Değerli okurlarımız, dinlemeye başladığınız müziklerin listesini yazının en sonunda bulabilirsiniz. Müzikler tek bir liste halinde olup başından sonuna kesintisiz olarak devam etmektedir. Yorumlarınızı hemen üstteki ya da sayfanın en alt kısmındaki mavi butona basarak ekleyebilir, en yukarda bulunan sosyal ağ butonlarıyla sayfayı paylaşabilirsiniz.
Elma sever misiniz? Şöyle iri, sulu kütür kütür bir elma ve nedense kırmızı? Bu soruyu hayır diye yanıtlayan kimse pek azdır diye düşünüyorum. Bu yüzden de bu kez sizinle böyle kocaman bir elmanın lezzetini paylaşmak istiyorum. Ama bu elma yenmek değil, yaşanmak için... Evet, dünyanın en lezzetli elmasından yani “Big Apple”dan yani New York kentinden söz ediyorum. Ama gerçekle gerçeküstünün sınırında gidip gelen bir kent olduğu için, New York ile ilgili aktarılacaklar başka kentler hakkında söylenenlere benzemez pek; bu yüzden size anlatacaklarım da somut yaşamla hayal dünyasının, geçmişle bugünün, olağanla sıradışının arasında gidip gelen öyküler olacak.
New York... Benim hep aklımın kaldığı, hep aklımda kalan, tadı hep damağımda olan kent... Ne kadar sık aralıklarla gidip ne denli uzun süre geçirirsem geçireyim hep yaşamak istediklerimden bir şeyler eksik kalan, hep zaman yetse daha yapacak çok şey olan... O ünlü şarkının dediği gibi, “hiç uyumayan kent” New York; hiç uyumayan ve sizi de uyutmayan... Sürekli bir devinim halinde, sürekli yeni umutlara gebe, yedeğinde hep sürpriz bir şeyler saklayan... Sokaklarından akan yaşamın bitip tükenmeyen kıpırtısıyla, tanıdığım bunca kent arasında İstanbul’dan sonra benim ruhuma en çok uyan New York sanki. Kimbilir, belki de bu yüzden seviyorum bu çılgın şehri ben... Veya belki, kimileri için yeryüzünün en önemli kenti, kimilerine göreyse cehennemin ta kendisi olarak içerisinde tadına doyulmaz pek çok zıtlık barındırdığı için. Beni durup durup kendisine geri çağıran bu eşsiz benzersiz kentin lezzetleriyle külfetleri, keyfiyle azabı her zaman yanyana gidiyor, tıpkı İstanbul gibi; belki de sevgim bu yüzden... Üstelik sürekli hareket halinde olduğu ve her an değiştiği halde, bir yandan da ne zaman gitsem hep aynı kalmayı başarmış oluyor New York; her döndüğümde, orada geçen seferden kalmış kendimden bir şeyler bulabiliyorum.
Güzin Yalın
Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...
“Başka diyarların caz lezzeti…”
Aslında sıkça söylenen şeydir; insan New York’a ya aşık olur, ya nefret eder. Eğer hiç gitmediyse, ya çok görmek ister ve hasretiyle tutuşur ya da içi hiç istemez New York’un akla getirdiği karmaşayı ve zaten bu inanılmaz kenti henüz ne yapıp edip görmemiş olması da çoğu kez bu yüzdendir. Yani New York daha ziyaret planları yapma aşamasında bile zıtlıklarla kuşatıp ikilemlerle doldurur insanı. Benim kişisel gözlemim de aynı yöndedir doğrusu; New York’un ya tutkuyla sevilmek ya da şiddetle ret edilmek; ama asla ikisinin arasında belirsiz durmamak, ilgisiz veya tarafsız kalınamamak gibi bir özelliği vardır. Yeryüzünde, böyle bir özellik taşıyan kentlerin sayısı çok fazla olmadığı için bu insanı çarpıp şaşırtacak bir şeydir aslında ama New York zaten pek çok konuda kendine özgü ve tek olduğundan, bu özelliğine fazla şaşmak benim aklıma gelmez. Hatta birçok kimseye çok anlamsız gelen bu durum bana sorarsanız çok mantıklıdır çünkü zaten aşkınıza mazhar olacak niteliğe sahip olmayan hiçbir şey nefretinizi de hak etmez diyebilirim. Hal böyle olunca, bence New York’tan nefret edenlerin bile hiç değilse sevilmesi çok olası bir şeyden nefret etmekte olduklarını, kentin öyle veya böyle akıllarını meşgul ettiğini, dünyalarında kendine olumsuz da olsa inkar edilmez bir yer yarattığını ve bu yüzden de türü ne olursa olsun, bir miktar ilgi hakettiğini kabullenmeleri gerekir.
Benim için durum, bundan tam otuzbeş yıl önce New York’u ilk gördüğümde “aşk” olmuştu. Kısacası, yıllar önce bana bu kenti herhalde hiç sevemeyeceğimi düşündüren bir önyargı ve yaşamına karışamayacağıma dair müphem bir korku ile ilk kez ayak bastığımdan beri, New York’a aşık olduğumu hemen itiraf etmek istiyorum önce. Bir gökdelen yığını olduğunu, birbirinden yüksek binaların yarışırcasına göğe yükseldiğini biliyordum gitmeden önce ve bu özellik benim New York’u sevmemeye çok niyetli olmama yetiyordu. “Çok çirkin bir kent olmalı; nefes alamayan, gereğinden büyük ürkütücü binaların üzerinize geldiği bir yer hiç de hoş bir şey değil” diye düşünüyordum. Ama görünce anladım ki, önceden bildiğim tüm bu olumsuz özellikler gerçek olmasına rağmen, New York bu gerçeklerden nasıl olduysa olağanüstü bir güzellik yaratmayı becermişti. Sonradan görüp tanıdığım benzer tattaki bol gökdelenli kentlerin hiçbirisinde olmayan sımsıcak bir estetik, binalarla kentin diğer yönleri arasında inanılmaz bir uyum, klostrofobik olması gereken yapılaşmada insanı şaşırtan bir genişlik duygusu vardı New York’ta. Gökdelenlerle yeşil alanlar ve su kıyıları olağanüstü bir beceriyle dengelenmişti ve bu fazla planlanmadan, kent öyle geliştiği için kendiliğinden olmuş gibi duruyordu. Kısacası, New York çok güzel bir kentti... Yıllar içerisinde, çok iyi bildiğim, her fırsatta keyif alıp tadını fazlasıyla çıkarttığım kentlerden birisi haline geldi. Bu sürede, bizim buralardaki kentlerin hızında olmasa da pek çok açıdan çok değişti ama aldığı her yeni şekille yine hep tüm külfetlerine razı olduğum bir sevgilim olarak kaldı.
Aslında bitmeyecek ve herkesin kendine göre yeniden yazabildiği bir öykü sanki New York ve ben galiba onu en çok bu maceraya dönük, hayal kurmaya izin veren hali yüzünden ilginç buluyorum. Örneğin, New York’ta artık size ait hale geldiğini düşündüğünüz herhangi bir köşede soluklanırken şöyle bir şeyi kolayca hayal edebilirsiniz: Günlerdir denizde yolculuk yapıyorsunuz. Yol boyunca herhangi bir konfor yaşayacak durumunuz olsa zaten bu yolculuğu yapıyor olmayacağınızdan, kaç gündür katlandığınız koşullara değinmeye bile gerek yok. Gemi sonunda nihayet, son yarım saattir giderek yaklaşmasını nefesiniz kesilmiş olarak izlediğiniz silüete yanaşmış; uzun süredir ulaşmak için çıldırdığınız bir hayal olan ve karşıdan bir ressamın fırçasından çıkmış karmaşık bir tabloya benzeyen rüya kent artık bir gerçek ve bütün canlılığıyla sizi bekliyor ama nedense siz birden bu inanılmaz kente ayak basmaya, gemiden inmeye çok korkuyorsunuz. Zaman 1954’ten önceki yıllardan birisi ve ilk ineceğiniz kara parçası New York değil; kente kabul edilmeden önce Ellis Adası’nda muayene edilip karantinaya alınacaksınız. Gözünüzde çok büyüyen bir mücadele uzanıyor önünüzde. Nihayet kente ayak basabildiğinizde, cebinizdeki tavsiye mektubuyla, geride bıraktığınız yakınlarınızın hiç tanımadığınız, sizden yıllar önce buralara göçmüş akrabalarını aramaya koyulacaksınız. İnmeye korkuyorsunuz bir an için çünkü gemideki geçici korunma ortamının bittiğinin farkındasınız.
New York’a ilk kez gelmeye ürkenler sadece bu öyküde yarattığım gemiden inenler değildir nedense. Dilini ne kadar iyi bilirse bilsin, yaşamına ne kadar aşina olursa olsun, hatta oraya varmak için ne denli beklerse beklesin, biraz ürker insan New York’a ilk gelişten. Üstelik bunun için dünyanın bu en çok göç alan kentlerinden birisine gelişinizin geri dönmemek üzere, yepyeni bir hayata başlamak için olmasına da gerek yoktur. Kısa bir gezi de aynı duyguyu yaratabilir çünkü bilinmeyenler insanı hep ürkütür ve bu koca kent de dünyada her kentten daha fazla bilinmeyenle doludur. New York’un kültürü dünyanın tüm insanlarının kültürünün bir karışımıdır sanki ve de tabii hepsine birden uyum sağlamak neredeyse olanaksızdır. “Acaba kent kabul edecek mi beni?” “Kalabalığında kaybolacak mıyım acaba?” “Yoksa yapayalnız mı kalacağım sakın?” Ama sonra hiç beklemediğiniz bir anda Madison Avenue’dan, nereye gittiğini çok iyi bilen rahat ve emin adımlarla Manhattan adasının ucuna doğru yürürken bulursunuz kendinizi ve birden bilirsiniz; artık bu kent sizin kentinizdir, yadırganacak sizi ürkütecek bir tarafı kalmamıştır... Duyduğunuz bu sıcacık güven ve ait olma hissi mutluluk verir size. Ve sonra hep o aynı iç gıcıklayan gönül çelen gerçek düşer aklına insanın; başka bir zamanda, başka bir yaşamda belki; ama mümkün, bu kentte severek yaşanabilir...
Veya diyelim ki, bir başka öyküdesiniz; New York sokaklarında zaman “Bir Zamanlar Amerika” dönemi. Kent bir anlamda daha yeni kuruluyor. Bir yandan köprüler, binalar, yollar bir yandan da yeni yaşamlar ve hayaller inşa edilirken New York’ta, tarihsiz bir ülkenin kendine tarih yaratma sürecine tanık oluyorsunuz ve bu macerada sokakların tüm acımasızlığına, gördüğünüz yasadışı tüm faaliyetlere ve parçası haline geldiğiniz iç burkan yoksulluğa rağmen, McCarthy döneminde Rosenberglerin ölümünü, aklı başında bütün New Yorklular gibi acı içerisinde izlediğiniz başka bir öyküye göre çok daha umutlu ve gururlusunuz. Kurulmasında emeğiniz olan bu yeni ülkeye inanıyorsunuz; onun bir parçası olmaktan göneniyorsunuz çünkü.
Biraz abartılı mı buldunuz bu kadar içine karışmayı, üzerinde bu kadar kafa yormayı bu ilginç kentin? Haklısınız, kısa bir ziyarette akla düşecek şeyler değil bunlar. New York böyledir ama; insan döndükten sonra da bir süre orada yaşamayı sürdürür hayalinde. New Yorklu hayatlar böyledir; hep bir film öyküsü taşırlar sanki içlerinde, insan sanki hep senaryosunun yazılışına hiç karışamadığı bir filmde oynar gibidir orada. Sanki bir köşeden Lucky Luciano çıkacak ve New Yorklu tüm gangsterlerin öyküsüne sizi de ortak edecektir; büyük krizde ve içki yasağı zamanı New York’un yeraltı dünyasına karışıp kendinizi gizli kumarhanelerden birisinde bulmanız işten bile değildir. Veya çocukluğunuzun en erişilmez film yıldızlarından birisini 5th Avenue’da alışveriş yaparken görüp bindiği limuzinin ardına takılacaksınızdır. Trump Tower’ın oralarda yürürken, Orta Avrupa’dan yeni gelmiş kendi halinde tezgahtar bir kızcağızı bir yerden mutlaka tanıdığınız duygusuna kapılırsınız birden. Veya Plaza Otel’in lobisinde çay içen şık hanımların bir gece önce katıldığı Central Park civarında bir apartmanın lüks loftundaki partiye siz de gitmiş olduğunuzu sanırsınız. East Village’de yeni açılmış bir restoranda bir bardak kırmızı şarapla basit bir yemek yiyip öğrenci harçlığınız hesabı ödemeye yetecek mi bu lanet olası pahalı şehirde diye düşünürken bulursunuz kendinizi veya nehir kıyısında yürüyüş yaparken yanınızdan geçen yaşlı İrlandalının mutlaka bir gün önce parktaki eski bir bankta sizinle oturup yıllardır görmediği oğlu hakkında sohbet ettiğinden emin olursunuz. Öylesine izole ve yalnız yaşamlar ve öte yandan öylesine dolu dolu yaşam olasılıkları... Çelişki size çarpıp aklınızı darmadağın eder. Haritada yerini bile bilmediğiniz Afrika ülkelerinin kendi sürgünlerini yaşayan insanları, İngilizce de dahil olmak üzere ana dillerinden başka hiçbir dilde konuşmayı kabul etmeyen Hispanik göçmenler ve şaşkınlıkları yüzlerinden okunan Uzak Doğulular bu kentin insanları olabilmek için sıralarını bekler gibidirler. Siz de farkında olmadan kendinizi bir Woody Allen filminde anlatılan New York’un ayak izlerini takip ederken bulursunuz; kentin asıl macerasının bu çok tanıdık görünen gündelik olaylarda, her yerde karşınıza çıkan sıradan insanların bunalımlarında ve çelişkilerinde gizlendiğini anlarsınız. Dünya içinde dünya gizlidir sanki; gerçeğin hangisi olduğu belli değildir. Sanki herkes çok eğleniyor gibidir, her yer ışıl ışıldır ve ihtişam akar sokaklardan ama gece ışığıyla gözlerinizi kamaştıran Time Square meydanının pisliğine çok şaşmak bile az kalır gündüzleri. Dört bir yanınızdan yaşam akar ve sanat, yeme içme, spor ve doğa, tarihin eksikliğini affettirmek için yarışırlar sanki.
New York, karmaşası, kalabalığı, çeşnisi, ışığı, rengi, müziği, yedirip içirdikleri, eğlencesi ve insanlarıyla kelimenin tam anlamıyla bir dünya kenti; dahası bir megapol. Hatta sanırım “megapol” kelimesinin en önemli ilham kaynaklarından birisini oluşturuyor çünkü Amerikan kültürünün aslında beni çok rahatsız eden bir boyutu burada tabii ki baş rolde; her şey daha büyük, daha iri, daha çok, daha “mega”… En büyük yemek porsiyonları, en kocaman cipler, en çok odalı ofis binaları, en iri boy cins köpekler, en uzun kokteyl bardakları, en soğuk klimalar, en kalabalık caddeler, vs, vs. Ve tabii buna uygun olarak, en gelişmiş yönetim sistemleri, en geniş yeşil alanlar, en fazla kültür mekanı, en çok ürün... Ama en de zor trafik karmaşası, en kirli hava, en pis metro, en fazla suç oranı… Kısacası, iyi ve kötü her şeyin her zaman “en” boyutu. Ama öte yandan, tüm bu anlattıklarımın dışarıdan bakınca asla çağrıştırmayacağı bir iç ahenk; yaşamın baş döndürücü temposunun içerisinde, kendine özgü bir karmaşık huzur; diğer Amerikan kentleriyle alakası olmayan bir “dünya vatandaşlığı”… Yani aynı anda hem pislik, kötülük, durağanlık, suç ve ölüm; hem de güzellik, iyilik, hareket, adalet ve hayat… Ben tüm bu özellikler arasında, “dünya vatandaşlığı” boyutuna bilhassa önem veriyorum çünkü Amerikan kentlerinin çoğunun bana göre çok tatsız tuzsuz olmasının baş nedeni tüm dünyadan kopuk olma hali, New York tam anlamıyla bir dünya kenti olduğu için burada mevcut bulunmuyor. Tam tersine, New York’tayken, sanki dünyanın orta yerindeymiş gibi bir duygu yaşıyor insan… Bu durumu sanırım en güzel Bernard Shaw dile getirmiş; “New York kenti, Amerika ile dünyanın tam ortasında bir yerdir” diyor bu ilginç kenti tanımlarken. Kentlerin kimliği oluşurken çok önemli farklara neden olabilen bir özelliği; karmaşadan, kültürlerin etkileşiminden ve yolların kesişmesinden doğan sinerjiyi dile getirmiş oluyor böylece. New York bir kültürler kavşağı, bir tür farklı yaşamlar bileşkesi… Amerika’da 11 Eylülden sonra yaşanan toplumsal paranoyanın ve ülkenin yaşadığı tüm yıpranmaların ve ekonomik zorlukların merkezi olduğu halde, dünyanın başka noktalarıyla en fazla barış halindeki Amerikalı kent olarak kalmayı bilmiş durumda. İlginç olan, hoşumuza gitse de gitmese de, bu kültürel birikimin, bizim Avrupa’da ve Asya’da görmeye ve yaşamaya alışkın olduğumuz şekilde derinliğe sahip bir tarihi gelişimden kaynaklanıyor olmaması… Tabii ki, New York’un da çok eski ve zengin bir tarihi var ama bu tarihin oluşturduğu kültürün izleri yani kıtanın yerlilerinden kalan birikim, hepimizin bildiği gibi hemen hemen tamamen ortadan kaldırılmış durumda olduğu için, günümüzde sözünü ettiğimiz kent kültürü geçmiş uygarlıklardan değil, çok daha yakın zamana ait göçmen yerleşimlerinden geliyor. Aslında aynı büyüklükteki Avrupa kentlerine göre çok daha değişken ve dinamik olması da büyük ölçüde bu yüzden…
Böylece söz tarihe gelmişken, Big Apple’ın geçmişe ait lezzetlerinin tadına da bakalım istiyorum ama önce biraz boyundan bosundan bahsedelim ki, ne menem bir kentin ortasında olduğumuzu daha iyi bilelim. New York, “borough” adı verilen beş bölge veya büyükçe mahalleden oluşuyor: Manhattan, The Bronx, Queens, Brooklyn ve Staten Island. Bunlardan en önemlisi olan Manhattan, bildiğiniz gibi ortadaki ada… ki dillere destan New York yaşantısı çoğu kez “Midtown” yani “şehrin ortası”da denilen bu bölümde cereyan ediyor. New York’un göbeği, meşhur karmaşanın merkezi Manhattan… Kentin nirengi noktaları olarak bildiğiniz her şey burada. Central Park, Empire State Building, 5th Avenue, Chrysler Building, yıkılmadan önce İkiz Kuleler, Greenwhich Village, Columbia University, Broadway, Soho, Harlem, Metropolitan Museum of Art yani çılgın bir mimari, şık ve pahalı butikler, sanat galerileri, gece hayatı, tiyatrolar, en son moda restoranlar, müzeler, parklar; yani açlık, ışıltı, kahkaha, trafik, pislik, eğlence, kavga, ticaret, ihtişam…
New York’un tarihine geri dönecek olursak, aslında kentin tarihi oluşumu, tabii ki Avrupalıların buralara ulaşmasından çok çok öncelere dayanıyor. Günümüzden şöyle böyle bir onbin yıl kadar önce, bugünkü Manhattan’a Algonquin (Karaayaklar) dilini konuşan yerliler yerleşmiş ve de adaya “Mana Hata” yani “tepeli ada” adını vermişler. Arada binlerce yıllık bir dönem olsa da, bu noktadan sonra kentin tarihinde bizi ilgilendiren ilk olay, 1524’de gerçekleşmiş ve Giovanni de Verrazano isminde bir kaşif (veya korsan!) emrinde çalıştığı Fransız kralı adına denizleri yağmalarken, bugünkü New York limanın bulunduğu yere gelmiş. Bazı tarihçilere göre, işte bu noktadan itibaren bir daha dünya hiçbir zaman eskisi gibi olamamış! (Burada bana çok ilginç gelen bir şey var; tıpkı Kolomb’dan beşyüz yıl önce Amerika’ya ulaşan garibim Viking Lief Erikson gibi, Verrazano da bu keşfi için tarihte pek bir iltifat bulamamış. Onun yerine, New York’a ilk ulaşmanın onuru, 1609’da Hudson Nehrini keşfeden Henry Hudson adlı bir İngilize mal edilmiş. Sanki Amerikalıların böyle bir “gerçek kaşifleri bir türlü netleştirememe” hastalığı var gibi… Verrazano da ancak yüzlerce yıl sonra, 1964’de, yaptığı keşif için nihayet bir taltif almış ve Staten Island’ı Brooklyn’e bağlayan ve Kuzey Amerika’nın en uzun asma köprüsü olan köprüye Verrazano Köprüsü adı verilmiş; tıpkı yine yüzlerce yıl sonra Amerika’nın ilk kaşifi Viking Lief Erkson’un isminin Brooklyn’de bir çevre yoluna verilmesi gibi.) Sonrası malumunuz; Hollandalılar New York’un olduğu yerde “New Amsterdam” adıyla yeni bir yerleşim merkezi kurmuşlar. Bir süre adanın üzerinde mülkiyet sahibi olmadan, Algonquin yerlileriyle bir arada yaşamaya devam etmişler ve sonunda 1626’da Peter Minuit isimli bir Hollandalı, Manhattan adasını bugünün parasıyla 24 dolar değerinde ıvır zıvır mal karşılığında yerlilerden satın almış. Bundan dört yıl sonra, Manhattan’ın nüfusu iki yüz yetmiş kişi, adada konuşulan dil sayısı on altı imiş! Daha sonra yörenin yönetimi İngilizlere geçince, kentin adı da zamanın York Dükü’ne ithafen 1665’de “New York” olarak değişmiş. Hollanda varlığından da geriye New Haarlem’in bir kalıntısı olarak bugünkü Harlem semti ve İngiliz Hollanda savaşı sırasında iki nehir arasında inşa edilip daha sonra yıkılan duvarın yerindeki bugünün finans merkezi Wall Street’in ismi kalmış.
Gitmiş olanlar mutlaka bileceklerdir, insanın bir önceki seferden aklında kalan ve kente girdiği ilk anda aşina gelen bir “New York kokusu” vardır. Öyle hoş bir koku olduğunu düşünmeyin bunun; zaten de fiziki olarak var olduğu bile şüphelidir doğrusu; belki de sadece benim kafamdadır; aslında sadece bir ilk izlenimin izdüşümüdür. Biraz is ve kurum, biraz metrodan yeryüzüne çıkan çürük buhar, azıcık asfalt ve bolca tozdan oluşan tipik bir “büyük şehir kokusu”. Ama işte bu koku, hiç de itici gelmez bana; aksine, daha havaalanından kente ilk girdiğim noktada, “Şükür; işte yine New York’tayım!” dedirtir. Zaten belki de kentin canım silüetini ilk gördüğüm anın, Midtown Tunnel’a ilk girdiğim saniyenin veya Brooklyn köprüsünden geçtiğim ilk dakikaların yanılgısıdır; hemen geçer ve yerini baharsa içimi açan aydınlık bir ferahlığa, yazsa dayanılmaz rutubetli bir sıcağın yapışkanlığına ve kışsa burnumun ucunu donduran az bulunur karlı bir soğuğa bırakır. Aslında laf aramızda, ne kadar aşık olursanız olun, eğer sadece bir gezgin olarak gidecekseniz, New York’a gidilmesi gereken zaman ya ilkbahar ya da sonbahardır; asla yaz veya kış değil! Ama şimdilik bunu unutup kendimizi yumuşacık bir New York akşamüstünün şurup şeker serinliğine bırakırsak, tünel çıkışı kaldığımız yerden kentin eşsiz keyiflerini yaşamaya devam edebiliriz. Her ne kadar New York sadece Manhattan’ından ibaret değilse de, bizim yolumuz ilk olarak mutlaka oraya olur. Bir ızgaranın gözleri gibi geometrik olarak şekillendirilmiş olan sokakların ve caddelerin her biri farklı bir özellik taşıdığı için kentin göbeğinden “Lower Manhattan”ın ucuna doğru yürürken canımız hiç sıkılmaz. Yol boyunca, önce Central Park’a uğratmak isterim sizi; içine girdiğiniz anda böylesine kocaman ve “beton çöl” lakabını alacak kadar yoğun yapılaşması olan bir kentte olduğunuzu unutup herşeyin koloniyal dönemdeki yaban haliyle durduğu yanılgısını yaşamanız için. Biraz da günün her saati mevcut olan ve filmlerden aşina olduğunuz “parkta yürüyüş yapan New Yorklular” manzarasını izleyip kendinizi işte artık galiba nihayet tartışmasız biçimde sahiden bir New Yorklu gibi hissedesiniz diye… 1830’da bulunduğu noktadaki bataklık kurutularak yapılan ve yakın zamana kadar derinliklerindeki asayiş kontrolü zor noktaların çokluğundan ötürü büyük ölçüde suç mekanı olan bu ilginç park, artık sadece keyif ve dinlence alanıdır. Sonra Madison, Lexington, Park ve 5th Avenue’lar gibi belki özlediğiniz belki de ilk kez görüp hoşlandığınız bilindik bilumum noktalar arasında zikzaklar çizerek Time Square’e ve Broadway’e ulaşırız. Buraya varır varmaz yapmamız gereken ilk şey, önümüzdeki günlerde izlemek istediğimiz müzikalin biletini almaktır. En az otuz tane birbirinden ilginç seçenek arasından tercih yapmak bizi zorlasa da, o akşam tiyatrodan çıktığımızda yaşayacağınız doygunluk buna değer. Hem izlediğiniz oyunla hem de bu vesileyle hayalinize düşen türlü Broadway öyküsüyle ilgili anılarınız, kentten ayrıldıktan sonra da uzun süre sizinle yaşayacaktır. Time Square’de gezintimiz dünyanın dört bir köşesinden gelmiş rengarenk inanılmaz bir insan kalabalığının arasında devam eder. İlginç olan, bu uluslararası kalabalığın önemli bir bölümünün turist falan değil “öz be öz” New Yorklu olmasıdır. “İngilizce konuşulduğunu duymak ne zaman nasip olacak?” diye merak ederek durakladığınızda, eğer o ana kadar hala bunu yapmadınızsa, mutlaka başınızı kaldırıp yukarılara bakmanızı öneririm. Biliyorum, hele tam da bu noktada gökyüzünü görmekte çok zorlanırsınız. Manhattan’da herhangi bir noktada, bir an için kendini gökdelenlerin arasında sıkışmış hissedip gökyüzünü görmek için başını kaldırmak başlı başına bir tecrübedir zaten; sırtüstü düşecek hale gelmeden, değil göğü, gökdelenlerin tepesini görmek bile çok zordur çünkü. Ama özellikle bu noktada başınızı kaldırıp çevreye, karşınıza ve yukarıya bakmanızın amacı gökyüzünü görmek değil, tam da göbeğinde bulunduğunuz sizi çevreleyen renkli tabela, reklam, ilan kalabalığına bir kez daha alıcı gözüyle bakarak Time Square’i Time Square yapan bu tuhaf karmaşayı, kalabalığı, pisliği ve devinimi bir kez daha kafanıza yazmak, nerede olduğunuzu iliklerinize kadar bir kez daha hissetmektir. Özellikle hava kararmışsa ve tüm o reklam ve duyurular ışıklanmışsa, bu bakış size her seferinde sanki ilk kezmiş gibi ilginç gelecektir.
Farkındayım, sık sık gerçekten New York’ta olduğunuzun, kenti içinize çekmekte olduğunuzun teyidini yaşatacak şeyler öneriyorum size ve bu tabii ki normal bir durum değil. Sanırım bu, New York’un aynı anda hem şaşırtıcı derecede çarpıcı gerçeklerle hem de sürekli gerçekliği sorgulatacak kadar yapaylık ve sanallıkla dolu bir kent olmasından kaynaklanıyor. Kolay bir durum değil; iyisi mi biz gelin, 42. Caddenin 6. Cadde ile kesiştiği noktada yeralan Bryant Park’a doğru yürüyelim ve benim favori mekanlarım arasındaki bu güzelim parkta kafamızdan geçenleri toparlamak üzere bir mola verelim. New York Public Library’nin karşısındaki Bryant Park, eski bir pislik ve suç yuvası iken, sekiz-on yıl önce temizlenerek park haline getirilmiş bir alan. Bir zamanlar eroinmanların yatağı olan bu eski çöplük, yenilenmesinin ardından New York’un en keyifli, gün içinde kısa bir molaya en uygun noktalarından birisi haline gelmiş durumda. Son derece dinlendirici bir yer Bryant Park; biz de burada biraz vakit geçirip çevredeki beton ormanının üzerimizde yarattığı etkiyle hesaplaşabiliriz. Sonra isterseniz, bu parkın geleneğine uyarak bankların birinde azıcık kitap okuruz çünkü burada benim en çok hoşuma giden bölüm, gazete ve dergilerin bulunduğu ve herkesin bitirdiği kitabı geride bırakarak başkalarının da okumasını sağladığı “okuma bölümü”dür. Okuma keyfini böyle güzel bir ortamda, parkın hemen girişindeki dondurmacıdan aldığım bir top dondurmayla birleştirerek yaşamak, New York’a her gidişte peşine düştüğüm, bana New York’ta olduğumu adam akıllı hissettiren keyiflerden birisidir. Özellikle öğlen saatlerinde, fazlasıyla New York’a özgü bir mekan olan “deli” tarzı dükkanlardan aldıkları yiyecekleri, çimenlerin üzerine serilerek veya parkın portatif sandalyelerinde oturarak yiyen insanlarla dolu olur Bryant Park. Bunlar genllikle öğle molasını açık havada değerlendirmek isteyen Manhattanlı genç iş insanlarıdır ve bana hep New Yorkluların diğer Amerikalılardan ne kadar farklı olduklarını düşündürürler. Takım elbiseli, evrak çantalı, incecik, zarif, alabildiğine ihtiraslı ve iddialı bir takım insanlar çevremde canlı canlı sohbet ederken, her birinin bu kentten beklediği geleceğin büyüklüğünü, kente dair hayallerinin renkliliğini düşünürüm. Tam anlamıyla “plaza insanları” denebilecek bu insanların kimisi özel uçağıyla Martha’s Vinyard adasına haftasonu tatiline giden öz be öz “aristokrat” ve tabii snop New Yorkludur; Amerikanın diğer yörelerinden gelenlere bile uzak bakarlar. Kimisi de yeni geldiği bu kente güçlü bir şekilde tutunmaya çalışan, kökenini belli eden İngilizce aksanından bir an evvel kurtulma çabasında, evde bıraktıklarını özlemeyi kendisine yasaklamış göçmenler… Evsizler, sokakta yaşayanlar, kaybedenler de vardır çevrede, yürüyüşünün “tipik Manhattan yürüyüşü” olmasına özen gösteren kararlı, becerikli, özgüvenliler de… Manhattan’ın ortasında özet bir New York panaromasıdır bu park kısacası…
Yolcu yolunda gerek… Haydi isterseniz yolumuza devam edelim. Kentin neredeyse en ortasında olduğumuza göre, istediğiniz yöne doğru gidebiliriz. İsterseniz Kuzeye doğru çıkar, Upper East Side’ın varlıklı yerleşim bölgelerinde çoğu buralarda çekilmiş çocukluğumuzun Amerikan filmlerinden izler ararız. Şık butiklerde, ünlü restoranlarda mola veririz ve Guggenheim Müzesi’ne bir uğrarız. Veya eğer korkmazsanız (ki artık buna hiç gerek yoktur) yukarıya doğru gitmişken, Harlem’i görürüz. Harlem ve onun inci dişli insanları şu anda ne denli “tehlikesiz” olurlarsa olsunlar, buralara bir zamanlar yalnız başına gelen bir beyaz tenlinin başına neler gelebildiğini, bir zamanların ciddi saldırı ve hırsızlık tehlikesini, metro istasyonlarındaki keş serserileri, sokaklarda oynayan boncuk gözlü kara çocuklardan hangisinin büyüyünce basketbol oyuncusu olacağını, uyuşturucu kullananlarının karanlık istikbalini falan konuşuruz. Zaman içerisinde beyazların neredeyse azınlık haline gelmesiyle gerekli dengeye kavuşmuş olan anlamsız ırkçılık politikalarını hatırlar; “siyahi bir başkan… nereden nereye” diye ahkam keseriz siyahların kalesinde. Asıl önemlisi, akşam caz dinlemek için en iyi seçeneklerden birisi hala Harlem’de bir kulüptür; bunu unutmayız. Milli Caz Müzesi gibi bir ilginç yapıyı içerisinde barındıran Harlem, alkol yasağı döneminin ünlü mekanı Cotton Club artık mevcut olmasa da, bize Gershwin, Berlin, Jolson gibi isimlerin çaldığı, siyahların girmesinin yasak olduğu, en az içerisinde duyulan müziğin kalitesi kadar gansterlerin yuvası olmasıyla da ün kazanmış bu tarihi mekanın hayalini kurdurabilecek başka bir yer hala sunabilir nasılsa.
Ya da isterseniz, kuzeye çıkmak yerine, önce güneye, denize doğru ineriz Manhattan boyunca. Adanın en ucundaki South Street Sea Port’a kadar gidip orada bir şeyler atıştırabiliriz. Yediğimiz ıstakozların lezzeti ve dünyanın başka yerlerine oranla ucuzluğu bizi şaşırtırsa eğer, buna aldırmayıp dolaşmaya devam etmek en iyisidir. Dönerken, ikiz kulelerin boş kalan yerine, şu andaki ismiyle “Ground Zero”ya bir göz atarız belki ve 11 Eylül’de yaşanan dehşetin hayalini bu yöntemle kafamızdan silmeye çalışırız. Manhattan’ın “lower” yani aşağı bölümünde Soho, Little Italy, Greenich Village, East Village, China Town ve tarihi Union Square gibi yaşam ve keyif dolu pek çok bilindik yer daha bizi beklemektedir. Bohem tarzı, sanatçılarının ve sanat mekanlarının bolluğu ve keyifli gece hayatıyla yeryüzünün en cazip kent noktalarından birisi olan Soho’da, öğrenciler, gençler ve gecenin geç saatlerine kadar sokaklarda olmayı sevenlerle birlikte bir akşam geçirebiliriz. Böyle bir gece bizi, fazlasıyla bir Akdeniz kenti akşamına benzemesiyle şaşırtacaktır. Ya da farklı ve özgün yerlerden alışveriş yapmayı sevenlerin ve ortaüstü sınıf New Yorkluların mekanı olan Greenwich Village’e gidip filmlerden çok iyi tanıdığımız, hani o kapısına beş altı basamak merdivenle çıkılan tipik iki katlı tuğla New York evlerinin kıyısında sıralandığı bir kaldırımda yürüyerek, karşımıza hangi ünlünün çıkacağını tahmin etme oyunu oynayabiliriz.
Yoruldunuzsa, bu semtlerin herhangi birisinde bir kafeye oturup bir kahve içerek soluklanalım; ben size New York’un yeme içme yaşantısından söz edeyim biraz da. Fulton Street’teki balık pazarını, ünlü Waldorf Astoria oteline özgü “Waldorf Salatası”nın yaratılış hikayesini, bildiğimiz şarküterinin New York tarzında geliştirilmişi olan “delicatessen” mağazalarının en ünlüsü Dean and Deluca’yı, Polonyalı yahudilerin kent mutfağına armağanı olan “bagel” ve “pretzel”ları, bir New York spesiyalitesi olan yumuşak dondurmayı, Union Square’deki “çikolata restoranı” Max Brenner’da yiyebileceğiniz çikolatalı pizzayı ve kentte en sevdiğim restoranlar olan Nobu, Cipriani, Barolo ve Bondst’ı anlatayım. Aslında New York’da birşeyler yemek deyince, en fazla sokak satıcılarının sattığı yiyecekleri, özellikle de “hotdog” sandöviçi öneririm size ama madem oturduk, belki onların yerine kahvemizin yanında ünlü “New York cheesecake”i de deneyebiliriz.
New York’un öyküsü işte böyle... Daha doğrusu, binlerce öyküsünden küçücük bir bölümü, benim bu kentle ilgili izlenimlerim böyle diyelim isterseniz... Tüm bunlar aklıma, geçtiğimiz günlerde kısa bir New York ziyareti yaptığımda, bu hem iğrenç hem de şahane kente, kimbilir hayatımda kaçıncı kez yeniden aşık olduğum için düşmüş bulunuyor. Epeydir New York’u çok özlemiştim. Bir süredir nedense, ne zaman gözümü kapatsam kendimi Manhattan’da bir yerde buluyordum; her boş yakalandığımda kalkıp Village’e gitmiş oluyordum. Biliyorum, böyle durumlarda insan o görüntüleri kendisi çağırmış olur genellikle ama bu sefer New York ile benim halimiz bu genellemeyi de aşmıştı doğrusu; New York beni esir almıştı. Bu yüzden aslında, “ben hayalimde New York’a gidiyordum” yerine, “New York davetli davetsiz; zamanlı zamansız bana geliyordu” demek daha doğru olur herhalde çünkü inanılmaz bir kararlılıkla, çoğu kez ben daha nereden çıktığını bile anlamadan, herhangi bir imgesi veya rastgele bir köşesiyle gelip gözümün önüne kuruluyordu New York. Ve sonunda kavuşmak, yıllardır bu kentle ilgili dağarcığımda birikenleri ortaya döktü galiba.
Yeterince dinlendiyseniz, artık izin verin sizi Hell’s Kitchen, Meat Packing District, China Town ve Tribeca’yı kendi başınıza keşfetmek ve akşam yemeği için buralardaki birbirinden ilginç restoranlardan birisini denemek üzere yalnız bırakayım. New York’un çok pahalı olduğunu unutmadan biraz alışveriş yapın; yemekten sonra müzik dinleyeceğiniz yeri seçin. Böylece sizin de kendi New York öykünüzü yaratmaya vaktiniz olsun. Kimbilir belki Özgürlük Anıtı’nda biten bir tekne gezisi yapmak istersiniz. Belki de Empire State Building’in üst katına çıkıp kente bir de oradan bakarsınız; Rockefeller Center’da bir keyif molası verip altındaki kafede bir akşamüstü kokteyli içerek soluklanırsınız. Mevsim kışsa, Noel için yerleştirilen dev çam ağacını veya ortadaki alanda buz pateni yapanları izlemek çok hoş olur. Ama bunları yapmasanız bile, lütfen oraya kadar gitmişken, Metropolitan Museum of Art’ın dükkanına uğramayı sakın ihmal etmeyin; pişman olmayacaksınız. Sonra belki şansınız yaver giderse, Lincoln Center, Radio City Music Hall veya Madison Square Garden’dan birisinde bir gösteriye rastlarsınız. Ve Manhattan’a doyduğunuzu hissedince, New York’un Midtown dışındaki bölgelerini keşfetmeye çıkarsınız. Her halükarda bir ara bir taksiye binip meşhur “New York taksisi” tecrübesini bir yaşamanızı mutlaka tavsiye ederim.
Ben de izninizle kendi New York köşelerimden birisine çekilip tekrar gelinceye kadar hasret kalacağım sevgili kentimle halleşeyim; bir dahaki sefere kadar beni besleyecek anıları toplayayım; bir süre New York’suz kalmaya kendimi hazırlayayım çünkü ne de olsa New York`luların çok sevdiği o meşhur söze bakılırsa, “insan New York’u terk edince ancak ‘hiçbir yere’ gider”...
Güzin Yalın
23 Ağustos 2011, Salı
Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri...
“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”
01 Frank Sinatra / New York, New York / "Nothing But The Best" albümünden
02 Ron Carter / Concierto De Aranjuez (Adagio Theme) / "The Golden Striker" albümünden
03 Sultana / Big City / "Çerkes Kızı" albümünden
04 Gabriella Ferri / La Malaguena / "Remedios" albümünden
05 Mozart - Zürich Opera Ork. ve Korosu; Şef: Nikolaus Harnencourt / Zingt Dem Grossen Bassa Lieder / "Die Entführung aus dem Serail" albümünden"
06 Sting / I`m An Englishman In New York / "The Best Of" albümünden
07 Suzy Whang / Carmen Fantasy; Op.25 Bizet, Sarasate / "Zapateado" albümünden
08 Janet - Jak Esim / Tu Sos Una Roza / "Judeo İspanyol Ezgiler" albümünden
09 Kashmir Ju-Ju / Kevin`s Abstract Mix - First Street / "Buddha Sounds" albümünden
10 Yasemin Sanino / Birdenbire / "Cahil Periler - Soundtrack" albümünden
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Avniye Tansug
Ba-yıl-dım! Şimdi buraya neden bayıldığımı yazmama zaten gerek yok ama halkımızın çok sevimli bulduğum bir deyiminden de yararlanmadan geçemeyeceğim: "Herkes soğan doğrar ama filanca hanım başka türlü doğrar" derler hani. Herkes NY anlatır ama Güzin Yalın başka türlü anlatır. Zaten Güzin Yalın "başka türlü yazar, başka türlü konuşur"... Tadından yenmiyorsunuz Güzin Hanım... Çok yaşayın, çok yazın, çok anlatın...
Bu Yoruma Cevap Yazın »nurcan tetek
harika bir yazı olmuş. elinize sağlık. ama playlist için aynı şeyi söyleyemeyeceğim :)
Bu Yoruma Cevap Yazın »ayşegül bahar
bayıldım güzin.....
Bu Yoruma Cevap Yazın »