Güzin Yalın Mozart Haftası için gittiği Viyana ve Salzburg`u yazdı...

Güzin Yalın Mozart Haftası için gittiği Viyana ve Salzburg`u yazdı...

Değerli okurlarımız, dinlemeye başladığınız müziklerin listesini yazının en sonunda bulabilirsiniz. Müzikler tek bir liste halinde olup başından sonuna kesintisiz olarak devam etmektedir. Yorumlarınızı sayfanın en alt kısmındaki butona basarak ekleyebilir, en yukarda bulunan sosyal ağ butonlarıyla sayfayı paylaşabilirsiniz.


Bilmem farkında mısınız, “Orta Avrupa”nın farklı kriterlere göre belirlenmiş en az beş altı değişik haritası var. Her birine göre farklı sınırlar söz konusu ve bu yüzden her birine göre “Batı Avrupa” ve “Doğu Avrupa” tanımları da farklı. Allahtan insan bu ülkeleri gezerken böyle oldukça yapay, sonradan geliştirilmiş tanımların hiç farkında olmuyor. Kendisini Alplerde, Tuna Nehri kıyısında veya Göller Bölgesinde hissediyor yalnızca. Zaten bugünkü haliyle Avrupa’nın nihai şeklini almasının ne kadar yakın bir geçmişte gerçekleştiğini düşünecek olursak, çok kesin ayırımların olmamasına şaşmamak da gerek. Orta Avrupa ülkelerinin halklarının etnik kökenleri ve tarihte birbirleriyle ilişkileri ne olursa olsun, geçmişlerindeki tüm düşmanlıklara rağmen daha ziyade doğa ve iklimin yaptırımlarıyla oluşmuş birleşik bir sosyal yapıları ve bundan doğan ortak bir ulus nitelikleri var sanki. Bu durumun doğal bir sonucu olarak da, Orta Avrupa kentlerinin insana yakınlarındaki diğer kentlerden çok farklı bir hayal kurdurtmayan ilginç bir benzerlikleri mevcut. Binaları, caddeleri, yemekleri, gelenekleri, dağları, gölleri, iklimleri, dilleri ve hatta insanlarının huyları… Bir kentten diğerine geçmek önemli bir duygu değişikliği yaratmıyor insanda. Bu da aslında öyle kötü bir şey değil; insana bir güven ve denge duygusu veriyor; bu yöreyi nihayet tanıdık gelecek kadar iyi öğrenmiş olma yanılgısı yaşatıyor hatta. Ama asıl ilginç olan, tuhaf bir çelişkinin varlığı; tüm bu benzerliğe rağmen bu kentlerin hepsinin diğerinden az da olsa farklı, hemen akla gelen, o kentle özdeşleşmiş, o kent her anıldığında sözü geçen çok belirgin bir özelliği de mutlaka var.

Güzin Yalın


 Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...

“Başka diyarların caz lezzeti…”

Yukarda sıraladıklarımın tümünü bana düşündüren geçen ay yaptığım Avusturya gezisi oldu. Salzburg’a Mozart Haftası’nı izlemeye gittim ve bu sözünü ettiğim ilginç çelişkiyle bir kez daha karşılaştım. Aslında Avusturya kentlerinin de bir yandan çevredeki diğer ülkelerden çok önemli bir tarz farkı yoktu ama diğer yandan da, tüm benzerliklerine rağmen kendilerine özgü, onları sembolize eden, her yerden çok onlara ait olan çok önemli bir ortak özellikleri de tabii ki mevcuttu… Salzburg gezisinden sonra, sözünü ettiğim bu özelliğin Avusturya kentleri için müzik olduğuna bir kez daha gönülden inandım; Avusturya her şeyden çok bir müzik ülkesiydi. Ne insanın içini burkan Hitler ve II. Dünya Savaşı öyküleri, ne ihtişamlı Habsburg hanedanı masalları veya güzeller güzeli imparatoriçe “Sisi”nin ve Mayerling’de bir av köşkünde sevgilisiyle birlikte intihar eden tek oğlunun hikayesi, ne Zweig, Klimt ve Freud gibi farklı alanlarda sivrilmiş türlü Avusturyalı ünlülerin varlığı ve ne de hatta Avusturya’nın Sachertorte, Apfelstrudel, Linzertorte ve Schnitzel gibi lezzetlerin anavatanı olması beni bu düşüncemden vazgeçirmedi. Viyana zaten daha önceki gezilerden tüm diğer hoşluklarına rağmen aklımda opera binası, orada izlediğim Fındıkkıran Balesi`nin modern yorumu, ünlü bestecilerin adını taşıyan veya onların heykelleriyle süslenmiş olan parkları ve bu parklarda karşıma çıkıveren klasik müzik konserleriyle yer etmiş bir kentti. Habsburg yönetiminin sadece Avusturya’nın değil, aynı zamanda klasik müziğin de başkenti haline getirdiği bu güzel kentte, gündelik hayatın olağan bir parçası olarak izlediğim gösteri ve konserler kentin eşsiz müzikal havasını tüm diğer özelliklerinin önüne geçirmeye yetmişti. Bu kez de Mozart, Haydn, Strauss, Karajan, Mahler, Schönberg gibi birçok müzik dehasının vatanı olan Avusturya’nın bir müzik cenneti olduğuna, Viyana’dan sonra bir de Salzburg ve Yukarı Avusturya Alplerindeki atmosferi içime çekerek inandım. Orada kaldığım ve festivali izlediğim bir hafta boyunca Salzburg tam anlamıyla karlar altında bir müzik cennetiydi.

Alp Dağlarının ortasında ormanların arasına yerleşmiş bir ortaçağ kenti Salzburg. Mozart’ın doğduğu ve büyüdüğü kent; ayrıca ünlü orkestra şefi Herbert Von Karajan’ın da doğum yeri. Salzburg isminin kelime anlamı, “tuz kalesi” çünkü kentin çevresindeki dağlarda tuz madenleri var ve Salzburg bu madenlerden gelen kazançla ve tuz taşıyan gemilerin nehirden geçmek için vergi olarak ödedikleri parayla zengin olup refah bulmuş tarihte. Tarih deyince, kentteki ilk uygarlık kalıntıları neolitik çağlara kadar geri gidiyor. Daha sonra bölgede Keltler bir kent kurmuşlar ve bu kent, zamanla önemli bir Roma kenti haline gelmiş. Bugünkü Salzburg’un yerinde bulunan bu Roma kenti yıkıldıktan sonra da, bölge 8. yüzyılda Aziz Rupert tarafından kurulacak kilisenin mekanı olarak seçilmiş ve böylece, bugünkü Salzburg’un temelleri atılmış. Tahmin edilebileceği gibi, II. Dünya Savaşı Salzburg’un tarihinde önemli bir yer tutuyor. Hitler, 12 Mart 1938’de 3. Reich yönetimindeki Almanya’nın bir parçası olması amacıyla Salzburg’a el koymuş. Alman askerleri kenti istila etmiş ve hemen ardından karşı fikirliler ve Yahudiler toplanarak kentten uzaklaştırılmış. Kentin çok yakınındaki toplama kampı savaşın tüm iğrençliklerine sahne olmuş doğal olarak çünkü Salzburg bir zamanlar oldukça yüksek Yahudi nüfusu olan bir kentmiş. Bugün de eski kentin ortasındaki önemli caddelerden birisi, “Yahudi sokağı” anlamına gelen “Judengasse” ismiyle, insana hala her geçişte savaş sırasında gerçekleşmiş olabilecek felaketleri hatırlatıyor.

Alp Dağlarının o noktada sahip olduğu özellikten ötürü kayaların içerisine oyulup yerleştirilmiş gibi görünüyor Salzburg. Aslında bu “gibi görünmek” lafın gelişi çünkü kentin bazı mekanları gerçekten kayaların içerisine oyulmuş bulunuyor, ki bunların arasında iki de önemli konser salonu var; Haus für Mozart ve Grosses Festspielhaus. Haklısınız rüya gibi… Alp Dağlarının ortasında, kayaların içerisine oyulmuş bir konser salonunda dünyanın en ünlü orkestralarından ve virtüözlerinden dünyanın en güzel müziğini dinliyorsunuz! Bu kayaların altına oyulmuş olan mekan, içerisinde Kraliyet Binicilik Okulunu da barındırıyor ve yaz festivalleri için açılarak bir anfitiyatroya dönüştürülüyor. Ancak tabii ki Salzburg’un konser mekanları bu salonlarla kısıtlı değil; nehrin karşı kıyısındaki daha küçük ama daha süslü Mozarteum Üniversitesi Büyük Konser Salonu`nda da bir konser izliyorsunuz örneğin. Konserden sonra, sarı ışıklarla aydınlatılmış karlı bir gecenin büyülü atmosferine çıkıp nedense hiç üşümeden ağır ağır yürüyerek köprüyü geçiyorsunuz ve kirpiklerinize biriken karların arasından seyretmeye doyamadığınız Salzach nehrinin ve çevresindeki çam ormanlarının manzarasını ardınızda bırakıp paltonuza sıkıca sarılarak önünüzdeki ortaçağ sokaklarına dalıyorsunuz… Aklınızda hep tam ne olduğunu çıkaramadığınız bir filmden karlı kareler, kulaklarınızda dinlediğiniz eşsiz müziğinin silinmeyen tınısı ve içinizde sanki sizi bilinmedik maceralar bekliyormuş gibi bir kıpırtı. Tam karşınızda, yüksek bir tepenin üzerinden tüm kente hakim şekilde yükselen Hohensalzburg kalesi duruyor. İsterseniz yarın sabah Avrupa’daki en eski ortaçağ kalelerinden birisi olan Hohensalzburg’a çıkarak kentin nefes kesen manzarasını buradan izleyip kalenin içerisinde ortaçağ hayallerine dalabilirsiniz. Manzaraya meraklıysanız, Salzburg Modern Sanatlar Müzesi’ne gidip hem “Avrupa’da Yılın Müzesi” ödülünü kazanmış bir müzeyi gezmek, hem de içerisinde yer alan restoranda bir az soluklanmak da iyi fikir. Ama şimdilik güzelim aydınlatması içerisinde kentin başına konmuş bir tacı andıran kaleye uzaktan bakıp vakit kaybetmeden Salzburg’un yüreğine doğru ilerlemelisiniz. Orada sizi Barok mimarinin en güzel örneklerini oluşturan farklı binaları, her birinin diğerinden ilginç bir öyküsü bulunan katedral ve kiliseleri, daracık yolları ve iç avlulu ve kemer geçitli sokakları ile UNESCO Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilmiş bir küçücük kent bekliyor; pek çok kaynakta kendisinden “mücevher gibi” diye söz edilen bir kent… Bugün kentin asıl yaşam alanı dağların ardında gelişmiş olan ve “Yeni Salzburg” denilen bölgede olduğu halde, Salzburg’un bu yaşlı bölgesi her zaman cıvıltılı bir hayatla dolu. Bunda gezginlerin çok fazla tercih ettiği bir adres olması kadar, kentte yer alan üç üniversitenin öğrenci nüfusunun getirdiği canlılığın da payı var.

Hiçbir şey satın almayacak olsanız da kentin alışveriş caddesi Getreidegasse’de aylak aylak dolaşmak, bu yol üzerindeki şimdi bir müzeye dönüştürülmüş olan Mozart’ın doğduğu evi gezmek, yolun sonundan sola dönerek Alt Markt (Eski Pazar) meydanına veya sağa dönerek nehre ulaşmak insana burada geçici olmadığı, bu kenti oldum olası iyi bildiği ve ona duyduğu sevginin karşılıksız kalmadığı hissini veren keyifler. Mozart’ın doğduğu ev müze haline getirilmiş ve odalarında dolaşıp mutfağına göz attığınızda, müzisyen baba Leopold Mozart’ın ve genç karısının zamanın koşullarına göre geniş ve konforlu sayılan bu eve ilk taşındıkları gün hissettikleri coşkuyu size de yaşatıyor adeta. Mozart’ın çaldığı kemana, onun yaşadığı evde bu kadar yakından bakmak, tarih içerisinde bir gezi yaptığı duygusunu veriyor insana. Müziğini sevseniz de sevmeseniz de, yüzlerce yıl önce yaşamış bir dehanın dokunduğu, taşıdığı, çaldığı bir enstrümana bu denli yakın olmak, yaratmanın emeğine ve çilesine ellerinizle dokunabildiğinizi düşündürüyor.

Salzburg’un eski kenti her adımda karşınıza çıkacak sürprizlerle dolu. Birbirine bitişik gibi duran iki binanın arasındaki bir kapıdan geçtiğinizde, yüzlerce yıldır aynı binada bulunan ve bir zamanlar sarayda yaşayanların ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş olan eczanenin önüne veya daracık bir geçidin ardında ne varmış diye bakınca minicik ışıl ışıl bir avluda yer alan otantik bir çarşıya çıkabiliyorsunuz örneğin. Yerler parke taşı kaplı oluyor ve küçücük dükkanların, içerisinde bulunduğu binanın özelliği bozulmadan düzenlenmiş vitrinlerinde, Avusturya’ya özgü objeler bulunuyor. Alp Dağlarının kışına dayanmayı sağlayacak keçe benzeri kumaşlardan yapılmış geleneksel giysiler, üzerleri çevredeki ormanların çam resimleriyle dolu çanlar ve burada yaratılıp tüm dünyada meşhur olmuş ünlü Mozart çikolataları. Bu çikolatalardan söz açılmışken, mutlaka yapılması gereken bir şeyi de söylemekte yarar var; Alt Markt meydanına gidilmeli, oradaki Fürst isimli çikolata dükkanı bulunmalı ve içerisinde yer alan kafede oturarak, mozartkugeln çikolata yenmeli. Çünkü Fürst, bu eşsiz çikolatanın mucidi ve isim babası ve çikolatalarını hala orijinal tarifine göre elde üretiyor. Bu çikolatalar, dünya pazarlarında görmeye alıştığımız kırmızı yaldızlı taklidinden farklı olarak, mavi renkte yaldıza sarılmış oluyor ve mucidi Paul Fürst herhangi bir patent alma teşebbüsünde bulunmadığı için fabrikasyon olarak üretilen pek çok da taklidi bulunuyor. Ama orijinalin lezzeti başka; bunu onu daha tatmadan, elinizdeki çikolatanın diğerlerine göre eğri büğrü olan yüzeyini görünce anlıyorsunuz. Bu yüzden de Fürst marka Mozart çikolataları, kendi dükkanından başka hiçbir yerde satılmıyor; ancak Salzburg’da ağız tadıyla yeniyor.

Hazır Alt Markt Meydanı’na çıkmışken, Fürst’ün tam karşısındaki Cafe Tomaselli’ye de mutlaka uğranmalı. 1705’ten beri aynı yerde bulunan bu kafede Mozart’ın da kahve içtiği biliniyor. Mozart’ın karısı Constanze, onun ölümünden sonra evlendiği ve Mozart ile ilgili belgeleri toparlayarak günümüze ulaştırmasına en fazla destek veren insan olan ikinci eşi Danimarkalı diplomat Von Nissen ile bu binanın üst katında yaşamış uzun bir süre. Burada Kaffee mit Schlag, yani kremalı kahve içmek en iyisi herhalde ve yanında eşsiz Avusturya lezzetlerinden Apfelstrudel yemek. Tomaselli’nin tarihi değerinden başka ilginç özellikleri de var. Bir kere çok ünlü bir yer olmasına rağmen, müşterileri benzerlerinde olduğu gibi yalnızca turistler değil. Uzun saatler boyunca orada oturdukları belli olan Salzburg’lu yaşlılar, gazetelerini okuyup çevreyi seyrediyorlar. Ve de sigara içiyorlar! Evet, inanması zor ama Avusturya’da insanlar kafelerde ve lokantalarda sigara içiyorlar; Avrupa Birliği yasalarının bu boyutuyla pek ilgilenmiş görünmüyorlar… Sonra Tomaselli’de keklerin ve pastaların servisini diğer yiyeceklerin servisiyle ilgilenen garsonlar yapmıyor. Kekler, aralarından seçebilmeniz için bir tepsiye dizilmiş olarak, sadece bu işle ilgilenen kadın garsonlar tarafından masanıza getiriliyor, seçtiğiniz kek diğer yiyip içtiklerinizden bağımsız olarak masaya bırakılıyor ve yine genel hesabınızdan bağımsız olarak, ödemesini hemen yapmanız isteniyor…

Söz yiyip içmekten açılmışken, bana çok keyif veren birkaç hoşluğu daha paylaşsam iyi olacak. Salzburg’un tadına tam varabilmek için bence gidilmesinde yarar olan bir-iki mekan daha var. İlki, Getreidegasse’nin sonundaki çok ilginç bir restoran, Carpe Diem. Carpe Diem, böylesine tarih kokan bir kentten hiç beklemeyeceğiniz kadar “yeni” bir konsepte sahip. Amerikalıların fingerfood dedikleri türden, tadımlık yiyecekler sunuyor. Mönüdeki her şey, az miktarlarda ve dondurma külahlarına yerleştirilmiş olarak geliyor. Sunum harika, lezzetler çok yerinde, fikir çok taze ve dinamik… Bunun tam tersini yaşamak isterseniz, Universitat Platz, yani Üniversite Meydanı’ndaki Zipfer’e gitmeniz gerekecek. 1400’lerden kalma bir binanın içerisinde yer alan bu restoran, gece konser çıkış saatinde hala açık olan sayılı yerlerden birisi ama tabii ki tek özelliği bu değil. Kendi ürettiği birası ile meşhur olan Zipfer, belki de bu yüzden Almancada bierhaus yani bir tür birahane olarak telaffuz ediliyor. Aslında dekorasyonu da buna uyan rustik bir dekorasyon ama yemekleri Zipfer’in aslında bir birahane değil gayet iyi bir restoran olduğunu kanıtlar nitelikte. Schnitzel ve patates salatası başta olmak üzere, Avusturya’nın geleneksel yemeklerinin pek çoğunu burada en lezzetli halleriyle yemek mümkün. “En lezzetli hal” demişken ve de hazır Üniversite Meydanı’na gelmişken, buradan Haus für Mozart’a giden kısa yolun üzerinde yer alan sosis satıcılarını hatırlatmakta da yarar var. Bu sokak büfelerinin en lezzetli seçeneği, bosna adı verilen ve sac ızgarada pişen domuz sosislerinin çeşitli baharatlarla çeşnilendirildiği bir tür sandviç.

 

Aslında şimdi düşününce fark ediyorum da, adını aldığı yüzlerce yıllık tarihi üniversiteye, üzerindeki güzelim kiliseye ve tüm diğer mimari özelliklerine rağmen, galiba Üniversite Meydanı`nın en önemli yönlerinden birisi barındırdığı farklı yiyecek içecek olanakları çünkü bu meydanda gündelik olarak bir de yiyecek pazarı kuruluyor. İklimin daha uygun olduğu güneşli ülkelerdeki benzerlerine göre daha küçük ve havanın aydınlık olduğu süreyle kısıtlı olduğu için daha kısa süreli olan bu pazarda, Avusturya’ya özel yiyeceklerin neredeyse tümünü bulmanız mümkün; özellikle de sosisler normalde çok sık yemediğiniz bir yiyecek türü olduklarını unutturup hemen bir miktar almak isteyeceğiniz kadar cazip görünüyorlar.

Midemizi bu kadar mutlu ettikten sonra, tekrar ruhumuzu doyurmanın sırası geldi bence ve bunu Üniversite Meydanı’ndan ayrılmadan yapmakta yarar var. 1622 yılında kurulmuş olan üniversitenin öğrencilerine kitap sağlamak amacıyla açılan kitapçı Höllrigl bu meydanda çünkü. Aslında görünüşte dünyanın başka yerlerindeki benzerlerinden çok farklı bir özellik taşımıyor ama Avusturya’nın en eski kitapçısı olması bile, içeriye girip bir göz atmayı inanılmaz derecede cazip hale getiriyor bencileyin kitap meraklıları için.

Salzbug’un beni asıl ilgilendiren yönlerine ek olarak, beklenmedik bir hoşluk da yaşıyorum burada; ben Salzburg’a gittiğimde kentte bu yıl ilk kez yapıldığını ve geleneksel hale gelmesinin planlandığını öğrendiğim bir karnaval var. İsviçre, diğer Avusturya kentleri, İtalya ve Almanya’dan gelen birçok sayıda sokak çalgıcısı, orkestra ve oyuncuyu, başlarına ilk kez gelen bu güzelliği şaşkın bakışlarla ve gülümseyerek seyreden Salzburg’lular ile beraber izliyorum. Türlü çeşit renk ve biçimlerde boyanmış yüzleri ve büyük bir doğallıkla taşıdıkları ortaçağ kostümleriyle kentte rengarenk bir atmosfer yaratan her yaştan çalgıcıyla aynı kafelerde oturup bir şeyler içtikten sonra hep birlikte meydana çıkıp dans etmek oldukça eğlenceli bir deneyim doğrusu. Ama karnavalın tüm canlılığına rağmen benim Salzburg’dan konserler dışında en çok aklımda kalanlar yine müzikle ve Mozart ile ilgili oluyor. Örneğin ilk kez 700 yılı civarında St. Rupert tarafından yapılan ve çeşitli değişiklik ve tamiratlardan sonra bugünkü haline ulaşan St. Peter Kilisesi, tüm diğer tarihi ve mimari özelliklerinden önce, Mozart’ın en başarılı koral eserlerinden birisi olan Grand Mass (Büyük Ayin)’in ilk kez seslendirildiği yer olduğu için ilgimi çekiyor. Üstelik bu ilk seslendirmede, Mozart’ın karısı Constanze birinci soprano rolünü üstlenmiş ve üstelik bu kilise zaten Mozart’ın annesiyle babasının evlendiği kiliseymiş... Mozart Viyana’ya gitmeden önce bu kilisede orgcu ve koroyu şefi olarak çalışmış ve her yıl Mozart’ın ölüm tarihi olan 5 Aralık’ta onun ünlü ağıtı “Requiem” bu kilisede mutlaka seslendirilirmiş… Bütün bunlar bana, örneğin kilisenin girişindeki 1200’lü yıllara tarihlenen Romanesk kapıdan bile daha ilginç geliyor kısacası. Benzer bir biçimde kafamda müziğe endekslediğim bir başka mekan da Salzburg Katedrali oluyor. Her yıl Temmuz ayı sonundan itibaren gerçekleştirilen Salzburg Festivali kapsamında, katedralin önündeki meydanda (Domplatz) geleneksel olarak mutlaka “Jedermann” operasının sahneleniyor olması, bence kentin köklü müzik yaşantısının ve Salzburg’da hayatın ne denli müziğe ayarlı olduğunun en güzel göstergelerinden birisi.

Salzburg’da dolaşmak, hiç bitmeyen bir müziğin içerisinde gezinmek gibi. Üstelik bu müzikal gezi kent merkeziyle de sınırlı değil. Mozart meydanına kadar uzanıp meydandaki ünlü Mozart heykelini gördükten ve Mozart’ın bir süre yaşadığı evi de gezdikten sonra kentin dışına çıkıp biraz da bulunduğunuz bölgenin doğa nimetlerinden yararlanmaya karar verebilirsiniz. Bu durumda sizi Göller Yöresinin eşsiz manzaraları, küçücük masalsı evlerle bezeli kentler ve Salzburg’lu Von Trapp ailesinin gerçek öyküsünü anlatan ünlü “The Sound of Music” filminin çekildiği mekanlar bekliyor. St.Gilgen, St.Wolfgang, Anif gibi daha önce adını bile duymadığınız bir takım küçücük kentlerde, turist mevsimine rastlayıp kalabalıkta boğulmadığınıza şükrederek, neredeyse tüm kentin size kalmış olmasının tadını çıkartarak dolaşıp eşsiz göl manzaralı restoran ve kafelerde içinizi ısıtacak bir şeyler içmek için mola veriyorsunuz. Kendinizi o denli “iyi” ve “oralara ait” hissediyorsunuz ki, elinizde olmadan şaşırarak soruyorsunuz kendinize; “bu takvim resmi / film sahnesi kıvamındaki neredeyse başka bir dünyadan görüntünün ortasında, inanılmaz bir manzaranın küçücük bir detayı haline gelmişken, hala sarsılmayan ve size kendinizi hiç olmadığınız kadar dingin ve doygun hissettiren gerçeklik duygusu da neyin nesi?”

 

Yörede ilk durak “The Sound of Music” filmi için dekor olarak kullanılmış olan Leopoldskron Sarayı. Bugünlerde Harvard Üniversitesinin değişim öğrencileri için misafirhane olarak kullanılan bu malikanenin ön cephesi filmde Von Trapp ailesinin evi olarak gösterilmiş. Bu noktadan sonra, sizi içinizi aydınlatıp yüreğinize huzur ve mutluluk saçacak bir dizi ziyaret bekliyor bu gezide. Üstelik bu durum “The Sound of Music” filminin hayranlarından olsanız da, olmasanız da geçerli. Eğer filmi seviyorsanız, ünlü öpüşme sahnelerinin geçtiği ve şimdi Laopoldskron’dan alınarak Hellbrunn Sarayının bahçesine taşınmış olan çardağı, Maria ve Albay Von Trapp’ın evlendiği Mondsee Katedrali`ni, her birini filmin başka bir sahnesinden anımsayacağınız bir sürü bahçe, merdiven, mezarlık, göl kıyısı mekanını çok seveceksiniz. Ama eğer “The Sound of Music” ilgi alanınıza girmiyorsa, sizi mutlu edecek ve ruhunuzu arındıracak pek çok görüntü yine de mevcut bu bölgede. St.Wolfgang ve Mondsee göllerinin olağanüstü manzaraları nefes kesecek güzellikte. Duru, sakin ve ışıltılı görüntüler çıkıveriyor insanın karşısına ağaçların ardından ve hele bir de benim gibi şanslı olup pırıl pırıl güneşli bir havada yaparsanız bu geziyi, ömür boyu sürecek ve her aklınıza geldiğinde sizi yeniden tazeleyecek imgeler yerleşiyor dağarcığınıza. Krater gölü oldukları için çok derin ve yazın çok mavi olduklarını tahmin ettiğiniz göller donmuş oluyor. İnanılmaz bir hafiflikle üzerlerinden kayıp gidebileceğiniz duygusu veren menevişli buzdan yüzeyleri, beyaz ve buz mavisi renklere rağmen içinizi ısıtan ışıklı bir sıcaklıkları var. Donmuş göller benim normalde hiç özlemini duyacağım bir şey olmadığı halde, büyülenmiş ve anlaşılmaz bir yaşam sevinciyle dolmuş buluyorum kendimi ve bir yanım “demek ki buralar kış mekanları, yazın görmeye fazla gerek yok” derken, bir diğer yanım bu eşsiz güzelliğin bir de yazlık halini görmek için planlar yapmaya başlamış bile oluyor. Ve sonra kendinizi, başınızı hafifçe yukarıya kaldırıp gözlerinizi kapamış, içinize Alp Dağlarının oksijeni ile birlikte karların bir tül gibi örttüğü ormanların sakinleştirici büyüsünü de çekerken buluyorsunuz ve belki de çoktandır hissetmediğiniz bir huzuru yudumlayarak, “mutluluk işte bu” diyorsunuz… Tabii ki, bu büyüye katkıda bulunan başka şeyler de var; ertesi günün hayalleri, gece izleyeceğiniz konserin şimdiden kulağınıza ulaşan tınısı ve birlikte olduğunuz ve bu güzelliği paylaştığınız insanlar. Ama teslim etmek gerekir ki, asıl marifet, içerisinde bulunduğunuz ortamda.

Sonunda Salzburg’dan içimi mutlulukla doldurup ruhumu arındıran bir dinginlikle ayrılıyorum. Gözümün önünde eşsiz doğanın koynundaki ışıl ışıl bir ortaçağ kentinin daracık geçitleri, tarih kokan Barok binaları, karlarla kaplı ağaçları; camları buğulu kafelerde içilen sıcak çikolataların tadı hala damağımda. Kulaklarımda Viyana Filarmoni Orkestrası’nın, Andreas Schiff’in, Maurizio Pollini’nin ve Fazıl Say’ın seslendirdiği Mozart ezgileri dolaşıyor; aklım henüz izleyemediğim Salzburg’un meşhur Kukla Tiyatrosu’nda.

Şimdi yolculuk, artık dönüş için Viyana’ya… Yol boyunca bu kez içine giremeden sadece havaalanından geçip gideceğim Viyana’yı hatırlamak için bol bol vaktim var. Bu işe otobüsün camına başımı dayayıp gözlerimi kapatarak, kent merkezini bir daire halinde çevreleyen Ringstrasse’yi düşünmekle başlayabilirim. İmparator Franz Josef zamanında, kentin yıkılan surlarının yerine Habsbugların ihtişamını vurgulamak için inşa ettirilen bu cadde, Viyana’nın adeta kalbi gibidir çünkü yalınızca bir geçiş alanı değil, etrafındaki ve üzerindeki önemli yapılarla kentin en önemli mahallesidir de. İmparatoriçe Maria Theresa zamanında müze olmak üzere özel olarak yaptırılan ve birçok dünyaca ünlü eseri içerisinde barındıran Viyana Güzel Sanatlar Müzesi, Parlamento Binası, Hofburg Sarayı, ünlü Viyana Devlet Operası (Staatsoper), Viyana Üniversitesi, Doğa Tarihi Müzesi, ünlü Burgtheater Tiyatrosu ve başta Stadtpark olmak üzere birçok güzel park hep bu yörededir. Bunların hepsi severek vakit geçirdiğim, anılar ürettiğim ve geri dönmeyi dört gözle beklediğim adreslerdir ama Viyana’nın beni cezbeden özellikleri bunlarla bitmez. Söz sokaklardan açılmışken kapattığım gözlerimin önünden teker teker geçen birkaç başka sokağı da anlatmam gerekir mutlaka. Bunların ilki kentin sembolü haline gelmiş olan ünlü St. Stefan’s Kirche katedralinin önündeki Stefansplatz Meydanı`ndan Viyana Operası’na kadar giden cıvıl cıvıl hareketli Kaertner Strasse’dir. Üzerinde Habsburg Hanedanı`nın seramik bir armasını taşıyan gotik stildeki katedral, kentin bu bölgesini tamamen kanatları altına aldığından, Kaertner Strasse de sanki onun üzerine düşen gölgesi içerisinde uzayıp gider gibidir. Viyanalıların çok severek gezdikleri, dolaştıkları ve toplandıkları bir yer olan trafiğe kapalı Stefansplatz Meydanı`nda oturup çevredeki insanları, katedralin ihtişamını ve ayağınızın altında dolaşan güvercinleri seyretmekten sıkılınca, Staatsoper Binası`na kadar bir yürüyüş yapmak için Kaertner Srtasse’ye dalabilirsiniz. İlk kez 1257 yılında açılan bir yol üzerindesiniz şimdi ve Viyana’nın bu en kalabalık alışveriş mekanlarından birisinden, çevrenizde olup bitenlerin tadını çıkararak ilerlemelisiniz. Eğer alışveriş mekanlarının insan kalabalığına ve cıvıltısına meraklıysanız, buradan kentin en önemli alışveriş caddesi olarak kabul edilen Mariahilfer Strasse’ye de gidebilirsiniz. Ama yine de benim favorim, eski bir Roma siperinin doldurulmasıyla 1200’lerde oluşturulmuş olan ve adında “sokak” ibaresini taşımayan Graben’dir. Graben sadece bugün en lüks dükkanların yer aldığı bir alışveriş caddesi olduğu için ve üzerindeki kafeler yüzünden değil, aynı zamanda mimari özellikleri ve tarihiyle de ilgimi çeker. Bir kere, cadde üzerinde yer alan ve kimisinin yapımı 1400’lü yıllara kadar giden tarihi binalar ve veba sütünü (Pestsaeule) ve çeşmelerin her biri son derece ilginçtir. Ama asıl keyifli olan, buranın 1200’lerde kurulan bir meydanın devamı olmasıdır. Graben’in 1295’ten itibaren çok uzun bir süre bir sebze pazarı alanı olarak kullanılmış olması, bugünkü haliyle karşılaştırıldığında çok çarpıcı gelir bana.

Sanat ve müzik kenti Viyana’yı Viyana yapan en büyük özelliklerden birisi de, hiç şüphesiz müzeleridir. Ringstrasse civarında yerleşmiş olanlardan başka, Sanat Tarihi Müzesi (Kunsthistorisches Museum), içerisinde simülasyonla Viyana Filarmoni Orkestrası`nı yönetebildiğiniz Müzik Müzesi, Efes harabeleri kazılarından çıkarılmış bazı parçalardan oluşan bir Efes bölümüne de sahip olan Neue Hofburg Müzesi, birçok değerli Gotik ve Rönesans esere ilaveten Güstav Klimt’in tüm eserlerini de barındıran Belvedere müzesi ilk aklıma gelenler. Hofburg da, Belvedere de aslında belirli bölümleri müzeye dönüştürülmüş saray binaları. İlki Franz Josef’in karısı efsane imparatoriçe Bavyeralı Elizabeth (Sisi)’nin evi; Sisi buraya gelin gelmiş. İkincisini ise, Viyana kuşatması sırasında Türklere karşı kazanılan son zaferi yöneten Savoy Prensi Eugene, küskün olarak kaçıp Viyana’ya sığındığı ülkesi Fransa’daki Versailles sarayına nazire olarak yaptırmış. Viyana’daki saraylardan söz edeceksek, Habsburgların muhteşem yazlık sarayı Schönbrunn’u da listeye katmak şart çünkü sadece bahçe düzenlemesi ve ihtişamlı binalarıyla değil, içerisinde barındırdığı dünyanın en eski hayvanat bahçesiyle de ünlü ve ilginç Schönbrunn Sarayı.

Viyana Havaalanına çok az yolum kaldı; birazdan İstanbul’a doğru uçuyor olacağım. Bir dahaki yolculuk kim bilir ne zaman, nereye? Ama şimdi, buradan ayrılmadan Viyana’ya ait güzelliklerin kafamdaki dansını tamamlamalıyım. Kentin içerisinde yaşamaktan keyif aldığım birkaç şeyi daha anımsayıp biraz kent dışına çıkmaya niyetliyim. Bir kere Schubert Park’ta Franz Schubert ve Beethoven’ın mezarlarını ziyaret etmeli, sık sık verilen açık hava konserlerinden birinde ezgilerini dinlemeliyim. Ardından 20. yüzyılın en aykırı sanatçılarından olan ve eserleriyle bana ünlü İspanyol mimar Gaudi’yi hatırlatan ressam ve mimar Hundertwasser’in evine gidip farklı bir yaratı dehasının rengarenk tadına bir kez daha varmalıyım ve sonra soluğu Prater Parkı`nda almalıyım. Parkın girişindeki 1897’den kalma, ahşap vagonları olan dönme dolaba binmeli ve bu bildiğimiz standartlardan çok daha büyük ve yavaş olan dolabın tepeye çıktığı noktadan Viyana’ya bakmalıyım mutlaka.

Kente hayalimde de olsa bir gezi yapınca, Grinzig mahallesine gidip buradaki heuriger adı verilen tipik şarap meyhanelerinde bir kadeh şarap içmeden dönmek istemiyorum örneğin. Ünlü besteci Mahler’in mezarının da bulunduğu Viyana’nın hemen dışındaki Grinzig mahallesi, sadece kendi yaptığı şarapları satma izni olan ve sadece belirli yiyecekleri servis edebilen meyhaneleriyle ünlü. İlginç taraflarından birisi, bu mekanlarda kayıttan müzik çalmanın da yasak olması. Burada sadece canlı müzik dinleniyor ve mutlaka bir akordeonun aralarında bulunduğu müzisyenler, çoklukla şarabın erdemlerinden söz eden şarkılar çalıp söylüyorlar.

Viyana dışına çıkmışken insanın kalbini heyecanla çarptıran bir yer daha var görülecek; Melk Manastırı. Tuna kıyısındaki bu Barok manastır, Umberto Eco’nun ünlü romanı “Gülün Adı”nın kahramanlarından “Melkli Adso”nun adıyla üne kavuşmuş. Kitabın filmi de Melk Manastırı’nın kütüphanesinde çekilmiş. Kütüphane, benim kadar kitaplara meraklı olmasanız veya “Gülün Adı”nı sevmemiş olsanız bile mutlaka etkileneceğiniz türden çünkü içerisinde aralarında bin dokuz yüzden fazla el yazması da bulunan yüz bin adet her konuda kitap barındırıyor. El yazması kitapların en eskisi bin iki yüz yıllık bir astronomi kitabı ve o da aslında daha eski bir orijinalin kopyası! Bazı kitaplar için, “onlar tam eski sayılmaz” diyorlar, “çünkü ciltleri daha yeni; Barok dönemde yapılmış!” Etkileyici bir yer vesselam…

Uçağım birazdan kalkacak; artık Viyana hayallerine son vermenin zamanı… Aklımda türlü çeşit Viyana kuşatması hikayesi, burnumda bu hikayelerden miras mis gibi bir kahve kokusu, damağımda bu sefer farklı bir hamur işinin, ay çöreğinin tadı çıkış kapısına doğru yürüyorum. Aklım biraz Viyana’da kalıyor, ne yalan söyleyeyim. Kente inip bir kafede biraz oturabilmek isterdim en azından. Viyana’nın kahvehaneleri çok ünlü; buralarda kahve hala çoğu kez cezvede pişirilmiş olarak, lokum ile servis ediliyor. Tıpkı “Paris kafeleri” gibi, yeme içme literatüründe bir de “Viyana kahvehaneleri” kavramı mevcut. Malum, Viyanalıların kahveyle bu yakın ilişkisi, Viyana kuşatmasından sonra, Türklerden öğrendikleriyle başlıyor; ayçöreği de söylentiye göre, yine o dönemin bir mahsulü. Ama Viyana kafelerinin hiç şüphesiz kendilerine özgü çok hoş bir tarafları da var. Kentteki birçok güzel kafeden benim favorim Viyana’nın 1260’dan beri var olan en eski sokaklarından birisinde, Herrengasse’deki Cafe Central. 1860’da ilk açıldığı günden beri hep önemli bir buluşma noktası olmuş Cafe Central. Örneğin, 1913’de Tito, Freud, Hitler, Lenin ve Troçki sürekli müşterileri arasındaymış. II. Dünya Savaşında kapatılmış; sonra aynı binanın farklı bir bölümünde tekrar açılmış. Ama tüm yaşamı boyunca hep önemli entelektüel tartışmaların yer aldığı bir mekan olmuş.

Evet, korkarım tüm güzelliklerine rağmen, bu Avusturya gezisi de burada bitiyor. Kendi başına ilginç ve benzersiz bir gelenek olan Viyana Baloları`ndan birisinde vals yapmak, güzelim Sachertorte lezzetinin yaratıldığı yer olan Hotel Sacher’in eskimeyen ihtişamından nasiplenerek Cafe Sacher’de porselen fincanlarda içilen çayın yanında bir dilim Sachertorte yemek veya ünlü İspanyol Binicilik Okulu`nda Lipizzen atlarının gösterisini izlemek bir daha sefere kalacak artık. Ben şimdilik ruhumu yine Salzburg’un karlar içerisindeki huzurlu atmosferine ve Mozart’ın içimi aydınlatan müziğine bırakıyorum…

Güzin Yalın / 28 Şubat 2011, Pazartesi



 Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri... 

“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”

       

01 The Blue Danube / Andre Rieu / "Andre Rieu in Concert" albümünden
02 Bailero / Victoria De Los Angeles / "Songs Of The Auvergne" albümünden
03 Rondo A La Turca / Fazıl Say / "Mozart" albümünden
04 Edelweiss / Koro / "The Sound Of Music" 45th Anniversary albümünden
05 Autumn Leaves / Miles Davis / "Midnight Jazz" albümünden"
06 Kumbaya / Tülay German / "The Sound Of Love" albümünden
07 Yugen Dance Of Men / Mariss Jansons / "World Encores" albümünden
08 Sensiz Olmaz / Nilüfer & Teoman / "12 Düet" albümünden
09 Zorba / Mikis Theodorakis / "Zorba, The Greek" orijinal film müzikleri albümünden"
10 Caruso / Russell Watson / "The Voice" albümünden

         

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

  • Rana Şen
    07 Mart 2011 Pazartesi 12:55

    Sevgili Güzin Yalın,o eşsiz kaleminizle beni de Salzburg a götürmüş kadar oldunuz.Yazılarınızı büyük bir keyifle okuyorum.Bir sonrakini merakla beklıyorum....

    Bu Yoruma Cevap Yazın »

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.