çoğu zaman zürafalarla birlikte ilerliyoruz. Diğerlerine göre çok daha yavaş, uysal ve tehlikesiz olan bu hayvancıklar bazen etrafta o kadar çoğalıyorlar ki kısa sürede onları benimseyip sanki evinin arka bahçesinde de bir zürafa varmış gibi fazla ilgilenmez oluyor insan. Sürüler halinde su içmeye veya ağaçların yapraklarını yemeye gelip adeta bize resimlerini çekelim diye poz veriyorlar. Çevrede Afrika çöllerinden hiç beklemediğim kadar bol böyle yemyeşil ağaçlar olması, gün boyu kendimi sanki hep boz bir rengin içine girmiş gibi hissetmeme engel olamıyor nedense. Uçuşkan, tülle örtülmüş gibi bir yer savana; sanki hem birbirinden farklı renklerde hem de hepsi bu mevsimin toprak ve bitki örtüsüyle aynı renkte. Yaşamları hayatta kalma mücadelesiyle geçtiği için tehlikeden hızla kaçabilmek veya eğer bunu beceremeyeceklerse saklanıp görünmez olabilmek en önemli silahları. Bu yüzden doğa onları hem savananın birbirine yakın renk tonlarında ama hem de bu yelpaze içinde birbirinden çok farklı ve rengarenk yaratmış. “Araziye uyum sağlamak” dedikleri tam anlamıyla bu herhalde; zaten insanoğlu kamuflaj bilimini doğaya karışıp görünmez olmayı bir biçimde mutlaka başarabilen hayvanlardan öğrenmiş olmalı...
Tüm bu anlattıklarımdan savana sanki pek de bir şeye benzemiyormuş gibi geliyor insana değil mi? Bir kavram karmaşasından ibaret sanki; hem çayırlık hem boz rengi, hem yemyeşil ağaçlar var hem çöl gibi falan… Ben de gitmeden çok fazla bir şey beklemediğimi zaten söyledim ama oraya ulaştıktan ve bu tablonun içerisine girdikten sonrası hiç de öyle değil işte... Bir kere, kilometrelerce süren bu renksiz devinimsiz görüntünün altından coşkun bir ırmak gibi akıp giden rengarenk bir hayat var sanki ve bu hayat gerçekten büyüleyici. Sonra da Serengeti’de olmak demek her şeyden önce ıssız Afrika savanasının ortasında, eşsiz Afrika göğünün altında olmak demek. Yalnızlığı sevmeseniz de, doğa ile baş başa olmayı pek özlemeseniz de buradaki huzur asla reddedebileceğiniz bir şey değil, bilesiniz… Hatta doğrusunu isterseniz, aslında safarinin herhangi bir anında durup bu durağanlığı, sessizliği, doğanın kendi içindeki uyumu, kısacası gökleri ve toprağı dinlemek belki de çevredeki tüm diğer şaşırtıcı şeylerden daha özel. Mesela, tepemde sanki ağırlığı olan bir malzemeden maket olarak yapılmış somut objeler gibi duran bembeyaz pamuksu bulutlar bin bir çeşit şekle girip sonsuz ufukta bozkırın sarısıyla birleşiyorlar. Yerle göğün bir araya geldiği çizgide bu yanılsamayı mümkün kılan, ufkun derinliğinin daha önce hiç görmediğim kadar çok ve az bulunur derecede net olması. Bunun nedeni herhalde içime çektiğim tertemiz havanın yok denecek kadar düşük olan nem oranı; sanırım hava böylesine berrak olunca derinlik ve sonsuzluk duygusu da fena halde artıyor. Yerçekimi yokmuş, az sonra bulutlarla yer değiştirecekmişim gibi bir his… Boşlukta yürüyorum sanki; beni içinde bulunduğum cipten çıkartıp yükselten ve her şeye yukarıdan bakmamı sağlayan bir tür sarhoşluk yaşıyorum. Başım dönüyor; rehberim kapkara yüzünün ortasındaki bembeyaz dişlerini pırıl pırıl parlatan bir gülümsemeyle “oksijen sarhoşluğu” diyor. Sözünü ettiğim bu manzaranın arkasında yani bu durağan atmosferin altında içten içe kaynayan yabanıl yaşam ise sanki tüm heyecanıyla ortaya çıkıp kendisini bana göstermek için gökyüzündeki bu gösterinin bitmesini, sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Orada, sonsuz savananın minik bir köşesinde, görmesem de varlığını hissettiğim ve daha önce hiç tanımadığım canlılarla çevrili olduğumu bilerek ve kendimi benden çok daha büyük bir bütünün ve tıkır tıkır işleyen önemli bir düzenin sağlam bir parçası hissederek yapayalnız kalınca başka bir coğrafyadaki “uygar” yaşamım ve günlük hayatta önemsediğim, beni üzen ve korkutan her şey ne kadar anlamsız, ne kadar uzak kalıyor bilseniz… Buranın kuralları da farklı, gerçekleri de çünkü. Yaşamın sınırları ve hatta tanımı bile alışkın olduğumuzdan çok başka savanada.
Şimdi “sanki dünyada ilk veya tek safari yapan sensin!” deme olasılığınıza karşın hemen söyleyeyim ki beni tek büyüleyen ve paylaşmak istediğim safaride gördüklerim ve savanada hissettiklerim değil; buraya ulaşmak için yaşadıklarım da çok eğlenceli. Serengeti’ye Arusha’dan geliyorum. Arusha Tanzanya’nın en önemli kentlerinden birisi olmakla birlikte tahmin edeceğiniz gibi diğer Afrika kentlerinden fazla bir farkı yok. Yolculuğun benim için asıl ilginç olan tarafı bu noktadan sonraki uçuşlar çünkü bazen beş-altı, bazen de on-on iki kişilik pırpır uçaklarla uçuyoruz ve de sadece adı “havaalanı” (hatta bazen adı bile sadece “hava hattı”) olan düzlüklere iniyoruz. Seyahatin sonuna dek birçok kez bu deneyimi yaşayıp her seferinde biraz daha fazla eğleniyorum. Bir kere fazla yükselmediğimiz için manzara şahane… Kimi zaman yemyeşil bir alan ve ortasındaki bir gölün olağanüstü görüntüsü söz konusu, kimi zaman uçsuz bucaksız sapsarı savanalar, kimi zaman da aşağıda yer alan bir kaya çölünün çarpıcı manzarası. Sonra nedense uçağın pilotuyla böyle dip dibe oturmak bana bir jetin içinde rahat koltuğumda film seyrederek uçmaktan çok daha güvenilir geliyor; hele bir de pilot kadınsa. Klostrofobiniz yoksa bu pırpır uçaklar muazzam sizin anlayacağınız. Bu noktadan itibaren inip kalktığımız tüm havaalanları ise insana masumiyeti düşündürüp gülümsetecek kadar ilkel. Birkaç kez, üzerinde zebralar dolaştığı için, alçalmakta olduğumuz toprak yolu ilk seferlerde pas geçip ancak üçüncü denemede yere inebiliyoruz; birkaç kez de tam havalanacakken aniden önümüze fırlayan bir hayvan yüzünden defalarca geri dönüp yola baştan başlamak zorunda kalıyoruz! Afrika’ya dair safari filmlerinde biraz şaşırıp biraz da gerçekliğinden şüphe ederek seyrettiklerimi yaşıyorum yani... Pilotlar ve yerli yolcular için anlaşılan çok sıradan olan bu olay, bencileyin sıkı kontrollü megapol havaalanlarına alışkın bir gariban “şehirli” için son derece değişik, heyecanlı ve eğlenceli...
Serengeti’deki safari kampından sonra durağım Ngorongoro krateri. Burası dünyanın en büyük sönmüş volkanik krateri. İçerisi korkunç “büyük beş” ve tüm diğer vahşi/yabani hayvanlar için doğal yaşam, onları görmeye gelen gezginler için de doğal safari alanı. Havaalanı orada olduğu için önce Ngorongoro’nun kent merkezi Karatu Town’a uğruyoruz. Karatu çok tipik; toz toprak içinde, karmakarışık; baraka evleri ve rengarenk giysili insanları olan fakir bir Afrika kasabası. Evler çamurdan ve dallardan yapılmış; üzerleri de boya yerine yine çamurla sıvalı; damları teneke veya saman ve çalı-çırpı. Karanlık, izbe, derinliklerinde ne olduğu belli olmayan, daha doğrusu öndeki bir iki tezgahın gerisinde aslında hiçbir şey bulunmayan ve insana mutlaka sattıkları her şeyin pis olduğunu (herhalde haksız yere!) düşündüren dükkanlar. Sinek, toz, sıcak; mutsuz ve sefil ve her an terslenmeye hazır gibi görünen ve sevgisiz bakışlarla bakarak oradan oraya sürüklenen ağırkanlı insanlar... Zaten bu vesileyle belirtmemde yarar var; sanırım Tanzanya’da beni en çok şaşırtan ve galiba hayal kırıklığına uğratan şey insanlar. Bu cümle başından beri anlattıklarımla çok çelişkili geliyor kulağa, biliyorum. Muhtemelen “insanlardan hayal kırıklığına uğrayıp onların yarattığı kültürü nasıl sevebilirsin?” diyorsunuz. Doğrusu yanıtı ben de bilmiyorum. Sanırım sorun o insanlarda veya bende değil onların benimle asla iletişim kurmak istemeyişlerinde ve de sanırım ben ne kadar aksini görmek için çırpınırsam çırpınayım aslında Afrika’da çarpıcı olan kentler değil doğa galiba. Böyle bir şey söylediğime inanamıyorum ama nedense genelde Tanzanyalılar gerçekten bir garip. Hem çok renkliler, giysilerinden adetlerine kadar; hem de çok sıradan ve sevimsiz. Ne daha önce gittiğim Afrika ülkeleri, ne başka üçüncü dünya ülkeleri, ne de diğer Müslüman ülkelerin halkları gibiler.
Ama önce Ngorongoro gibi bir doğa harikasının güzelliklerini ve kraterdeki safaride karşıma çıkan hayvanları aktarayım size de bu konuya sonra dönelim çünkü huyumu biliyorum, insanlardan söz açılınca yine kaptırıp kendimi giderim; hayvanlardan bahsetmeye sıra gelmez! Ngorongoro, üzerinde yer alan volkanik göllerden ötürü, tüm hayvanlar için bir otlama ve sulanma alanı aslında. Sadece vahşi hayvanlar değil Masailerin sürüleri de burada otlanıyor. Bir krater ve dolayısıyla sınırları belli çukur bir arazi olduğundan, içinde dolaşan hayvanları izlemek çok kolay. Ama böyle olduğu için küçük bir yer zannetmeyin Ngorongoro’yu zira toplam yüzölçümü sekiz bin üç yüz kilometre kare civarında! Ve tabii burada huzurlarınızda Afrika’nın tüm iri kedileri; üstelik sadece onlar mı, meşhur “büyük beş”in tüm geri kalanları ve hatta bu kategoriye giremeyen su aygırları ve zebralar ve krokodiller ve babunlar. Ve büyük olasılıkla daha önce adını bile duymadığınız öküz başlı Güney Afrika antilopları, firavun fareleri yani mangoose’lar, bir sürü ismini öğrenmeme imkan olmayan rengarenk kuş ve sürüngen, hyrax denilen yaban fareleri ve bushbaby’ler yani bilinen (veya bilinmeyen?) isimleriyle galagolar. Gerçi safari genellikle meşhur “büyük beş”in peşinde yapılıyor, biliyorsunuz. Yani buralarda safariye çıkarken amaç, daha doğrusu umut, aslan, leopar, fil, bufalo ve gergedan görmek. Tüm diğerleri de “ne çıkarsa bahtıma” özelliği taşıyan sürpriz ödüller... Ama dediğim gibi, söylediğime bakıp da bunların hiçbirisini rahatça görüvereceksiniz sanmayın. Doğrusu bu konuda çok şanslı olup yolun kenarında uyuyan bir aslanın burnunun dibine kadar giderek nefes aldıkça yükselip alçalan pembe göbeğini ve burnuna konan sinekleri kovalamak için bıyıklarını oynatışını sanki pek masum bir kedicikmiş gibi sırtüstü uzanıp yattığı yerde izlemişliğim; sonra yavru fillere bu kadar yakından bakınca aşık olmuşluğum ve pek sık rastlanmayan bir fırsat yakalayıp birkaç leoparın olabildiğince yakından resimlerini çekmişliğim olduysa da itiraf etmeliyim ki rehberimizin uzman gözleri ve uyarıları olmasa bunların çoğunu gözümün önündeyken bile görmeden geçebilirdim. Vahşi hayvanları saptayıp yaklaşmak öyle kolay bir şey değil anlayacağınız. Öyle belirli yerlerde turistler görsün diye hazırlanmış mizansenler ve uyuşuk uyuşuk sizi bekleyen “kadrolu” hayvanlar yok burada! Onları görebilmek için gerçekten doğal ortamlarında bulmanız ve eşref saatlerini kollamanız gerekiyor.
Hayvanların her birinin özelliği farklı ve kendine göre ilginç. Örneğin leopar için özellikle çok dikkatli olmak gerek çünkü hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkıp geri saldırarak kendisini tedirgin edenlerden mutlaka intikam alma huyu var. Sırtlanın izini sürmek çok kolay çünkü dışkısı beyaz olduğu için çok belirgin bir iz bırakıyor. Zebralar hep birlikteler ve birbirlerine yaslanıp dayanarak tehlikeye karşı hep bir arada duruyorlar. Aslanlar daima grup halinde gezip avlanıyorlar. Bir av yakaladıklarında önce aslan kral karnını doyuruyor; dişisi ve yavruları ardından gelip kalanları yiyorlar. Minyatür bir geyik türü olan dikdikler tek eşli; ömür boyu aynı eşle çiftleşiyorlar ve hatta birisi ölünce eşi de ardından fazla yaşamıyor. (Bu bilgi beni üzüntüyle gülümsetiyor çünkü bu yaşam kavgası arenasında bu minicik hayvancıkların ömrü zaten o kadar kısa ki...) Sonra mesela eğer etraftaki hayvanlar sakin sakin duruyorlarsa, bu yakınlarda bir aslan olmadığı anlamına geliyor ve zürafalar boyunlarının uzunluğundan ötürü mecburen çok yavaş ve salına salına yürüdükleri için uzaktan çok komik görünüyorlar ve tavus kuşlarının inanılmaz güzellikteki renklerine karşılık inanılmaz çirkinlikteki sesleri ancak bir şeye çok kızarlarsa ortaya çıkıyor ve hayvanların herhangi bir su kaynağından su içmesinin önce fil, sonra aslan ve sonra diğerleri gibi hiyerarşik bir sırası var... Böyle daha onlarca birbirinden keyifli detay mevcut ama bunca hayvan arasında benim favorim filler... Neredeyse tüm gün boyu yemek zorunda oldukları için sadece gündüz hava çok parlak aydınlıkken çok kısa bir süre hafif bir uyku uyuyorlar. Ayakta durarak uyuyabiliyorlar ama bir fil yalnız olduğu zaman asla uyumuyor. Tıpkı köpekler gibi insanları biliyorlar ve insanların kendilerinden korktuğunu da biliyorlar ve bu yüzden onları belirli bir tonda bir ses çıkartarak uyarıyorlar. Sonra, yavru filler kendilerini minicik köpek yavruları zannediyorlar galiba. Bir de fillerin üzerinde hep, derilerine yapışan asalak böcekleri yiyerek geçinen minicik bir kuş sürüsü oluyor… Ve işte gördüğünüz gibi safari, hiç de benim daha önce zannettiğim gibi bütün bir gün anlamsızca, önceden bilinen bir köşeye yerleştirilmiş ve zaten sizi bekleyen hep aynı hayvanları kovalamak değil aslında!
Hayvanlarla samimiyeti bu kadar ilerlettikten sonra, dönelim yine Tanzanya’nın insanları meselesine... Tavırları başka hiçbir ülkenin insanlarına benzemiyor. Bu iyi bir şey mi, kötü mü yoksa; bilemiyorum çünkü nedense gururlu olmak veya özel hayata saygı gereğini hatırlatmak adına aldıkları bir tavır gibi gelmiyor davranışları insana. Daha ziyade huysuzluk, aksilik gibi. Hatta bazen terbiyesiz ve saldırgan bile olabiliyorlar. Evet, çocukların gelip sizden para istemesi dünyanın pek çok yerinde aynı ama burada verseniz kandırılıp sömürüldüğünüzü hissediyorsunuz, vermezseniz dışlandığınızı. Ve seçiminiz hangisi olursa olsun, insanlarla ilişkiniz hemen o noktada daha kurulmadan bitiyor. Para vermeyince zahmet edip size gülümsemeyeceklerini veya zaman ayırıp örneğin sorduğunuz soruya cevap vermeyeceklerini zaten biliyorsunuz ama verince de “bir enayi daha kazıkladım” diye arkanızdan alay edeceklerini hissediyorsunuz. Sonra mesela Zanzibar’ın rengarenk ama ulaşılmaz kadınları. Renkli başörtüleri (ama çok parlak renkli; fosforlu eflatun, turuncu, pembe, acı sarı) ve mağrur bir edayla dimdik tuttukları başlarıyla bir sürü güzelim kadın. Bu örtüler Tanzanyalı kadınların geleneksel giysisi gibi sanki. Özellikle de örtünmenin çok daha yaygın olduğu Müslüman Zanzibar’da. Kadınların giydiği bu parlak renkler esmer tenlerinde inanılmaz çarpıcı duruyor ve dünya güzeli sürmeli gözlerini, güzelim uzun kirpiklerini ve zaman zaman da şaşırtıcı kırmızı rujlarını iyice ortaya çıkartıyor. Çok renkli ve çok güzeller. Ama sadece uzaktan güzeller. Çünkü hep saldırıp ısırmaya, ciyak ciyak bağırmaya hazır yabaniler gibi davranıyorlar. Sizinle asla göz teması kurmadan, gerçek iletişim yerine geçecek en ufak bir şey yapmadan, çekilen her deniz kabuğu fotoğrafının bile kendi resimleri olduğundan çok emin bir şekilde üzerinize atlayıp bağırmaya başlıyorlar ya da arsız arsız para istemeye kalkışıyorlar. En iyi olasılıkla, suratınıza bile bakmadan, sizden rahatsız olduklarını sizi istemediklerini açıkça belli ederek, orada yokmuşsunuz gibi yanınızdan yörenizden kayıp gidiyorlar. Kısacası, nezaketsiz hatta sevimsizler bile denebilir.
Hal böyle olunca, insan tabii ister istemez onları bu hale getiren nedeni düşünüyor. Acaba sömürge iken yaşadıkları onları yeryüzünde mevcut olan tüm beyazlardan nefret mi ettirdi diye merak ediyorum. Ve sonunda, özel yaşamlarına önce sömürgen ülkeler sonra da turistler tarafından fazlasıyla saygısızlık edilmiş olduğu için herkesten şüphelenir ve her şeye sinirlenir olmuşlar artık diye karar veriyorum kendi kendime. Öte yandan, sokakta rastladığım sıradan insanların bu hiç de dostça olmayan yaklaşımları ile konakladığım yerlerdeki görevli personelin ve safarilerde bize eşlik eden rehberlerin inanılmaz profesyonel ilgisi ve hizmet kalitesi şaşırtıcı bir zıtlık oluşturuyor. Tanzanya’ya safari yapıp denizin tadını çıkartmaya gidince, kendinizi ister istemez kolonyal işgalcilerin zamanında ülkelerindeki gibi yaşayabilmek için buraya beraberlerinde getirdikleri stilde muazzam bir lüksün, hatta aşırılığın içinde buluyorsunuz. Kısacası, oteller burada bulunma tecrübesinin önemli bir parçası ve açıkçası otellerde hizmetin kalitesi her türlü ortam konforunun ötesinde. Bu üstün misafirperverliğin sokakta sürekli karşıma çıkan gündelik davranış kalitesiyle yarattığı tezat beni şaşırtıyor doğrusu. Ve tabii aklıma şöyle bir soru takılıyor: Neden insanlığın doğum yeri ve dolayısıyla aslında bir anlamda uygarlığın beşiği olan bu toprakların insanları, üstelik de aslında pek çok konuda bu kadar becerikli, yetenekli ve hatta üstün oldukları halde, bu denli pasif davranırlar beyaz sömürgenlere karşı acaba? Tarihte başlarına gelen sömürü düzenini diğer benzer durumdaki ülkelere göre çok daha fazla kabullenmişler sanki ve sonunda da bugün oldukları gereksiz isyankar, anlamsız saldırgan insanlar haline gelmişler. Evet, tabii ki işgalcilerden daha geride kalmış bir teknoloji düzeyinde oldukları için ama aslında bereketin sembolü olacak kadar doğurgan olan bu topraklardaki ta başından beri kader gibi yaşanan bu “teknolojik gerilik” niye? Bu durum Orta Doğu kılıklı Müslüman Kuzey Afrika ülkelerine ve sömürgesi olduğu emperyalist ülkenin özelliklerini çok daha fazla özümsemiş olan Güney Afrika ülkelerine oranla Orta Afrika’da çok daha belirgin. Bununla vahşi hayvanlarını, savanasını, tropik adalarını değil, kent/köy yaşamını kast ediyorum. Savanadaki ve okyanustaki romantik maceralarınızın sahne arkasını oluşturan kasaba kentlerdeki yaşamı yani. Tek katlı, saz veya teneke damlı, çamur evleri. Sadece birer kabuk kılıf olan, içlerinde hiçbir şey bulunmayan evleri. Kapı önlerinde oturmuş, sıkıntıdan ölmek üzere gibi görünen insanları. Bu halleriyle çok gerilerde bir yerde donup kalan ve bir türlü ilerleyemeyen başka bir zaman dilimine ait gibi duruyorlar. Çıplak veya tesettürlü, açık ağızlarına doluşan sinekleri artık kovalamayan, sürekli burunları akan, kirli çocuklar. Küçük oğlanlar kıçları açık, ayakları çıplak çamurun içinde oturuyorlar ve oynuyorlar. Toz toprak; bir yerlerde tüten pis bir duman ve yanan odunun isli kokusuna karışmış, iç bulandırıcı, ne idüğü belirsiz bir yemeğin kokusu. Karanlık, izbe, ilkel, sinekli mekanlar. Meyve satılan tezgahlarda toz, kir, haşerat, pislik. El sanatları sepet ve boncuk kolye düzeyinde kalmış. Ama insanlar sanki daha iyisini zaten istemiyorlar veya denemeye halleri yok; heves etmiyorlar. Bezmişler sanki.
Tabii ki genelleme yapmak hiçbir yerde olmadığı için burada da doğru değil ve tabii ki bu görüntü zaten Afrika’nın da Tanzanya’nın da tümü için geçerli değil ama yine de insan kendisi bu kadar mutlu olduğu bir yerde başkalarının bu kadar keyifsiz olmasından etkileniyor ve kendine sormadan duramıyor: Niye? Doğanın ve iklimin zor koşulları? Evet, belki. Gerçekten de bu kıtada doğa güzel olduğu kadar da acımasız; hatta bazen düşman gibi. Su yoksa, o kirli çocuklar neyle yıkansın mesela? Ama açıkçası, insan çabası doğadan gelenlere çok az şey eklemiş burada. Sonra sömürü düzeni? Evet, tabii. Ama örneğin Güneydoğu Asya’ya ve hatta Güney Amerika’ya giden sömürgenler oralarda kendine göre çok gelişmiş bir takım yerli uygarlıklar bulmuşlar. Hatta mesela Hindistan’ı ekonomik olarak sonuna kadar sömürmüş olsalar da bana kalsa İngilizler sömürdükleri ülkenin kültürüne boyun eğmişler sonunda. Üstelik hal böyleyken Afrika’nın lakabı niye “mama” yani “ana” acaba? Anaç, verimli, doğurgan, şefkatli? Doğrusu, bana hiçbirisi gibi görünmüyor. Aklıma “hiç mi daha iyisini yapamazlar?” “hep mi böyleydiler?”gibi sorular üşüşüyor. Yıllardır sorulan ve cevapları bilinen sorular. Doğanın zorlu koşullarıyla insanların acımasızlığını içinde barındıran sorular. Ben kendi hesabıma Tanzaya’dan, burada gördüğüm tabloyu Afrika’nın başka yerlerindeki durumla, örneğin hala ilkel gelenekleri doğrultusunda yaşayan kabilerle, kıyaslamak üzere değişik Afrika ülkelerinde keşfe çıkmak kararı ile ayrılıyorum.
Ama şimdi burada, en iyisi dünya meselelerinin yorumunu başka zamana bırakıp yoluma devam etmek… Ngorongoro’daki gerçekten çok keyifli safariden sonra yolum artık “baharat adası” Zanzibar’a. Daha doğrusu, her ne kadar Zanzibar takımadalarının en büyük ve en önemli adası olduğu için genelde aynı adla anılıyorsa da aslında ismi Unguja olan adaya. Dünyanın en zengin baharat kaynaklarının başında geldiğini bilmek bile bu adaları gördüğüm en egzotik yerlerinden birisi yapmaya yetiyor bana sorarsanız. Ayrıca duyduğuma göre, dünyanın en güzel gün batımlarından birisi de burada. Zanzibar’da Nungwi’ye gidip okyanus kıyısına yerleşmeden önce başkent Zanzibar Town’ı geziyorum. Kent, iki bölümden oluşuyor; “Stone Town” denilen Eski Kent ve Yeni Kent yani “New Town”. Stone Town bir UNESCO Dünya Kültür Mirası ve son derece özellikli bir minik kent olduğu için genellikle başkentin tamamı sadece bu isimle de anılıyor. Kentin ilginçliği tarz olarak başka bir coğrafyaya ait olmasından geliyor; Arapların etkisi yüzünden tamamen bir Ortadoğu kenti havasında. Bu yüzden Orta Afrika’dan değil de Müslüman Kuzey Afrika’dan bekleyeceğiniz türden görüntüler barındırıyor. Paket taşı döşeli daracık sokaklar, Arap usulü souk denilen kapalıçarşılar ve pazar yerleri, kubbeler ve camiler. Özellikle Eski Kale’nin arka tarafında toplanmış olan daracık dolambaçlı sokaklarında bin bir türlü insan manzarası mevcut tabii ki. Tanganika’da uğradığım kentlere göre çok daha “gerçek” bir şehir olduğu için mekanlar da daha canlı ve temiz. Anakaradakinden çok daha açık renk tenli ve çok daha kapalı giysili insanlar, çok kaliteli antikacı dükkanlarından mahalle fırınlarına, daracık karanlık bakkallardan rengarenk terzi atölyelerine kadar envai çeşit mekanın çevresinden akıp gidiyorlar. Stone Town aynı zamanda, tarihte burayı yöneten Muskatlı Müslüman Araplar tarafından yapılan köle ticaretinin de merkezi. Zanzibar’da kölelik 1849’da İngilizler müdahale edinceye kadar devam etmiş. Kentte bu insanlık dışı faaliyetin hala izleri duruyor. Kölelik Müzesi (Slave Chambers) ve Köle Meydanı insanın hala içini daraltıp sızlatan çok etkileyici mekanlar. Gördüklerim ve duyduklarım Batı Afrika’dan Amerika’ya köle olarak götürülenlerin herkesçe malum öykülerine göre bir nebze daha insaflı olsa da akıllara durgunluk verecek düzeyde acımasız. Üstelik bu ülkede köle ticaretini yapan zengin köle tacirleri sadece Muskat’tan gelen Araplar da değil. Onlar gittikten sonra da Zanzibar’ın kendi sultanları da kendi halklarını çeşitli hilelerle esir alarak satmaya devam etmişler! Hayat tezatlar ve ironilerle dolu ya; işte bunların en ilginçlerinden birisi de burada yaşanmış ve Zanzibarlı fakir insancıkları kölelikten burayı sömürge haline getiren İngiliz yönetimi kurtarmış! Nil Nehrinin kaynağını aramak için seyahat etmekte olan İskoç gezgin Livingstone, muhtelif gezileri için çıkış istasyonu olarak kullandığı Stone Town’da şahit olduğu insanlık dışı olaylara dayanamayarak köle pazarının kapatılması için İngiltere’de kulis yapmaya başlamış. Hatta ülkesine döndüğünde “Afrika özgür olmadan İngiltere özgür değildir” diyerek buraya yönelik bir Hıristiyan misyoner hareketi başlatmış ve kölelik sona erene kadar da uğraşmış.
Stone Town’dan ayrılıp adanın cennet köşesi Nungwi’nin plajlarına geçme zamanı artık. Deniz kıyısına ulaşalım ki buranın en ilginç, en çarpıcı ve eğlenceli doğa olayı olan ve benim aklımı başımdan alan med-cezir (veya gelgit) olayına da ulaşmış olalım. Gelgit tabii ki dünyada başka yerlerde de var ama buradaki belki benim günlerce başından sonuna dek izlediğim ilk gelgit olduğu için beni gerçekten büyülüyor. Burada deniz çekilince sanki geride sadece kum ve oradan oraya koşuşarak su tekrar gelinceye kadar saklanacak serin bir yer arayan minik hayvancıklar bırakmıyor. Rengarenk bir kadınlar ve çocuklar topluluğu da bırakıyor arkasında adeta. Bu kadınlar, sular çekilir çekilmez denizden geride kalan minik balıkları, deniz böceklerini ve kozmetik sanayinde kullanılan yosunları toplamak için kıyıya geliyorlar; çoluk çocuk. Denizin boşalttığı yüzeyi çekirge sürüleri gibi işgal ediyorlar ve inanılmaz renklilikte bir görüntü ve cıvıltılı bir gürültüyle, ellerindeki plastik kovalara kumdan topladıkları ganimetleri dolduruyorlar. Aralarında avaz avaz bağırarak konuşup şakalaşıyorlar ve mesela kıyıya yakın bir yerde konaklıyorsanız eğer, sabahları uzaktan kuş cıvıltısını andıran gürültülerine ve söyledikleri şarkıların sesine uyanabiliyorsunuz. Özellikle çocuklar. Gelenlerin arasında büyük yaşta erkek yok ama erkek çocuklar var. Çocuklar toplu halde ve bu işi görünüşe bakılırsa çok keyifli bir oyuna çevirmiş olarak annelerine yardım ediyorlar; kolay bulunup ayırt edilen yaratıkları onlar topluyorlar. Konuşarak ve seslenip çağırarak minik yengeçleri deliklerinden çıkmaya ikna etmeye çalışanlarını görüyorum mesela. Çoğu hanım hanımcık giyinmiş, en büyükleri on-on iki yaşlarında, başları anneleri gibi rengarenk başörtüleriyle örtülü kızlar veya çamurun içinde oturup kuyular kazarak, kentte yaşayan çocukların hiçbir zaman bilemeyeceği bir keyfi yaşayan oğlanlar var. Öyle mutlu gözüküyorlar ki bu çocukların köylerine dönünce daha önce gördüğüm sümüklü mutsuz çocuklara dönüşeceğini düşünmek bile zor geliyor bana. Denizin çekildiği saatlerde, geride bıraktığı alanda bu insanların arasında yürüyüş yapmak buradaki en büyük keyiflerimden birisi. Sözünü ettiğim kadınların ahenkli sesleri, çocukların herhangi bir kentin oyun parkında asla göremeyeceğiniz neşeleri; yakındaki köyden bana kadar ulaşan güzel okunmuş sakin bir ezanın sesi; yanımdan yöremden kaçan kum böcekleri, ayağıma takılan deniz kabukları; çevremde içten içe süren gürültülü ilkellik… Bütün bunlar ruhumu besliyor adeta. Gözüm bir yandan geçici süre için terk ettiği sahile ne kadar büyük bir hızla geri geleceğini hala tam kestiremediğim denizde, kulağım kuşlar gibi cıvıldayarak türküler söyleyen kadınlar sürüsünde. Gerçi bu mesafeden cıvıltı gibi gelen sesleri biraz yanlarına gitsem hemen ciyaklamaya dönüşeceği için onlarla aramda belirli bir mesafeyi hep muhafaza ediyorum; ama olsun!
Yalnız deniz yokken yürüyüş yapmak iyi de, varken içine girmek istediğiniz saat yanlış ise bu denizin çekilmesi meselesi çok komik! Öyle fark ettirmeden, öyle çabuk ve öyle uzağa gidiyor ki her seferinde şaşırıyor insan. Mayonuzu alıp sahile inene kadar bir şeylerle oyalandınızsa, bir bakıyorsunuz, deniz yok! Ya da eğer zaten kıyıdaysanız, sular saati gelince gözünüzün önünden gözle görülür bir hızla gidiyor. İlk seferinde insan farkında olmadan, “eyvah, deniz elden gidiyor” diye düşünüyor doğrusu! “Tutuversem” diyesiniz geliyor. Hem komiğime gidiyor; hem çok eğleniyorum. Düşünsenize, yüzebilmek için oturup denizin geri gelmesini bekliyoruz; yoldan gelecek yolcusunu bekleyenler gibi. Bir yandan da benim içimde hiç kimseye belli etmediğim çocuksu bir korku: Ya bu sefer gelmezse? Biliyorum, dün de geldi; daha önceki gün de... Ama olsun; ya bu sefer gelmezse? Kıyıda oturmuş bir yandan endişeyle denizi bekliyorum, bir yandan da karşımdaki eşsiz görüntüyü izliyorum. Kumun üzeri tekne ve kayıklarla dolu. Deniz çekilince ondan geriye kalan kayık ve tekneler bunlar ve korsan öykülerinden çıkma hayalet gemilere benziyorlar. İnsana “hayalet” duygusu vermeleri ne tuhaf! Çünkü aslında onlar deniz alçalınca da yüksekken de hep aynılar. Batmış veya yaralı değiller yani. Oldukça ilkel, biraz yıpranmış ve eskiler ama sapasağlamlar. Sadece altlarından çekilen su olmadan öksüz kuşlar gibi ne yapacağını şaşırmış hüzünlü bir halleri var; bilmediği bir sokakta annesinin elini bıraktığı için kaybolup neden korkacağını şaşırmış çocuklar gibiler. Kabahat onların değil oysa; çekip giderek onları kumun üzerinde yalnız bırakan denizin. Nitekim deniz az sonra eski yerine dönünce, onlar da aslanlar gibi “normale” dönecekler. Ve evet, derken hazret aniden bastırıyor tekrar! Birkaç saat önce üzerinde yürüdüğüm yol yeniden denizin bir parçası oluyor. Yine gözümün önünde, yine birkaç dakika içinde, yine su tıslayıp mırıldayarak.
Beklerken bir ara kumsaldan ayrılıp kıyıdaki ağaçların altına yürüyorum. Aniden umulmadık bir yağmur başlıyor. İncecik ama göz açtırmamacasına yağan, şakır şakır bir yağmur. Tropik yağmur diyeceğim ama hava bulutlu resmen ve ortalığı bayağı serinleten bir rüzgar da var; yani yağmur ormanlarının yağmuruna benzemiyor. Sonra birden duruyor ve ben başladığı gibi hızla bittiğini zannediyorum ama anlaşılan hevesini alamamış ki durup durup tekrar yağıyor. Yerli halk hiç aldırmıyor; şemsiye falan açmıyorlar. Zaten ilk yağmurun ıslağı üzerlerinde kurumadan yenisi başlıyor. Denizin yağmurdan ne kadar kabardığını uzaktan görüp gelgit durumuna bakmak için tekrar sahile koşuyorum. Dedim ya, bu gelgit meselesi benim için küçük bir çocuğa yeni alınmış bir oyuncak gibi; bayılıyorum onunla oynayıp keşfetmeye, orasını burasını kurcalamaya. Doğa ne kadar ilginç. Bu saatte geri çekilmiş olan su onca yağmura rağmen gittiği yerde duruyor. Yükselmiş, köpürüyor, yüzeyi kıpır kıpır, kıyıya geri dönmek için sabırsızlanıyor ama olduğu yerde duruyor! İnsan doğal olarak, yağmurun eklediği suyla taşacak ve sabah boş bıraktığı sahili ansızın yeniden geri dolduracak sanıyor bu kadar kabarıp coşunca ama işte öyle olmuyor. İnsan eliyle çizilmiş gibi net ve belirgin bir sınırda duruyor hala deniz; bu tarafa doğru taşıp akmıyor. Sanki önünde bir duvar varmış gibi sadece olduğu yerde kabarıp yeniden sahile kavuşma vaktinin gelmesini bekliyor. Bu haliyle onu fırlayıp gitmeye ve kan ter içinde kalana kadar uzun uzun koşmaya hazır olduğu halde binicisi tarafından gemleri sıkılarak engellenen ve olduğu yerde huysuzlanıp eşinen öfkeli bir kısrağa benzetiyorum. Sahilde çocuklar, denizden boşalmış olan alanda, su yükselmeden yosun toplama işini tamamlama telaşında olan annelerinin yanında, sessizce yağmakta olan yağmura hiç aldırmadan hala şarkı söyleyip oynuyorlar. Bulunduğum yerden neyle oynadıklarını tam görmem çok zor ama deniz giderken geride inanılmaz zenginlikte bir malzeme bolluğu bıraktığı için oyuncak bulmakta fazla zorlanıyor olamazlar. Deniz kabukları; yanlamasına koşarak, daha doğrusu adeta kumun üzerinden yatay şekilde kayarak inanılmaz bir hızla kaçıp giden kum rengi böcekler; kuru yosun ve odun parçaları; minik balıklar ve bol yeşil yosun… Ama ille de deniz kabukları… İnsanı yoldan çıkartmamaları mümkün değil. Hiç öyle bir merakım olmadığı halde ben bile saatlerce topluyorum ve her akşamüstü yürüyüşünden kucak dolusu sonradan ne yapacağımı bilemediğim şahane deniz kabuğu ile dönüyorum! Az sonra, şarkı söyleyen yeni yetme kızların başlarının üzerine yerleştirdikleri yükleriyle yavaş yavaş kıyıya doğru gittiklerini görüyorum. Anneleriyle topladıkları yosunları taşıyor olmalılar. Yağmur yağmaya devam ediyor.
İşte böyle... Aylardan Eylülse eğer, yılda aslında sadece iki mevsimi olan Afrika’da bu günler ilkbahar sayılır. Ve evet, bu mevsim Zanzibar’da, bir akşam bakıp birkaç saat önce içinde yüzdüğünüz denizin yerinde yeller estiğini görebilirsiniz. Birkaç saat evvel suda nazlı nazlı salınan balıkçı kayıkları karaya oturmuş olur. Bembeyaz kumlu sahil, tuz yataklarını andırır pırıltılarla uzaklarda bir yerde soluk renkli denizle buluşur. Ve eğer birkaç saat evvel koynunda olduğunuz deniz sizden böyle kaçtı diye bir yeise kapılırsanız, benim gibi yaparsınız. Gece saat 2’den sonra bakarsınız bir de aynı kıyıya… Sabaha karşı bir şey beni dürtmüş gibi sebepsiz yere uyanıp uyurgezer adımlarıyla bahçeye çıkıyorum. Ve karşımdaki görüntüye, uyku sersemi yanlış gördüğümü zannederek, bir kez daha dikkatle bakıyorum. Ama hayır, yanlış görmüş değilim; deniz eski yerine dönmüş. Karşımda şıkır şıkır oynayıp duruyor. Dün gündüz vakti olup bitmemiş miydi bu iş? Deniz de tekrar sabah olunca geri gelmeyecek miydi? Ama çoktan teşrif etmiş bile; üzerinde birkaç saat önce bana ölü gemilerin iskeletleri gibi görünmüş olan balıkçı kayıkları nazlı nazlı salınıyor. Aşağıdan, derinlerden bir yerden kıyıya vuran minicik dalgaların şıpırtısı geliyor. Akşamüstü bakmaya doyamadığım günbatımında, tam karşımda duran tostoparlak bir turuncu ve onun neredeyse yelken direği ona değecek kadar altına yaklaşmış gibi duran bir teknenin üstünden uzanıp pembe, kızıl, mor renklere boyadığı sakin bir deniz vardı. Şimdi ise onların yerinde sarı-beyaz, pırıl pırıl parlak ve çok güçlü ışığı olan başka bir yuvarlak ve denizin şıkırtılı ürpertili yüzeyinde bu yeni ve parlak yuvarlağın yarattığı gümüş pırıltılar var. Sanki güneş bir süreliğine ortadan yok olduğunda elbisesini değiştirip makyajını tazeleyerek, güzel olmaya ve çevreyi güzelleştirmeye kaldığı yerden ama farklı bir kıyafetle devam etmek üzere, tam da aynı noktaya geri dönmüş gibi. Veya bir el uzanarak gündüz gördüğüm tablonun içinden güneşi alıp yerine mehtabı koymuş ve hatta ince bir ayar yaparak sonradan gelenin öncekiyle milimi milimine aynı noktaya yerleşmesini sağlamış gibi. Ya da ne bileyim; gündüz renkli gördüğüm bir resmin şimdi siyah beyaz basılmış versiyonuna bakıyormuşum gibi. O kadar tıpatıp aynı görüntünün farklı renklerde iki resmi gibi ki gördüklerim… Bu inanılmaz güzellikteki tabloyu, doğanın gece seslerine kulak vererek huşu içinde seyrederken, gözlerimin önünde olayın devamı gerçekleşiyor ve bu yuvarlak da yavaş yavaş sarı turuncu bir renge ve karanlığa uygun koyu kızıl pırıltılara dönüşüyor. Az sonra ay batacak ve yerine güneş çıktığında su tekrardan bir gece önce çekildiği yere dönecek, tekneler bir kez daha karada kalakalmış çaresiz görüntülerine bürünecekler. Ve siz gece 2’de benim yaptığımı yapmadınızsa eğer, denizi dün akşam bıraktığınızdan beri hiç kıpırdamadan aynı yerde duruyor sancaksınız; gecenin bir vakti gizlice kısa süre için terk ettiği teknelerle buluşup seviştiğini bilmeyeceksiniz.
İlginç bir biçimde, bu ülkeyle ilgili yazdıklarımı kısıtlamakta zorlanıyorum galiba. Çünkü dedim ya, o zaten kendi kendisini yazıyor ve inanın anlatacak çok şeyi var. Size daha yörenin meşhur kabilesi Maasailerden ve dünyanın en romantik ve güzel adalarından birisi olan Pemba’daki günbatımından ve Stone Town’ın görülmesi şart olan özel mekanlarından ve eski başkent Dar Es Selaam’dan bile söz edemedim mesela. Ama sanırım sözün özü şu; Tanzanya öyle benim ilk başta kabullenmeye hazır olduğum gibi, diğer Afrikalılardan hiçbir farkı olmayan siyah derili insanların, ulaşılması bana çok uzak görünen bir takım vahşi hayvanlarla iç içe yaşadığı, uygarlıktan epeyce uzak, kırlık bir alan değil! Üstelik Tanzanya’ya gitmek ömür boyu duyup durduğum ve bir gün gerçekten rastlayacağımı asla düşünmediğim masal ülkelerinden birisine daha kavuşmak, kült haline gelmiş bir yerin daha yaşantısına karışmak demek... Düşünsenize, kalkıp coğrafya derslerinizin gerçekte nasıl yerler olduğuna kafa yormaya gerek duymadan ezberlediğiniz “uzak diyar” isimlerini barındıran bir ülkeye gidiyorsunuz! Afrika’nın en yüksek dağı Klimanjaro’dan ve dünyada yaşlılık, büyüklük ve derinlik açısından ikinci olan tatlı su gölü Tanganyika’dan bahsediyorum. “Coğrafyadan bana ne; ben sanat insanıyım” diyenlerdenseniz, o zaman size bu toprakların ilham verdiği sanat eserlerini, örneğin Ernest Hemingway’in en başarılı öykülerinden birisi sayılan “Klimanjaro’nun Karları”nı ve bu öyküden uyarlanan Gregory Peck ve Ava Gardner’in ünlü sinema klasiği filmi hatırlatacağım. Neresinden baksanız ilginç yani. Sizi bilmem ama ben tüm bu saydığım isimleri sadece kitaplarda görebileceğim uzak hayaller diye kabul ederek büyüdüğüm için onlara böylesine yakınlaşmak beni zaten büyülemeye yetiyor. Bu ilk seferde becerip de göremediklerim ve bu yazıda size aktaramadıklarım var elbet ama ne yapalım; onlar da gelecek seferlere kalsın. Hem zaten ne demiş Tanzanyalı büyüklerimiz? “Hakuna Matata”, yani “sorun değil; sağlık olsun!” Yeter ki Tanzanya beni hakkında sahip olduğum önyargılar için, okurlarım da bu ülke söz konusu olunca durduramadığım gevezeliğim için hoş görsünler...
Güzin Yalın
Cazkolik.com / 02 Ağustos 2017, Çarşamba
Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri...
01 Lion King (Elton John) / Circle of Life
02 Andre Rieu / And the Waltz Goes on (Anthony Hopkins)
03 Helmut Lotti / Asimbonanga
04 Angelique Kidjo / Summertine
05 Jose Carreras & The Vienna Symphony Orchestra / Kumbaya My Lord
06 Paul Simon & Miriam Makeba / Under African Skies
07 Jimmy Cliff / Hakuna Matata (Lion King)
08 Waldemar Bastos / Sofrimento
09 The Tokens / The Lion Sleeps tonight
10 Harry Belafonte & Miriam Makeba / Malaika
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Neset Topaloglu
Çok harika bir yazı. Ellerinize sağlık.
Bu Yoruma Cevap Yazın »