Güzin Yalın`dan memleket yazısı; Erzurum ve Kars

Güzin Yalın`dan memleket yazısı; Erzurum ve Kars

Dinlediğiniz müziklerin listesi yazının sonundadır.


Müzmin bir seyahat tutkunu olarak, beni sürekli alıp upuzun yollar boyunca uzaklara götüren ve başka hayatları merak ettirip her seferinde farklı bir kültüre dokunmaya zorlayan tam olarak nedir bilmiyorum ama dünyada her şeyden çok bu dürtünün gereğini yerine getirip yeni bir adrese varmakla mutlu olduğumu biliyorum. Bu durumun en ilginç ve heyecan verici boyutuysa böyle bir “menziline vasıl olma” duygusuna nerede ulaşacağımı hiçbir zaman tam olarak kestiremiyor olmam. Hissettiğim doygunluk gittiğim coğrafyadan, kat ettiğim mesafeden ve tükettiğim miktardan bağımsız bir duygu çünkü; kendine özgü bir dinamiği var ve insan bazen en uzak zannettiğini en yakınında buluyor. Bu gerçek sadece somut nesneler değil, huzur ve mutluluk gibi kavramlar ve insanı alışkanlıklardan kopartmaya en fazla aday serüvenler için de geçerli olduğundan ben de bahsettiğim mutluluğu, büyük olasılıkla zannedildiği gibi her zaman en uzak, en değişik, en bilinmedik adreslerde bulmuyorum doğrusu. Tersine bana en yakın olan, ömrüm boyunca yanı başımda durmuş bir yer bazen beni inanılmaz bir ruh durumuna ulaştırabiliyor. Bu kez işte böyle bir yakın yolculuktan söz etmek, sizlerle Doğu Anadolu’ya gitmek istiyorum.


Güzin Yalın


 Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...


Başka diyarların caz lezzeti


Önce bir şeyi itiraf etmeliyim; bu yazıyı bölgenin yaşam ve doğa güzelliklerini paylaşmak için tasarladım ama yazmaya başlar başlamaz anılarımın beni bugünden alıp yıllar öncesine, çocukluğumun Doğu Anadolusuna götürdüğünü fark ettim. Bu yaptığımı algıladığımda önce tereddüt ettim; benim anılarım kimi, niye ilgilendirsin ki? Sonra yazdıkça, anımsadıklarımla yakın zamanda orada görüp yaşadıklarımın yakınlığı dikkatimi çekti. Koşullar tabii değişmişti, olanaklar tabii artmıştı, yaşam tabii artık daha kolaydı ama temel duygu değişmemişti. Doğu Anadolu’yu uzak ve çetin ama bir o kadar da gizemli ve çekici bir hayal ülkesi haline getiren şeyler, doğanın eşsiz büyüsü ve bir Doğu Anadolu kentinin ancak yaşayarak tam algılanabilecek yaşam atmosferi hala aynıydı; çocukluğumda olduğu gibi karşıma çıkmıştı. Bu yüzden yazıyı başladığım gibi tamamlamaya karar verdim. Nasılsa anlatacaklarım benim çocukluğumu olduğu kadar bugünün Doğu Anadolu yaşamını da betimliyor çünkü. Hem zaten iklim koşullarından herhangi birisinin bu denli baskın olduğu bir coğrafyaya yapılan her gezi eninde sonunda aynı noktalara ulaşır. Çünkü zaman ne olursa olsun, teknoloji nerede durursa dursun doğanın hükmü sürer, hayatı etkiler, yaşanacakları belirler. Kısacası, bana sorarsanız gelişen tüm koşullara, artık sahip olunan bütün teknik rahatlıklara ve değişen yaşam koşullarına rağmen, kar yolları kapadığı zaman Erzurum hala aynı Erzurum’dur.


Biliyorum şimdi mevsim bahara dönüyor ve biliyorum Anadolu’nun dört bir yanı göz alabildiğine renkli ve aydınlık bahar manzaralarıyla dolmak üzere. Kırlarda yaban çiçeklerinin açmasına, ağaçların yapraklanıp yemyeşil olmasına, akarsuların coşup kabarmasına çok az kalmış vaziyette. Ama benim Doğu Anadolu’ya dair anlatacağım ilk öykü bu mutedil güzelliklerle değil, yöre ikliminin başkahramanı olan haşin ve zorlu kışın parıltılı cazibesiyle ilgili. Çünkü ben Erzurum’da büyüdüm. Hayatımın benliğime pek çok şey katan ilk sekiz senesi, o yıllarda kimsenin mecbur değilse gitmeyi aklından bile geçirmediği bir Doğu Anadolu kentinde geçti yani. Her ne kadar “Doğunun Paris’i” diye nitelendirilse de o zamanlar Erzurum karlar içinde, az çok kendi kaderine terk edilmiş bir uzak kentti ve kim ne derse desin Erzurum’da yaşamın efendisi soğuk ve zorlu iklimdi. Kışın iyice sert geçtiği yıllarda, sabahları caddedeki yarım metreden yüksek karın üzerinde ayak izlerini görünce anlardık kente gece yine kurtların indiğini. Bu yüzden, Doğu Anadolu kırlarında açan inanılmaz naiflikteki çiçeklerin, yörenin yemyeşil çayırlarının ve buz gibi suları ömre şifa pınarlarının yani henüz kirlenip bozulmamış tertemiz bir doğanın tadını onca yıl yaz ve bahar ayları boyunca da sonuna kadar çıkarmış olduğum halde, Erzurum’dan ve çocukluğumun orada geçen bölümünden aklımda kalanlar daha çok karlı bir tabloya ait. Bu tabloda şimdi yaşamakta olduğum hayata göre çok masum sayılacak minicik mutluluklar da var, bugünkü yaşantım için akla gelmeyecek kadar aşırı olan zorluklar da. Abartılı durumlara ait ikinci türdeki anılarım daha çok iklim koşullarıyla ilgili. Isının eksi otuz dereceye düşmesi normal bir durumdu örneğin ve geceleri yatak odalarımızda konsolların üzerindeki sürahilerde sular donardı. Ama biz bunu hiç de özel bir şeymiş gibi algılamaz, hatta çoğu kez fark bile etmezdik çünkü havadaki nem neredeyse yok denecek kadar az olduğu için o soğuk insanı zannettiğiniz kadar üşütmezdi. Yine de, akşamüstü okuldan döndüğümde kapıda babamın hastaneden gelip onları muayene etmesini bekleyen hastalarına rastlardım ve yüzleri gözleri yünlü el dokumalarıyla soğuğa karşı sarılı olan bu kimisi bir çocuk kadar kavruk, kimisi dalyan gibi güçlü kuvvetli ama hepsi mutlaka bıyıklı kara yağız adamların bıyıklarından minicik sarkıtlar halinde, nefeslerinden çıkan nemin anında donmasından oluşan buzlar sarkıyor olurdu. O buzların çok daha büyük ve keskin bir kılıç kadar tehlikeli olanları da kış boyunca binaların çatılarından sarkardı zaten. Bu yüzden Erzurumlular için, kışın çatıların hemen altından geçmeden yürümek yürümeye başlar başlamaz edinilen bir refleksti. Havanın artık ısınıp yumuşamaya niyetlendiği günlerde, damlarda kış boyunca birikmiş olan metrelerce kar kente ilk kez gelen ve ne olup bittiğini anlamayan birini ürkütecek bir iç uğultuyla önce yerinden kopmaya sonra da çatılardan düşmeye başlardı. Biz çocuklar, buzda kayıp düşmeye, farkında olmadan üşütmeye, kara fazla batıp ayaklarımızı ıslatmaya ve de tabii çatılara gereksiz yaklaşmaya karşı dikkatli olmak üzerine evden çıkarken işittiğimiz olağan tembihleri misliyle arttıran bu durumu baharın habercisi olarak sevinçle karşıladığımız için o günden sonra, tembih edilenin tersine daha oynak ve keyifli adımlarla, daha esrik ve dikkatsiz yürürken bulurduk kendimizi; üzerimizden bir yük kalkmış da artık daha rahat nefes alıyormuşuz gibi içimiz hafifleyip gönenirdik.

O tarihlerde Erzurum’daki evlerde kalorifer yoktu; sobalarla ısınmaya çalışırdık. Su boruları hemen her gün soğuktan donduğu için mahalle aralarında bir yerlerde kesilen suyu yeniden musluklardan akıtmak için buzları eritmeye çalışanlar olurdu. Kentte motorlu taşıt da henüz neredeyse yok denecek kadar az olduğundan taksi yerine atlı faytonlar kullanılırdı ve kışın (yani Eylül başından Mayıs sonuna kadar!) yerde kalınlığını unuttuğumuz bir kar tabakası sanki hiç erimeyecekmiş gibi yerleşmiş otururken, bu faytonların tekerlekleri çıkartılıp yerlerine kızaklar takılırdı. Kısacası, aslında farkında bile olmadan ancak Rus stepleriyle ilgili filmlerde gördüğümüz türden bir macera yaşayıp dururduk günlük hayatımızda. Faytonları çeken atların nefesleri burunlarından çıkar çıkmaz buharlaşır, yan yana durdukları yerlerde etraflarında neredeyse bir duman bulutu oluşurdu. Evliya Çelebi’nin anlattığı damdan dama atlarken havada donup bir sonraki bahara kadar orada asılı kalan kediler gerçekte yoktu tabii ama küçük kuşların donarak öldükleri için gökyüzünden döküldükleri olurdu. Ayaklarımıza genellikle yerde kat kat birikip sıkışmış olan karlara bastıkça gıcırtılı sesler çıkartan lastik tabanlı ayakkabılar giyerdik. Kaymamak için alınan bu önlemin yetersiz olduğu yerlerde buzun üzerine evlerdeki sobalardan alınmış küller dökülürdü. Fazla insanın gelip geçmediği ara sokakların birinde alçak bir tepecik olduğunu zannettiğimiz eğimli bir yerin aslında kalın bir kar ve buz tabakasıyla kaplanmış bir merdiven olduğunu bahar gelip de o buzlar eridiğinde fark ettiğimiz olurdu ve kış boyunca ne kadar çok kar yağdığını, hava biraz yumuşayıp yerdeki buzları kırmak mümkün olunca ortaya çıkan kesitin yüksekliğinden anlardık bazen. Ancak buzlar kırılınca aslında aylardır zannettiğimiz gibi caddenin değil en az on santim kalınlığında bir buz tabakasının üstünde yürümüş olduğumuzun ayırdına varır, bu durumu çok da doğal karşılardık. Kar ve buz, soğuk ve kış her yerdeydi ve insan bir süre sonra karın ne zaman yağıp ne zaman durduğunu veya ne zamandan beri yerde toprak renginin görünmemiş olduğunu unuturdu. Rüzgar ve tipinin kaç gün önce başladığını hatırlamadığımız, ne kadar zaman sonra biteceğini ise düşünmeye bile kalkışmadığımız günler yaşardık her yıl. Bazen kışın hiç sonu gelmeyecekmiş, karlar hiç erimeyecekmiş gibi bir duyguya kapıldığımız da olurdu tabii ve bu duygu insana çocuk tasasızlığının arasında bile bir “hiçliğe düşmüş olma” korkusu verirdi doğrusu. Ama bazen de uzun süren kış sadece yerini alan taptaze baharın tadını daha büyük bir keyifle çıkarmanın gereği gibi görünürdü gözümüze. Kısacası, Erzurum’da yaşarken bir yanda derinden derine gözün görebildiği her noktada yerleşik ve sanki kentin asıl sahibiymişçesine kendinden emin hüküm süren beyazlığın verdiği bıkkınlık vardı, bir yanda da başka şehirlerde yaşayanların ancak kartpostallarda gördükleri türden etkileyici bir kar manzarasının içinde yaşıyor olmanın verdiği kanıksanmış benimsenmiş mutluluk.


Zaten nedense iklim koşullarının zorluğuna ve bugün yaşantımıza kolaylık getirmesini kanıksadığımız pek çok şeyin eksikliğine rağmen, Erzurum’daki o hayat aklımda kartpostallardan çıkmış bir karlı cennet masalı gibi kalmış bunca senedir. Hep güzel ve aydınlık şeyler hatırlıyorum Erzurum’dan. Eldivenin içindeki parmak uçlarımız soğuktan sızlayıncaya kadar kartopu oynamak, karlı bir kış gününde eğer birden güneş çıkarsa bunun “kar topluyor” olduğu anlamına geldiğini düşünüp sebepsiz sevinmek, tüm arkadaşlarımın başka kentlerdeki çocukların bir bisiklete sahip olması kadar olağan bir biçimde sahip olduğu kızaklardan biriyle annem görmeden cadde boyunca kaymak, odaların genellikle ortasında yanan sobalara değmeden etraflarında oyun oynamayı çok küçükken öğrenmiş olmak, karda kayıp düşünce canın ne kadar yanarsa yansın ağlamamayı öğrenmek, tipili bir günde okul yolunda ehramına bürünmüş emin adımlarla yanımızda ilerleyen Elif Bacı’mızın elini sıkı sıkı tutup onun güven veren gölgesine sığınmak... Soğuk iklim çocukluğuna dair küçücük mutluluklar yani, Erzurum’dan hatırladıklarım. Bir de mecburen edinilmiş bilmişlikler; annemden gizli yediğim karı hiç kimsenin basmadığı temiz bir noktadan almayı akıl etmek veya çıplak elle kar tutmaktan moraran parmaklarımı incitmeden ısıtmak için önce soğuk sonra sıcak suya sokmak gerektiğini bilmek gibi. Aslında sanırım bunlar aslında Erzurum’da yaşayan veya oraya bir kış günü yolu düşen herkesin kentten anımsayacaklarına benziyor çünkü dedim ya, “serhat şehri”, “dadaşlar diyarı” ve Selçuklu uygarlığının en güzel eserlerinden bazılarının mekanı Erzurum aslında galiba hala her şeyden çok bir kar ve kış kenti.

Erzurum’daki evimizde sobanın yandığı odadan çıkıp soğuk mutfaktan bir şey getirmek evde herkesin birbirinin üzerine yıkmak istediği bir angarya olduğu halde, ayaklarımızın veya sırtımızın üşüdüğü hiçbir yerde içimizin de üşüdüğünü hatırlamıyorum. Demek ki soğuk ruhumuza işleyememiş hiç. Kim bilir belki de yattığım odada soba sabah ben daha uyanmadan yandığı içindir. Sıcak bir odaya, sobada keyifli çıtırtılar çıkartarak yanan fındık kabuklarının sesine uyanırdım ben çünkü. Isı yavaş yavaş arttıkça gevşer, içim ısınmış olarak çıkardım yatağımdan. Bunun bir mutluluk olduğunu doğduğundan beri kaloriferle ısıtılmış odalara uyanan benden sonraki neslin anlamasını beklemiyorum tabii ama o yılların Erzurumunda böyle bir ayrıcalık yaşamak beklenmedik bir mutluluktu. Erzurum bir semaver ülkesi olduğu için taptaze demlenmiş çay hep hazır olurdu ve daha uyandığım andan itibaren akşam okul dönüşü ailece altında oturarak keyif yapacağımız Siirt battaniyesinin sıcaklığının ve televizyon olmayan bir yaşamda onun henüz yerini alamadığı aile sohbetlerimizin hayalini kurmaya başlamış olurdum. Gün boyunca “çay ne, say ne!” diyecek kadar çok çay içen ve bu kadar çok çayla aynı miktarda çok şeker de yemiş olmak istemedikleri için yanaklarının içine yerleştirdikleri her yarım şekerle “kıtlama” usulü en az on bardak çay tüketen Erzurumluların arasına karışıp bu keyfe onlarla birlikte devam etmeden önce evde içilen bu ilk bardağın tadı bambaşka olurdu. Belki Erzurum’da kullanılan İran’dan gelmiş kaçak çay yüzünden; belki yanında yediğimiz Kars kaşarı, kuru kaymak, köy yumurtası ve gerçek kara kovan balından müteşekkil kahvaltının lezzetinden, belki de o sofrayı hazırlayan annemle babam için duyduğum sevgi sayesinde. Zaten erken kararan kış akşamlarında, eğer elektrikler kesilip lüks lambaları yanmamışsa, ödevlerimiz bittikten sonra birkaç saat daha büyüklerle oturabilmenin bu kadar değerli olmasının asıl nedeni de galiba buydu. Lüks lambası bir süre sonra koku yapmaya başladığı için fazla uzun süre yanması keyifsiz bir şeydi. Bu yüzden, elektrikler kesik olduğunda (yani sık sık) diğer gecelerden daha erken yatardık ama bunun dışındaki zamanlarda, odanın taş tabanında serili olan iki üç kat halıya ve harıl harıl yanan sobaya rağmen üşümek çok mümkün olduğu için bir divanın üzerinde sırtımızı duvardaki minderlere dayayarak yan yana oturur, bir yandan ailece çay tüketmeye devam ederken, bir yandan da kâh herkes kendi dünyasında dolanarak, kâh ortak bir sohbete dalarak keyif yapardık. Odanın ortasında yanan sobanın üzerinde mutlaka içinde su kaynayan bakır bir güğüm ve bazen de kebap yapılan kestaneler olurdu. Güğümlerde kaynayan su sayesinde odadaki nem tamamen yok olmaz, böylece soluduğumuz havanın genzimizi yakacak kadar kuruması engellenirdi. 


Bahar geldiğinde kentin hemen dışındaki kırlar, kış boyunca yağan karın ardından fışkıran taptaze ve yemyeşil otlar ve rengarenk yabani çiçeklerle dolardı. Gelincikler ve mor mineler tarlaları halı gibi kaplardı ve Erzurum’da nedense katırtırnakları bir daha eşini benzerini dünyanın hiçbir yerinde görmediğim kadar iri ve canlı renkli olurdu. Yöre ilçelere, örneğin Hasankale’ye veya Ilıca’ya (şimdiki isimleriyle Pasinler veya Aziziye) piknik yapmaya gitmek, Erzurumlu yaşlıların “93 Harbi” diye andığı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında çetin çarpışmalara sahne olan Aziziye Tabyası’ndaki Nene Hatun anıtını yüzüncü kere yeniden ziyaret etmek, kırlardan topladığım çiçeklerin uzun süre güzel kalan sarı renklilerini kurutmak üzere ayrı bir demet yapmak, yemyeşil çayırlarda ip atlayıp top oynamak çocukluğumun çok güzel ve şimdi aynı yaştaki çocukların bir türlü tatmin olamadan yaşadıkları sayısız keyiflere göre çok masum eğlenceleriydi. Havalar nihayet ısınınca, kentin içten içe gelişip değişmekte olan yaşantısından, daha sıcak iklimlerde yaşayan yaşıtlarımızın bizimkinden kim bilir nasıl farklı olan hayatlarından, büyüklerimizin sevip özlediği başka kentlerden habersiz, kar sayesinde yaşadığımız kış eğlencelerinin yerine bu sefer de baharın aydınlık renklerinden gelen ışıltının tadını çıkartmaya dalardık. En çok da artık kat kat kalın giysiler giymek ve oyun oynarken sürekli bir şeylerden sakınmak zorunda olmamanın verdiği keyif mutlu ederdi bizi. Derslerin bitmesine az kalan bahar mevsimi boyunca, okul çıkışı eve yollarda oynayıp oyalanmadan gittiğimiz seferler annelerimizin “kabul günü” adı verilen misafir günleriyle sınırlı kalırdı doğrusu. Sadece bu özel günlerde eve hevesle bir an evvel gider, yolda konuklar için hazırlanan lezzetli keteden nasibimizi alacağımız anın hayalini kurardık.

O yıllarda henüz bir üniversitesi de yoktu Erzurum’un ve ünlü çarşı caddesi Taş Mağazalarda yer alan dükkanlar hala gerçekten “taş” mağazalardı; daha “alüminyum cepheli beton” mağazalara dönüşmemişlerdi. Vilayetin önündeki meydanda yeni yapılan fıskiyeli havuz tüm kent sakinlerinin en büyük gurur kaynaklarından birisiydi ve Palandöken dağının bir kış sporları merkezi haline gelmesine daha yıllar vardı. Palandöken… Erzurum’un “kar ile boran” dağı… Tepesi hep karlı, başı hep dumanlı dağ… Yayvan görüntüsü ve orta seviyesine yerleşmiş olan Erzurum kentinin varlığı yüzünden yüksekliğinin üç bin yüz metrenin üzerinde olduğunu ilk başta hiç tahmin edemezdiniz. Yazın en sıcak günlerinde bile yaklaşmakta olan kışı hatırlamanız için başınızı kaldırıp Palandökenin her daim karlı zirvesine bakmanız yeterdi. Erzurum’da yaşamın kanıksanmış bir boyutuydu bu yüce dağa ait görüntüler ve öyküler. Buna karşılık, kentin yakın tarihimizdeki önemli yeri hiçbir zaman sıradan kanıksanmış bir konu haline gelmezdi; Türkiye’deki tüm ilkokullarda bizim yaşımızdaki tüm çocukların üç aşağı beş yukarı aynı zamanda öğrendiği Erzurum Kongresi bizim için hep çok özel bir anlam taşırdı. Kentimizin Kurtuluş Savaşı’na katkısının anlamını çok iyi bilir, bu yüzden Erzurumlu olmaktan gurur duyardık.


Erzurum’a dair sizinle paylaştıklarım belirli bir yere yapılan bir geziden çok geçmişe yapılmış bir yolculuğa ait oldu, biliyorum ama ben sonraki yıllarda özellikle de çok isteyip de bir türlü geri gitme fırsatı yaratamadığım zamanlarda Erzurum’u aklımda tüm bu anılarla canlı tuttum. Kazım Karabekir caddesinin genişliğini, “Çifte Minarelerin” yüksekliğini, Mumcu caddesinin kalabalığını veya Cumhuriyet Caddesindeki dükkanların renkliliğini o zamanki yaşıma ve boyuma bosuma uygun olarak ne kadar abartılı hatırladığımı oraya yıllar sonra tekrar gidince anladım ama bu durum benim Erzurum’a bir yetişkin olarak da sevdalanmama engel olmadı. Üstelik çocukken yaşadığım yerler özünde fazla değişmemişti; “benim adreslerim” neredeyse tamamen aynı kalmışlardı ve onlar aynı kalınca, o adreslerde yaşanmış olan çocukluğum da kaybolup gitmemiş gibi bir duygu yaşadım. Sonra da, Erzurum’dan birazcık abartarak anımsadıklarımdan çok daha fazlasını, beni şaşırtacak hatta orada yaşadığım yıllardaki yaşım göz önüne alınırsa hayrete düşürecek kadar tam tamına doğru hatırladığımı fark ettiğim için bir kez daha mutlu oldum. Çifte Minareli Medrese’nin minarelerinin benim düşündüğüm kadar yüksek olmadığını görmek yüzüme kentte dolaştığım sürece eksilmeyen bir minicik gülümseme yerleştirdi gerçi ama sadece Çifte Minarelere değil, Üç Kümbetler ve Yakutiye Medresesi başta olmak üzere kentin tüm tarihi güzelliklerine yeniden hayran oldum. Erzurum, Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun önemli bir yerleşme merkezi olduğu için günümüze kalan tarihi yapılar en fazla bu döneme ait olsa da, kentte İlhanlıların ve Saltukluların yaptığı eserler ve tabii Osmanlı döneminden kalma birçok yapı da mevcut. İlginç olan, yapılarının birçoğunda var olan belirsizlik. Örneğin, tam olarak ne zaman yapıldığı ve kimin tarafından yaptırıldığı hakkında farklı iddialar mevcut bulunan Çifte Minareli Medrese’nin (ya da diğer ismiyle Hatuniye Medresesi’nin) üzerindeki taş bezemeleri bilinmedik bir nedenden tamamlanmamış vaziyette. Romalılardan kalmış olabileceği düşünülse de, Erzurum Kalesinin hangi uygarlık döneminde veya hangi tarihte yapılmış olduğu tam olarak bilinmiyor. Saltuklu döneminden olduğu bilinen Üç Kümbetlerin yanında yer alan dördüncü yapının ne amaçla kullanıldığına dair farklı görüşler var ve kümbetlerin tam olarak kimlerin mezarları olduğu kesin değil. Kısacası, Erzurum’da tarih sanki kaydı tutulan ve açıklaması yapılan bir şeyden çok hayatın fazla kurcalanmadan bugüne paralel akıp gitmeye devam eden kanıksanmış bir parçası gibi. Bununla beraber, Çifte Minareli Medresenin 13. Yüzyılın sonu veya 14. Yüzyılın başında bir hanım sultan tarafından yaptırıldığı ve açık avlulu medreselerin Anadolu’daki en büyük örneği olduğu biliniyor. Bugün avlusunda yer alan kahvehanede mola verip kahve veya çay içmek ve bu tür yapıların avlularında hep var olan huzuru da içtiklerinizle birlikte yudumlamak doğrusu çok iyi fikir. Yakutiye Medresesi ve Çobandede Köprüsü İlhanlı, Taş Han ve Lala Paşa Camii ise Osmanlı mimarisinin ilginç örnekleri. Yakutiye Medresesi’nin tuğla minaresi üzerindeki mavi mozaik desenler, hem üzerinde bulundukları tuğlanın rengiyle tezat teşkil ettikleri için hem de medresenin yedi yüz senelik mazisine rağmen hala solmamış olduklarından alabildiğine çarpıcı ve parlak görünürler göze ve böylece bu medreseyi gönlünüzde kesinlikle benzerlerinden ayrı bir yere yerleştirmenize yetecek bir görüntü oluştururlar. Aynı döneme ait olan Aras Nehri’nin üzerindeki Çobandede Köprüsü ise, hem asırlara meydan okumuş kemerli yapısıyla hem de hakkında anlatılan farklı efsanelerle şimdiki aklımı çocuk aklımdan çok daha fazla çeler doğrusu. Kanuni’nin sadrazamı Rüstem Paşa tarafından yaptırıldığı düşünüldüğü için Rüstem Paşa Bedesteni diye de anılan Taş Han, Anadolu’daki pek çok benzeri gibi bugün de içerisinde canlı bir çarşı barındırır ama bu çarşının önemli bir özelliği vardır; Taş Han’da sadece Oltu taşından mücevherler üreten kuyumcular yer alır ve yüzlerce yıllık han bu haliyle kentin önemli bir geleneğinin de sürmesine yardımcı olur. Ama tüm bu tarihi eserlerin hepsi bir yana, bence Erzurum’daki en ilginç mekanlar tarihi taş evlerdir. Kentin zorlu soğuğuna karşı koyabilmenin en önemli çarelerinden birisi olarak son derece korunaklı inşa edilmiş yüzlerce yıllık bu kalın duvarlı taş evler, mevcut ısıyı tamamen içeride tutarak kışı sınırlı ısıtma imkanı ile geçirmek zorunda olan Erzurumlulara yardımcı olagelmiş. Tarihi Erzurum evleri son yıllarda bir restorasyon projesinin kapsamında koruma altına alınmış durumda; etraflarında yapılmış olan aykırı binalar da temizlenmekte.

İşte böyle Erzurum... Sözünün eri güler yüzlü kara yağız erkeklerle ceylan gözlü yumuşak huylu iyi niyetli kadınların diyarı… Geçmişte türlü çeşit yiğitliklerle adını defalarca tarihe yazdırmış isimsiz kahramanların ve benim anılarımda hep tasasız çocukluklar yaşayan mutlu çocukların memleketi. Yaz gelip de kırlar yeşerdiğinde sanki hiç solmayacakmış gibi dipdiri duran kır çiçeklerinin, kaplıcalarıyla ünlü kendi halinde küçük kasabaların, sokaklarda bağırarak “pirpirim/aşotu (semizotu) ve kartol (patates)” satan satıcıların ve ünlü cağ kebabı ile kadayıf dolmasının kenti. Mertliğin sembolü haline gelmiş “dadaş”ların ve izleyenlerin yüreğine korkuyla karışık bir hayranlık salan Hançer Barının anayurdu… Ama her şeyden çok soğuk ülke efsanelerinin hayali kahramanı Karlar Kraliçesi’nin bu dünyada en keyifle hüküm sürdüğü yerlerden birisi, gerçek bir kar beldesi.


Aslında tüm bunları yıllar sonra aklıma yeniden düşüren, yakın zamanda yaptığım Kars gezisi oldu. Çocukluğu Erzurum’da geçmiş birisi olarak, Kars’ı bir türlü görememiş olmak benim hep hayıflandığım bir şeydi. Sonunda aklımda Nazım Hikmet’in “Sarıkamış Destanı” dizeleri, gözümün önünde uçuşan kar taneleri ve aklımda o coğrafyada geçen çocukluğum, bir kış günü nihayet Kars’a doğru yola koyuldum. Yolculuğumun kışın yani kar Karsı tamamen teslim almışken olmasına özel olarak özen gösterdim. Kars demek biraz da kar demekti çünkü; başka türlüsü yaşayıp hissettiklerimi eksik bırakacaktı. Kars’a çok soğuk ve karlı bir kış günü gittim ve bundan hiç pişmanlık duymadım. Ne Ani Harabelerini gezerken eksi yirmi-yirmi beş derecede diz boyu karların içinde iki saatten fazla yürüyerek kan ter içinde kalmak, ne de çocukluğumdan beri pratiğini kaybettiğim için caddeleri kaplamış olan buzun üzerinde yürürken düşmekten korkmak keyfimi kaçırmadı. Aksine kar, akşam olup da orta yerinde gürül gürül soba yanan bir “türkü bar”da sıcak şarap içerek duygulanırken hissettiklerime katkıda bile bulundu. Kendimi yeniden “oraların insanı” olarak hissetmeme yaradı.

Kars gezisi Sarıkamış’ta başladı. On binlerce kişinin yok yere, tek bir adamın cahil ihtirası yüzünden öldüğü uçsuz bucaksız ovada… Orada sonsuz beyazlığın üzerinde güneşin yarattığı pembe menevişlere baktıkça giderek artan bir gevşeme ve tasasızlık hissettim ve bu beklenmedik duygu bana Enver Paşa’nın anlamsız ve hain inadı yüzünden, neye uğradıklarını bile anlamadan, belki de evlerinden bu kadar uzağa kiminle çarpışmak için geldiklerini bile tam bilemeden ölmüş olan o zavallı askerlerin donmadan hemen önce hissettiklerini zannettiğim uykuyla karışık huzuru düşündürdü. Tüfeği tutar tutmaz donan parmak uçlarındaki sızının birden bittiği, tenlerini bıçak gibi kesen soğukta iliklerine kadar üşümenin sona erdiği, artık sadece onları çağıran parlak bir ışığa doğru bir an evvel kayıp gitmekten başka bir şey istemedikleri son dakikalarını. Belki de gözlerinin önünde kendilerini neyin beklediğinden habersiz, nedenini bile bilmeden çıkıp geldikleri o başka iklim memleketlerine ait, öğlen sıcağından iyice buğulanmış palmiye veya meşe ağaçlı son bir görüntü. Öylesine yoksullar ki, çoğunun parçalanmış çarıklarını ayaklarının üzerine sarılmış olan bez parçaları bir arada tutuyor ve giysilerinde bu tür öykülerde genelde olduğu gibi içinde sonradan sevdiklerinin veya analarının resimleri bulunabilecek cepler falan yok. Birden bir yandan kafamın içerisinde Ruhi Su’nun sesinden güzelim “Sarıkamış Ağıdı”nı sürekli tekrarlarken bir yandan da farkında olmadan gözlerimden yaşlar aktığının ayırdına vardım.


Oltu`dan girdik de Sarıkamış`a
Akıl ermez orda yatan üleşe
Askeri kırdıran Enveri Paşa
Kitlendi kapılar, mekan ağladı.


Evet, insan etkileniyor… Yörede mevcut olan bol miktarda Sarıkamış anıtından birkaçını gördüğü veya çocukluktan beri duymuş olduğu bir felaketin mekanına nihayet ulaştığını içi titreyerek algıladığı için değil ama; bu nedenler ne kadar geçerli olursa olsun, bugünkü yaşantıma mesafelerini düşünürsek, onlardan böylesine etkilenmek oldukça abartılı olurdu. Her yanı saran sonsuz sınırsız pırıltının, insana amansız bir çaresizlik duygusu veren bembeyaz karın içinde kendini ister istemez bir ıssızlığın ortasında gibi yapayalnız hissedince etkileniyor insan. Pürüzsüz gibi görünen o kesintisiz beyazlık yüzünden farkında olmadan kendinle yüz yüze gelip ölümü düşününce ve o ıssız sonsuzlukta bu duygunun çok daha gerçeğini yaşamış olanlar aklına düşünce… Neyse ki bugünün Sarıkamış’ı son derece keyifli bir yaşam biçimini eşsiz bir doğanın güzelliğiyle birleştirmiş bir yer ve kısa süre sonra telesiyejle çıktığımız tepede sıcacık yanan bir sobanın başında bir yandan sucuk ekmek yiyerek sıcak şarap içerken bir yandan da sonrasında sunulacak salepleri göz hapsinde tutarken, hissettiğim bu efkar yavaş yavaş dağılıp yerini Kars’ın güzelliklerinden aldığım zevke bırakıyor. Kendilerinden sonra bu topraklarda yaşayacak olanlara kazandırdıkları “özgür ve mutlu “ geleceğin nasıl bir şey olacağını hayal bile etmeden, ben çok ilerideki bu tarihte bu keyfi gönlümce yaşayabileyim diye sorgusuz isyansız ölmüş olan on binlerce askere duyduğum minnet boğazımda bir düğüm olarak tüm gezi boyunca benimle kalıyor ama. Kars’ta kaldığım sürece o sonsuz bembeyaz boşluğun durup durup gözümün önüne gelmesine engel olamıyorum.

Sarıkamış’tan çıkmadan mutlaka uğramam gereken bir ilginç yer daha var; “Katerina’nın Köşkü” diye bilinen Ruslardan kalma ahşap av köşkü. Daha doğrusu bu köşkün onarılmayı bekleyen harabesi. Kars’ın Rus işgali altında kaldığı sırada yapılan en ilginç binalardan birisi “Katerina’nın Köşkü” ve nedense bende diğerlerinin hepsinden farklı bir etki yaratıyor. Neden bilmem, ilk gördüğüm andan itibaren hep tarihi binanın onarılıp yaşama döndürüldüğünü hayal ediyorum. 19. Yüzyılın sonlarında son Rus çarı Nikolai II’nin devrinde yaptırılmış olan bina yekpare ahşaptan ve çivi kullanılmadan tahtalar birbirine geçirilerek inşa edilmiş. Birçok farklı tarafı bir yana, gerçekte hiçbir zaman hiçbir Çariçe Katerina buraya gelmediği için, ismi bence en ilginç özelliklerinden… Kar insanı tutabiliyor bazen ve üzerinde kıpırdaşan ışıkların sonsuz beyazlıkta kamaşan gözlere oyun oynaması kolay oluyor. Böyle zamanlarda gözünüze ve gönlünüze düşenlerin çölde görülen seraplardan çok farkı olmuyor. Ben de şu anda metruk ve tamire muhtaç durumda olmasına rağmen, karşısında durup gözlerimi kapadığım anda bu köşkü henüz çevresindeki pek çok şeye tezat teşkil eden ışıltılı bir hayatı yaşarken gözümün önüne getirebiliyorum. Mevsimlerden kış oluyor tabii ve zamanlardan bir gece vakti. Köşkün çevresi bugüne oranla çok daha ıssız; soğuk bir rüzgar arkadaki karanlık ormanın ağaçları arasından ıslıklar çıkartarak esiyor ve yağması günlerdir ilk kez birkaç saat önce durmuş olan karları hoyratça savuruyor. Böylece sadece karları değil, sessizliği ve kente sinen beyaz huzuru da savurmuş oluyor sanki. Adeta donarak ölmek üzere olmanın uyuşukluğuna kapılmış olan Kars’ı yeniden canlandırmak ister gibi… Köşk ise bu ıssızlığın ortasında bir masal mekanı gibi aydınlık ve capcanlı duruyor. Camlarından dışarı sızan seslerle birlikte çevreye sıcaklık da yayılıyor sanki. Sanki tarihin yaşamakta oldukları bölümünün sorunlarına hiç aldırmayan, bulundukları coğrafyanın acımasız iklimine çok alışkın bir takım insanlar (ki muhtemelen yüksek rütbeli Çarlık askerlerinden ve onların ağırlamaktan mutluluk duyduğu “mezhebi geniş” kibar Rus hanımlardan oluşuyorlar) içeride ışıltılı bir salonda kurulmuş bir ziyafet sofrasında, mevsimin zorluğuna rağmen verimli geçmiş bir av sonrasında bir yandan günün ganimetlerini tadarken bir yandan eğleniyorlar. Köşede kocaman bir şömine yanıyor. Fonda daha sıcak iklimlere duyulan özlemi akla düşüren valsler çalıyor; masada tarihin kısa süre sonra yaşatacak olduğu zor zamanların sefaletiyle hiç bağdaşmayan gümüş çatal/bıçak takımları; bir konsolun üzerinde Çarlık Rusyasının armasını taşıyan ağır şamdanlar; kristal bardakların şıkırtısı şuh kahkahalara karışıyor. Sanki birazdan atların çektiği kızaklı bir troyka uçsuz bucaksız Rus steplerinden sürükleyip getirdiği esintiyle kapıya yanaşacak ve kürk kalpaklı, kürk paltolu, bıyıklarında biriken karın izleri henüz tam silinmemiş bir ulak koşarak köşke girip uzak çok uzak bir yerlerde ve eski çok eski tarihlerde kalmış olan geçmiş cephelerden gecikmiş vahim haberler getirecek. Karların üzerinde bıraktığı hoyrat ayak izleri, köşke tesadüf aynı anda ulaşan gecikmiş bir davetli hanımın zarif ayak izlerine karışacak.


Sarıkamış’tan sonra yolum Kars şehir merkezine… Ruslar 93 Harbi’nin sonunda 1878’te Kars’ı işgal edip kesintisiz olarak kırk yıla yakın orada kalmışlar. Bu durum her ne kadar esaret anlamına gelse de, kentte bugün olumlu sayılabilecek bazı izler de bırakmış çünkü Ruslar kendi mimari ve şehircilik anlayışlarına göre yeniden inşa ettikleri bu kentteki yaşamlarını tamamen kalıcı olarak gördükleri için kente pek çok yararlı yatırımlar yapmışlar. Bunların başında Kars’ı Kafkasya’ya bağlayan demiryolu geliyor. Ayrıca kentin ünlü süt ürünleri üreticiliği ve ülkemizin her tarafında bilinip tercih edilen meşhur Kars kaşarının yapımının ilk başlangıcı da bu döneme rastlıyor; Karslılar sütçülüğü Ruslardan, özellikle de Rus işgali sırasında buraya yerleştirilmiş bir dini azınlık grubu olan Malakanlardan öğrenmişler. Ve tabii bir de evler… Osmanlı mimarisinden tamamen farklı bir nitelik taşıyan Baltık mimari tarzında yapılmış ve yerli taş işçiliği ile de bezenmiş olan bu evlerden pek çoğu günümüzde hala ayakta ve pek çok farklı amaçla kullanılmaya devam ediyorlar. Ortadoğu ve Akdeniz kentlerinde pek görülmeyen ızgara kent planı üzerine inşa edilen bu yeni bölüm Kars’ın Anadolu’daki başka hiçbir şehre benzemeyen özgün mimarisini oluşturuyor. “Kaleiçi” bölgesindeki eski kent merkeziyle birleşen bu farklı yapılaşma Rus işgalinin anısı olan taş evlerin Osmanlı, Selçuklu ve Saltuklu tarihi mirasıyla bir araya gelerek Kars’a çok özgün bir hava vermesine neden oluyor. Kentte Rus işgali döneminden kalma bu tarihi yapıların başında Fethiye Camiine dönüşmüş olan Aleksandr Nevski Kilisesi, Kümbet Camii haline gelmiş olan On iki Havariler Kilisesi, artık ismi “Hekim Evi” olan eski opera / konservatuar binası, Defterdarlık Binası, İl Sağlık Müdürlüğü Binası ve Tuncer Güvensoy Evi geliyor. 

Kars’taki ilginç yapılar Rus işgali döneminde yapılanlardan ibaret değil. Kentin içinden geçen Kars Çayı`nın üzerinde yer alan Saltuklu eseri Taşköprü ve tepeden kente bakan ve bağrında kentin neredeyse tüm tarihini barındıran Kars Kalesi başta olmak üzere pek çok önemli yapı daha var. Osmanlı, Anadolu Selçuklu ve Saltuklu uygarlıklarından kalan bu camiler, türbeler, kümbetler ve konaklar arasından bana özellikle ilginç geleni hamamlar. Aslında bildiğimiz klasik Türk hamamı bu hamamlar ve bugün hiçbirisi artık çalışır halde değil ama hem küçücük bir kentte sayılarının çokluğu, hem de haklarında anlatılan öyküler sayesinde ilginçler. Buna en güzel örnek, ünlü Rus şairi Puşkin kentte konakladığı sırada uğradığı için “Puşkin’in Hamamı” diye de anılan Mazlum Ağa Hamamı. Hamamlardan sonra en çarpıcı yapılarsa, pek çok Osmanlı kentinde olduğu gibi konaklar; özellikle de 93 harbi sırasında Kafkasya cephesi komutanı olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın konağı ve içinde yaşamış olan ünlü şair yüzünden önem kazanmış bir Osmanlı konağı olan Namık Kemal Evi.


Kars`ın kent merkezi, görür görmez beni Erzurum’daki çocukluğuma götüren yerleri kaplamış on beş santim yüksekliğindeki buzu, eksi otuz dereceye ulaştığı halde üşütmeyen kuru soğuğu ve güneşin yüzünü gösterdiği her seferi fırsat sayarak çatılarda saçak saçak çatırdamaya başlayan buzdan kılıçları ile gönlümü zaten fethetmiş olsa bile, yaşantısına karıştıkça beni tüm bunlara eklenen birçok yeni keyifle kendisine iyice hayran bırakıyor çünkü aslında kentin en ilginç yönlerinden birisi bir Doğu Anadolu şehrinden büyük olasılıkla beklemeyeceğiniz kadar canlı sosyal yaşantısı. Bazı kentler vardır, ne kadar güzel olurlarsa olsunlar çok iyi çizilmiş iki boyutlu resimler gibidirler; bir türlü içlerine giremezsiniz. Ya derinlikleri olmadığı ya da var olan ruh sizin zevklerinizle bağdaşmadığı için. Benim için Kars bunun tam tersi… Kars’ta dolaşırken kentin “gerçek” olduğunu, iştahla yaşadığını hissediyorum nedense. Belki çocukluğumdan hatırladığım Cumhuriyet balolarının bir zamanlar en görkemli bu kentte yapıldığını bildiğim için; belki de bir toplumun coşkularının ve korkularının en güzel ifadesi olan, genç kızlık sevdam halk oyunları arasında Kars yöresine ait olanlar özel bir yer tuttuğu için. Ama o günlerin bunca yıl ardından Kars’a nihayet gittikten sonra kentin yaşantısından keyif almak için geçmişten anılar aramak gerekmediğini artık biliyorum. Kars’ta Kafkas Üniversitesi’ne ait bir konservatuar var bir kere; yani sanatla uğraşan gençler var. Birbirinden ilginç isimler taşıyan türkü barlarda, ortada yanan sobanın üzerinde kestane kızarırken, bir yandan sıcak bir şeyler içip bir yandan bu gençlerden birkaç tanesinin çalıp söylediği türküleri dinleyebiliyorsunuz. Kimi zaman türküyü söyleyen aslında bir flüt öğrencisi oluyor, kimi zaman da ezgilere bir keman sanatçısı eşlik ediyor! Ama yapılan işin kalitesi hiç düşmüyor ve insan kendini belki efkarla belki mutlulukla ama mutlaka çoktandır hissetmediği kadar yoğun bir duygu zenginliğiyle bir türkü mırıldanırken buluyor gecenin sonunda. Eğer biraz daha geleneksel bir dinleti istiyorsanız, o zaman da Kars`ın meşhur aşıklar geleneğini sürdüren ustaların sazına kulak vermeniz gerekiyor. Atışmaları neredeyse yüzyıllar boyunca gelmiş olduğu yerden devam ettiriyor aşıklar ve insanı kentin geçmişinin içine biraz daha çekiyor. Kısacası, ilginç ve beklenmedik bir sosyal yaşamı var Kars’ın; üstelik kentte insanı şaşırtanlar sadece sosyal yaşam ile de kısıtlı değil. Yörede tartışmasız bir mutlakıyet olarak kabul edilen iklim bile bazı yerlerde farklı davranarak insanı şaşırtabiliyor. Soğuğun ve sert hava koşullarının hiç aklınıza getirmeyeceği, uzun süren kış mevsimleriyle tanımlanmış bir iklimden hiç beklenmeyecek bir bereketi var buralarda toprakların. Coğrafi özelliklerin mümkün kıldığı mikro-klimalar sayesinde Kars’ın çevresi meyve bahçeleriyle dolu ve işte bu sayede “Iğdır’ın al elması”, “Kağızman’a ısmarlanan nar” ile keyifli bir rekabete girebiliyor. 

Ertesi gün rotam tekrar Kars`ın dışına dönüyor. Önce bu mevsim donmuş olduğunu bildiğim Çıldır Gölü’ne gidiyorum. Çıldır Gölü şu anda Kars`ın değil, Ardahan ilinin sınırları içerisinde. Ama Ardahan ben Doğu Anadolu’da yaşayan bir çocukken Kars’ın bir ilçesiydi. Dolayısıyla, ben Çıldır’da bir türlü farklı bir kente geçmiş olma gerçeğini algılayamıyorum. Kim ne derse desin, ben hala Kars’tayım ve doğrusunu isterseniz, böyle bir idari değişimin yaşamın olağan akışı içinde kimsenin umurunda olduğunu da sanmıyorum. Gölün üzerinde atların çektiği bir faytonla sembolik bir tur yapmak ve buzlarda özel olarak açılan deliklerden avlanan sazan balığını göl kenarındaki salaş lokantada yemek Kars gezisinin bu bölümüne ait keyifler… Aslında herhangi bir yerden alınacak keyfin tamamen insanın kendi kafasında başlayıp kendi ruh durumuna göre şekillendiği doğru ama bazı yerlerin bu konuda insanı yüreklendirip çok daha fazla olanak sunduğu da doğru. İşin ilginç yanı, Çıldır Gölü bu “yüreklendirme” işini insana çok net bir biçimde çok az şey sunarak yapması. Dingin bir doğa parçasının sessizliğinde, eşsiz bir kar manzarasının sonsuzluğuna dalıp gidiyor insan ve benim gibi şansına güneşin parladığı ve çevrede fazla gezginin bulunmadığı bir ana rastladıysa eğer gölün karla kaplı ışıltılı yüzeyinde ıssızlığın ve sonsuzluğun hayalini bile kurabiliyor. Ama dedim ya, buradan alınacak tat da insanın kendi ruh durumuna bağlı. İstediğiniz bembeyaz bir sonsuzlukta içinizi arıtmak değil de renkli ve canlı bir şeyler yaşamaksa, bindiğiniz at arabasının birazdan sizi alıp uzaklara götüreceğini hayal edebilir veya daha gerçekçi davranıp burnunuza çarpan kızarmış balık kokusunun iştah açıcı izini takip edebilirsiniz.


Kars’tan ayrılma vaktim yaklaşıyor artık. Son olarak, çoktandır merak ettiğim için rahatça tadına varabilmek üzere sona bıraktığım Ani Harabeleri`ne gidiyorum nihayet. Askeri bölge statüsünden çıkartıldığından beri herhangi bir kısıtlama veya izin alma zorunluluğu olmadan rahatça gezilebiliyor Ani. Çok uzun bir süredir kaderiyle baş başa, bir uzak tepeden çevresini seyrederek yalnızlığını yaşayan bu Ortaçağ kentinin birçok ilginç özelliği var. Ermenistan ile Türkiye arasında bu noktadaki sınırı oluşturan Arpaçay’ın kıyısına kurulmuş olan Ani, bölgede yüzlerce yıl hüküm süren Ermeni krallığına ait bir kent. Kentin tarihi boyunca hükümranlık farklı Ermeni hanedanlarına geçmiş ve Ani en parlak dönemini Bagrat hanedanı zamanında kral Aşok’un yönetiminde yaşamış. Bu dönemde Ermeni Krallığının başkenti olan Ani yüz bini aşan nüfusu ile çok önemli bir ticaret merkeziymiş. Tam olarak İpek Yolu üzerinde bulunmadığı halde büyüklüğü, canlılığı ve doğuyu batıya bağlayan bu en önemli yola yakınlığı sayesinde pek çok kervanın uğrak yeri haline gelmiş; hatta bir dönem zenginlikte Bağdat ve Kahire ile kıyaslanır olmuş. O günlerde yapılan ve kentin kıyısına kurulduğu Arpaçay’ın üzerinde yer alan köprüden geriye kalanlar bugün insanı ister istemez alıp tarihin derinliğine götürüyor. Defalarca yenilenip kat kat güçlendirilen kale surlarından bugüne dek yaşamayı başarmış olan bir parçaya yakın durup aşağıdaki vadiden akan Arpaçay’a ve üzerindeki köprünün kalıntısına bakınca geçmişe ellerimle dokunmuş gibi olup ürperiyorum. Düşünsenize buradan ta Çin’den gelip İstanbul’a ve hatta belki daha da ötelere, Avrupa’nin içlerine doğru giden kervanlar geçmiş. Birden ilk duyduğum andan itibaren sadece çok çarpıcı bir kavram olarak kafama yer etmiş olan İpek Yolu ve ona ait tüm egzotik özelliklere ilk kez gerçekten yaklaştığımı hissediyorum. “Karda kışta nasıl ilerliyorlardı acaba ve bu köprüyü geçince nerede ne kadar soluklanıyorlardı” diye kervandakiler için dertlenirken buluyorum kendimi. Neyse ki Ani kentinin insanın ilgisini çekecek özellikleri tüm yıpranmışlığına rağmen hala az değil de Kars’a geldiğimden beri sürekli içine düştüğüm hayal dünyasından kendimi kurtarıp içinde olduğum ana dönmekte zorlanmıyorum.



Tarihte “1001 Kiliseli Şehir” olarak da bilinen Ani, geri dönülmez biçimde hasar görmemesi için derhal hızla restore edilmesini gerektirecek kadar ihmal edilmiş durumda gerçi ama bir yandan da zamanın tüm acımasızlığına ısrarla karşı koymayı başarmış olan yapılarla dolu. İçerisinde, bir zamanlar böyle bir isim almasına neden olacak kadar çok sayıda oldukları anlaşılan kiliselerden bir kısmının ve bir manastırın kalıntıları var; kentte ayrıca bir de Gürcü kilisesinin kalıntıları mevcut. Kiliseler arasında Büyük Katedral özellikle çok etkileyici ama bence tapınaklar arasında asıl ilginci, hem Anadolu’da çok fazla benzeri olmadığı için hem de hepsinden çok daha eski olduğundan, “ateşgede” denilen Zerdüşt tapınağı. Ani kentinin kalıntıları arasında ayrıca Türklerin Anadolu’da yaptıkları ilk cami olan Ebu-l Menucehr Camii de bulunuyor. Kent M.S. 1040 yılı dolaylarında Bizanslılar tarafından vergiye bağlanarak bağımsızlığını kaybetmiş ve bundan yirmi yıl kadar sonra Selçukluların burada Bizanslıları yenmesiyle de Alparslan’ın Anadolu’da fethettiği ilk yer olma özelliğini kazanmış. Kenti ele geçirdikten sonra burayı bir yaşama alanı olarak kullanmaya devam eden Selçuklular, burada sadece Ebu-l Menucehr camisini değil ayrıca bir saray ve hamamlar da inşa etmişler; kaleye yeni bir duvar daha eklemişler. Kısacası Ani, başta Ermeni Krallığı olmak üzere birbirinden ilginç birçok uygarlığın kültür mirasını taşıyan bir kent olarak insana “keşke bu kadar harabe duruma gelmeseymiş” dedirtiyor. Kars’a dönerken aklımın hep buna takılı olduğunu fark ediyorum. Biliyorum, geçmiş zaman kentlerinin başlangıçtaki halleriyle muhafaza edilmiş olmaları imkansız; değişip bozulan hatta yıkılıp yok olan bölümleri olması doğal ama kentlerin içlerinde taşıdıkları yaşam enerjisinin ve bu enerjinin yarattıklarının tarih boyunca bir kentin taşında toprağında katmerlenip birikmesine hayran birisi olarak, günümüze kadar yaşamayı başarmış olan kısımların ne boyutta olurlarsa olsunlar mutlaka çok iyi korunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bence ister Roma, İstanbul veya Kahire gibi içlerindeki yaşam tüm hızıyla devam ediyor olsun, ister Efes, Angkor, Chichen Itza gibi bize sadece kalıntıları kalmış olsun, bu kentler bir zamanlar orada yaşamış olanların hüznünü, sevincini; aşkını, nefretini; kokusunu, lezzetini ancak bu sayede bize ulaştırır; yaşamlarımız bize bu ulaşanlar sayesinde renk ve keyif kazanır. Ani de, çok sayıda güzel kapısından birisi olan “Aslanlı Kapı”dan içeri girer girmez insanı saran ruhuyla, yüzlerce yıllık geçmişi ve o geçmişten günümüze izler taşımayı başarmış güçlü yapılarıyla yaşadıkça yaşamlara renk ve keyif katmayı sürdürecek “geçmiş zaman” kentlerinden.


Bana çocukluğumu anımsatıp içime Erzurum özlemi düşüren Kars’tan aklım ve gönlüm birçok güzellikle tazelenmiş olarak ayrılıyorum. Ne de olsa Erzurum’dan bana kalanlar yaşamımın sonuna dek hep en canlılığını koruyacak anılar. Okuldaki ilk günüm, ilk aşkım, ilk ateşli hastalığım, ilk korkum, ilk yalanım, kısacası çocukluğum… Bu güzelim kent beni durmaksızın geri çağırdıkça bilirim ki, asıl seslenen, gerçekte beni geri çağıran çocukluğumdur, bir daha asla o denli saf yaşayamayacağım tasasızlığım, çocuksu kaygısızlığımdır. Şimdi de Kars’tan kulağımda ıssız bir gece vakti sarı sokak lambalarının ışığıyla yarı aydınlanmış karlı sokaklarda yaptığım yürüyüşten kalan ayak sesini ve içimde bu tanıdık sesin çok eskilerden çıkagelmiş olan benzeriyle birleşerek bana verdiği güven duygusunu taşıyarak uzaklaşıyorum. Çevremde tıpkı çocukluğumun Erzurumunda olduğu gibi göz alabildiğince sonsuz sınırsız, gölgeli kuytularda mor menevişlerle parlayan beyaz bembeyaz karın kamaşması. Gökyüzünde ışıl ışıl ama bir türlü ısıtamayan bir güneş; tüm gücüyle parladığı halde Kars’ın soğuğuyla başa çıkamayacak kadar uzakta ve benim baktığım yerden sanki sonunda bu yenilgiyi kabul edip en parlak haliyle donmuş gibi görünüyor. Ruhumda Kars ovasının bembeyaz ipeksi görüntüsünün yarattığı serinlik ve ferahlık, dönüş yolunda kendi kendime söz veriyorum; bundan böyle her uzak yolculuktan sonra mesafelerden bağımsız bir ruh dinlenmesi için, bir de yakın yolculuk.


Güzin Yalın


Cazkolik.com / 22 Nisan 2013, Pazartesi


 Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri... 


Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?


01 Erzurum Çarşı Pazar / Özdemir Erdoğan / "Sarı Gelin" albümünden
02 Her Yerde Kar Var / Nilüfer
03 Cantos De Sirena / Inma Serrano / "Cantos De Sirena" albümünden
04 Le Méteque / Georges Moustaki / "Best Of" albümünden
05 Let It Snow / Dean Martin / "Happy Christmas" albümünden
06 La Ci Darem La Mano / Anna Netrebko / "Classical Love Songs" albümünden
07 Thalasso / Giannis Parios / "Best Of" albümünden
08 Mad About Boy / Anni-Frid Lyngstad / "Frida 1967-1972" (Goran Bregoviç) albümünden
09 Sude / Sezen Aksu / "Sude" albümünden
10 Siuil A Run / Connie Dover / "The Wishing Well" albümünden

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

  • Gülden Belen
    23 Mayıs 2013 Salı 08:07

    Güzin Hocam, anılarınızla güzel ama soğuk Erzurum"u sıcacık yapmışsınız. Yazınızı keyifle okurken kendi çocukluğuma da gittim, Konya"ya... Teşekkürler, elinize sağlık.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Gulgun Terzioglu
    24 Mayıs 2013 Çarşamba 04:40

    Merhaba Guzin, Erzurum yazini okudum ve Erzincan gunlerime gittim. Erzurum"a gidis gelislerimizi hatirladim. Erzurum"un sogugunu bir kez daha iliklerime kadar hissettim. Eline saglik, beni cocukluk-genclik yillarima goturdugun icin. Sonra diger yazilarini okudum. Gordugum gezdigim yerlerde atladigim, bilmedigim pek cok sey ogrendim. Cok tesekkurler.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Ferda Erdinç
    11 Nisan 2013 Cumartesi 02:24

    Güzinciğim, döktürmüşsün yine. Ben de sana hemen "Erzurum dağları kar ilen boran" türküsünü hediye edeyim:) Ve daha ne çok türkü. Ben senden daha büyük bir yaşta ayrıldığımdan o her tür iklimi soğuk şehirden, hafızanın iyimserliğine biraz ayaz etkisi yapmaktan geri duramayacağım. Çocukluk için şahane ama genç kızlığa adım atmak için pek namüsait şerait ülkesi bir şehirdi "o belde"! Yine de ailelerimizi ve dolayısıyla bizi de bizim bilmediğimiz bir yerden kesiştiren bu şehrin hikayesini ve o zamanın hissiyatını pek güzel anlatmışsın. Eline sağlık.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.