Festival günlüğünün ve festivalin harikulade konserlerinden biri ise diğer ünlü isimler kadar önceden yankı yaratmamasına karşın biletleri haftalar önce biten Helge Lien Trio konseriydi. Aşağıda okuyacağınız izlenimleri arkadaşımız Burak Sülünbaz Cazkolik okuru için kaleme aldı.
Uzun süredir ilgiyle takip ettiğim Norveçli piyano üçlüsü Helge Lien Trio konseri bu yıl festivalin heyecanla beklenen performanslarındandı. Piyanoda Lien, kontrbasta Frode Berg ve davulda Knut Aalefær`den oluşan grup çalışmalarına devam ettikleri ve 2014`de çıkarmayı planladıkları yeni albümleri öncesi Knut Aalefær`in yerini daha önce Jacob Young Trio ile izleme şansı bulduğumuz Per Oddvar Johansen`e bırakmasının ardından 23. Akbank Caz Festivali kapsamında Akbank Sanat sahnesinin konuğu oldu.
* * *
Biletleri iki hafta önceden tükenen konsere ilgi gerçekten oldukça büyüktü. Helge Lien`in konser öncesi yaptığı atölye çalışmasında pek çok müzisyenin kendisine ilham verdiğini ama özgünlüğünü korumak için kendini gelir geçer akımlardan uzak tutmaya çalıştığını, müziğinde zıtlıklar kullanmaktan hoşlandığını belirtmesi hatta belki de yeni albümünden parçalar çalacaklarının müjdesini vermesi konsere ilgiyi daha da artırmıştı. Müziğinde yalın ritimlere özgün katkılar yaparak nüanslar yaratan Norveçli tecrübeli müzisyen enstümanını alışılageldik kullanımından farklı, kimi zaman bir perküsyon gibi kullanması ve günümüzde sürekli kullanılan elektronik ögelerin katkılarından ziyade enstrümanının kendi sınınırlarını zorlayan bunu yaparken de Kuzey cazını derinden hissettiren bir harmonist olarak bilinir.
* * *
Konsere beklendiği gibi gerçekten ilgi büyüktü. Üstelik, biliyorsunuz aynı saatte yine festival kapsamında Lütfü Kırdar`da Mulatu Astatke ve sonrasında Cassandra Wilson gibi fazlasıyla akıl çelici isimler vardı. Performans Hello Troll albümünden "Axis of Free Will" ile başladığında sahnede ilk dikkatimizi çeken oturma düzeni oldu. Solda davul, ortada piyano, sağda bas... Helge Lien sırtı izleyiciye dönük, elleri çalmaktan büyük keyif aldığı piyanosu üzerinde geziniyordu. Aslında bu sahne yerleşimindeki amaç normalde konserlerinde yandan görünecek şekilde sahnede olmayı tercih eden Lien`in sahneye sığabilmek için sırtını dönmek zorunda kalmasıydı. Onbir dakikalık giriş parcasında Frode Berg yaylı ile başladığı soloya elleriyle devam edecek, parça bitiminde coşkulu izleyici ön sıralardan yükselen "Bravo!"larıyla coşkusunu yansıtmaktan kaçınmayacaktı. Daha sonra konsere Natsukashii albümünden tanıdığımız iki mükemmel parça "Small No Need" ve "Hymne" ile devam edildi. Konserin kırkıncı dakikasına gelindiğinde Helge Lien Türkiye`de olmaktan duyduğu mutluluğu anlatıp triosunu tanıtırken yeni katılan Per Oddvar Johansen`den ayrıca övgüyle bahsetti, kaldı ki, Johansen`in kendi de konser boyunca performansıyla ekibe nasıl olumlu katkıda bulunduğunu, sanki albüm kayıtlarında da kendisi çalmış gibi bir uyumla bu övgüleri hakettiğini kanıtlamıştı. 2005 yılında yayınladıkları Helge Lien Live albümünde dinlediğimiz "De små bjørnene" ile devam eden parçanın ardından önce henüz adı konulmamış bir parça daha sonra "Joe" isimli yeni parçalarla salondaki heyecan arttıyordu. Çoğunlukla "Norveç`in başına gelmiş en iyi piyano üçlüsü" olarak övgüler aldıkları Norveç Grammy ödüllü Hello Troll albümlerınden seçkiler yaptıkları konserde "Troozee" ve ardından albüme ismini veren Hello Troll ile bitırdikleri konserde soz verdikleri gibi kayıtlarına Kasım`da başlanacak albümlerinden iki parçaya da yer vermişlerdi, bu yeni iki parçada bariz görülüyordu ki birbirini tekrar eden trio albümlerinin aksine bır kuzey ışığı gıbı doğan Helge Lıen Trio kıyaslamak doğru mu bilmiyorum ama yakın dönemde en çok dikkat çeken ve aldığı sayısız ödülün ardından ve Esbjörn Svensson`un ani ölümüyle efsaneleşen Esbjorn Svensson Trio`nun müzikal hayatlarının yarıda kalması ve kalplerde yarattığı boşluğu doldurmaya aday belki de tek isim olduğunu kanıtlamasıydı. Bunun en güzel göstergesi Esbjörn`ün anısına yapılan E.s.t Symphony serisinin Norveç konserinde Helge Lien`in çalacağının açıklanmasıdır. Konser boyunca Helge Lien`in müthiş tekniği her biri en derinlerde hissedilen naif notaları trionun birbiriyle uyumu ve kendi yüzlerinden seyircinin yüzüne yansıyan gülümseleri ile yaşanan anı çok daha değerli kıldı. Sahneye geri döndüklerinde sırada "It is What it is, but it is" parçası vardı seyircinin tek yapması gereken önündeki bu sakin denize kendini bırakması ve ayaklarını yerden kesip konser salonundan Norveç tepelerıne oradan rüzgarın önüne katıp hayaller yolculuğuna sürüklemesine izin vermesiydi. Beklentilerın çok üstünde beğeni gören grup festivalin akılda kalan konserlerınden birine imza atmıştı.
Burak Sülünbaz
* * *
Muhtemelen 23. Akbank Caz Festivali`nin akıllarda en çok soru işareti bırakan konseri oldu Harriett Tubman feat. Casssandra Wilson Black Sun. Sakın bu sözü konseri izledikten sonra sarfettiğimizi sanmayın. Daha konser öncesi bile bir çok dinleyicinin aklında nasıl bir konser olacağına dair düşünceler vardı. Bizim de öyle. Konser bu açıdan -en azından bizi- yanıltmadı ama eminiz çok sayıda izleyici karşısında böyle bir Cassandra Wilson beklemiyordu. İki nedenden dolayı, ilki zaten aklımızda bir caz divası var, onu zihnimizden çıkarıp atmamız mümkün değil ve biz Wilson`ın popüler gündemiyle içiçe yaşamıyoruz, müzikte ne gibi değişiklikler yaşadığını takip etmiyor bir çok dinleyici o yüzden Pazar akşamı beklemedikleri bir Wilson`la karşılaştılar ve ikincisi, aslına bakarsanız Cassandra Wilson son albümü Silver Pony ile bu sinyalleri çoktan vermişti ve Cazkolik`te bu konuyu ele alan bir yazı yayınlamıştık (Buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.)
Cazkolik olarak diyoruz ki, konserde Brendan Ross ve üçlüsünü ayrı okumak lazım, Wilson`ı ayrı... Öncelikle galiba Harriett Tubman ismine açıklık getirmek gerekiyor zira epey kişi Tubman`ı konserde izleyeceğimiz biri sandı oysa Hariett Tubman nerdeyse iki yüzyıl önce yaşamış, ilk kölelik karşıtı kadın. Başta gitar-banjo çalan, vokalist Brendan Ross olmak üzere basta Melvin Gibbs ve davulcu J.T. Lewis`den oluşan üçlü 1998 yılında müzikal kolektif olarak kuruldu. Bu işin bir kısmı. İkinci kısmı grubun müzikleri... New Orleans Blues & Jazz kökenli müzik yapan topluluk hayli kendine özgü bir sounda sahip. Bir an New York loft tarzı bir avantgart tını dolaşıyor salonda, bir an Chicago blues tonları, bir an sert scratch gitar tonları çınlatıyor ortalığı bir an iyice low sound lazy uzatmalar yerinde gevşetiyor insanı. Ama galiba yazının ikinci bölümünde daha çok Cassandra Wilson konuşmak gerekecek. Sahnede çoğu zaman izleyiciyi rahatsız eden zoraki cool Wilson kimi zaman hiç çekilir gibi değildi. Konsere yarım saat geç çıkmaları, çıkınca ne dediği anlaşılmayacak şekilde kendi aralarında konuşmaları, çoğu zaman açıklama yapmamaları, hatta çoğu zaman 58 yaşındaki kadının sahnedeki ergen grupie halleri müzikle izleyici arasına anlaşılmaz bir mesafe koydu. Müzik zaten bir duran, bir hareket eden, akışı olmadan birbirlerine `hadi şimdi sen bir şeyler çal` der gibi bir sahne konsantrasyonu oldukça zedeledi.
Evet, bir de o vardı. Konserin belki de tek iyi şeyi! Özellikle biste çaldıkları iki parça çoğu kişiye madem böyle çalıyordunuz niye bizi sinir ettiniz dedirti inanın. Gerçekten şaşılacak güzellikte iki parça dinledik. Haa, bir de konserin başlarında İstanbul için yaptıkları, hatta galiba bir önceki akşam yaptıkları bir parçayı seslendirdiler. Melodiyi merak edip cep telefonuna kaydettik ama berbat bir kayıt olduğu için bir şeye benzemedi. Sadece aklımızda kaldı. Son lafı konser sonrası attığımız twitle ve konserde söyledikleri sözle bitirelim: Harriet Tubman feat. Cassandra Wilson Black Sun Presents blues & saykodelik, spiritual rock. Brendan yeni gitar fenomeni olabilir ama Cassandra`sız! What`s color black sun!
Bu sefer festival günlüğü birer-ikişer gün arayla güncelleniyor. Hem konser dağılımlarından hem de yoğunluktan. Dün akşam, tıpkı geçen hafta sonu gibi festivalin yoğun gecelerinden birini yaşadık. Fark, bu kez Cemal Reşit Rey`de olmak yerine hemen yanında, Lütfü Kırdar`da olmamızdı.
Söze önce konserle ilgili hem Twitter`de hem izleyicilerin kendi arasında sürüp giden kafa karışıklığına dair bir şey söyleyerek başlamak lazım. Birincisi, hem sosyal medyada hem insanlar arasında konserin iyi duyurulamadığına dair yakınmalar vardı. İnsanlar eğer duymadık diyorlarsa öyledir, bunun sebebi bizce bu konserin, daha da ötesi MOS DEF ve MF DOM ikilisinin festivalin klasik dinleyicisinin dışında ayrıca bir dinleyici grubuna hitap ediyor oluşu ve o grup dinleyici festivalin bildik duyuru mekanizmalarının dışında kalması muhtemel bir dinleyici. O yüzden, bir kısım insan gerçekten duymamış olabilir. Bir diğer yakınma konusu ise hem konserin önce Chris Dave and the Drumhedz olarak duyurulması ama onların gelmesinde sorun olunca yerlerini Hypnotic Brass Ensemble`ın alması ve hem de `biz MOS DEF konseri sandık` klişesinde saklı, öyle sanmış olmaları da normal ama dün akşam izlediğimiz konser esasen Hypnotic Brass Ensemble konseriydi, o iki önemli isim feat. olarak belli bölümlerde dahildiler. Eğer, `biz Chris Dave var diye geldik arkadaş` diyenler varsa onlar haklı bir şey diyemeyiz. (Son not; Ensemble üyelerinin 8 kardeş olduğunu da unutmadan ekleyelim)
Gördüğümüz kadarıyla konser öncesi-sonrası bize de okurlarımızdan ulaşan yakınmaların temel nedeni bu söylediğimiz şeyler.
Konserin başı. Dakika 1: Hypnotic Brass Ensemble 4 trompet, 2 trombon, 1 bariton nefesli, 1 sousaphone (tuba gibi) ve 1 davulla sahnede yerini aldı.
Konserin ilk parçası: Herkes yerinde oturuyor ama başta izleyiciler ve müzisyenler herkeste bir kıpırtı var. Herkes bu konseri oturarak mı izleyeceğiz endişesinde.
Konserin ikinci parçası başlarken: Brooklyn`li çocuklardan oluşan grubun trompetçilerinden biri öndeki protokol grubuna gönderme yaparak arka taraflara selamını gönderdi.
Konserin üçüncü parçasıyla çılgınlık başladı: Grup bu kez salona tümüyle el koydu ve izleyicisiyle kol mesafesinde söylemeye alışkın çılgın tayfa bir anda arka tarafları sahnenin önüne çağırdı, tabii ön taraf olduğu gibi arkaya... Bir caz festivalinde görmeye alışık bir durum hiç değildi ama yerindeydi, coşkuluydu ve güzeldi. Yerinde durmakta zorlanan insanların sahne önüne akın etmesiyle ortaya çıkan tablo hakikaten görülmeye değerdi. Zaten konser aslında o an başladı. İnanılmaz bir ekip. Tam bir coşturma canavarı grubun müziği ve şovu fazladan bir şey yapmalarına gerek bile kalmadan izleyiciyi mutlu ediyor.
ve MF DOM maskesiyle sahnede: İşte sahnenin önünden yukarılara doğru ilk büyük coşku dalgası tüm salonu sarıyor. Bir an altından metro geçen salonla izleyicilerin akıbetinden endişe ediyoruz, yani o derece...
Biz bu nefesli grubunu çok sevdik... Herkesin yakınması için kendi açısından haklı sebepleri olabilir ama izlediğimiz konser 8 nefeslinin her şeyin bir anda nasıl değişebileceğine dair güzel bir örnek.
8 rakamındaki sır işin esprisi ama şöyle, hem Mulatu Astatke hem Hypnotic Brass Ensemble konserleri 8 kişilik ekiplere sahipti.
İşin doğrusu bu satırları yazan olarak Mulatu Astatke konser deneyimi ilk... Daha önceki gelişine (ki en son Babylon`du) denk gelmemiştik ama methini duymuştuk.
Ethiopian cazı dünyaya tanıtan adam olarak tanınan Astatke ilk kez izlemenin keyfi bir başka. Her şey yeni... Yeni bir müzik, yeni bir sahne. Hangi birini anlatacaksınız? 2 nefesli (trompet, tenor saksofon), 1 piyano, 1 çello, 1 kontrabas, 1 davul, 1 perküsyon ve Mulatu Astatke (hem vibrafon hem perküsyon) ve tabii Hüsnü Şenlendirici ve Mısırlı Ahmet. İkisi de kadroya dahil olunca sahnede bir an 3 farklı trio birbirleriyle kendi aralarında ve komple nasıl bir iletişim içine girdiler izlemesi inanılmaz bir zevkti. Müzikin bir saniye bile insanı düşürmeyen temposu ve sımsıkı örgüsü doğrusu benzerine rastlanır gibi değil!
En hayran olduğumuz ise müzisyenlerin sahnedeki hali... Birbirleriyle konuşuyorlar, şakalaşıyorlar ama biri bile tek bir nota sektirmiyor. Sanki tüm o hareketli sahne oyunun parçası. Bir ara sevgili Murat`la (Beşer) konuştuk, bu ekibin her gün, çok sık konser verdiğini sanmıyoruz ama bu kadar yoğun bir ilişki nasıl gerçek olur? Cevabını albüm kayıtları ve konser, turneler filan diye bulduk. Bulmak zorundaydık çünkü başka bir açıklaması yok.
İşin doğrusu ikili sahneye gelmeden öyle diri ve kesintisiz bir müzik akıyordu ki darbukasıyla Mısırlı Ahmet ve sol klarnetiyle Hüsnü Şenlendirici`nin bu yoğun akışa nasıl dahil olacağını merak ederken Mısırlı Ahmet`in bir anda dalan inanılmaz performansını dehşetle dinlemeye başladık. Yanyana olduğu genç perküsyonistin yüzünden nasıl bir ustayla karşı karşıya olduğuna dair mimikleri almak mümkündü. Hüsnü Şenlendirici iki parçada vardı ama esas ikinci parçada onun gerçekten klarnetinin gücünü hissettik.
Mulatu Astatke konserde hem yeni albümü (Sketches of Ethiopia)`dan parçalar dinletti hem Jim Jarmusch`un filmi için yaptığı Yekermo Sew (hemen kendini belli eden harika bir parça idi) dinledik. Son albümünden Hager Fiker, Motherland gibi parçaları çalarken önceki albümlerinden de Dewell, Netsanet, Chic Chica gibi bestelerini seslendirdi.
Aslında gecenin ilk konserini en son yazıyoruz ve üstelik diğer ikisinden hiç de aşağı kalmayan bir `jazz` vardı sahnede ama işte gelin görün ki hem Hypnotic Brass Ensemble ve MOS DEF hem Mulatu Astatke popülaritesi öyle kabarık isimler ki Helge Lien Trio her üç konseri izleyenler için gecenin iştah açıcısı gibi oldu ister istemez.
Konserde Helge Lien kendi bestelerini çaldı ve Kasım ayında yeni albüm için stüdyoya kapanacakları haberini verdi. Konserin bir diğer öne çıkan duygusu ise duyusal gerilimin yüksek seyretmesi, kreşendolu tansiyonu iyi takip eden bir müzikalite ve Helge Lien`in piyanosundan yansıyan müziğin estetiği. Göz kamaştırıcıydı...
Sevgili Leyla Diana`ya katkıları için çok teşekkür ediyoruz.
Cumartesi gecesi son konser turunun ardından Pazar gününü tatil ilan edince olanı biteni gözden geçirme, izlediğimiz konserleri iyice sindirme imkanı oldu. Pazartesi, Salı da sakindi derken fırtınanın bugün kopacağını öngörüyorduk. İşte fırtınanın ortasından notlar...
Babylon çok fazla müzisyen ve konser görmüş, geçirmiş, İstanbul`un en tecrübeli klüplerinden ama dün akşam Babylon`un tecrübeli dinleyicisi için bile tahminlerin ötesinde güzellikte bir konser izledik.
Bir gün önce sevgili Cenk (Akyol) Nicholas Payton`ın Amerika da yaptığı bir söyleşiden sözetti (hatta dün uçak rötarla gelmeseydi biz de Payton ile konuşacaktık, şans!), XXX projesinden ve Payton`ın JAZZ kelimesine karşı oluşundan, yerine BAM yani Black American Music terimini kullanmayı önermesinden bahsetti. Aradı bu tip çıkışlar müzisyenler arasında sık sık oluyor ama Nicholas Payton gibi majör bir figür böyle bir şey söylüyorsa kulak vermek lazım. Kendini "Yeni New Orleans" tarzı müzik yapan adam olarak tanımlayan Payton geçmişe saygı duyduğunu ama geçmişin fazlaca sömürüldüğünü düşünüyor. Velhasılı akşam konsere Payton`ın söylediği bu sözler aklımızın bir kenarında girdik.
Payton`ın son yıllarda bulunduğu nokta böyle bir nokta. Biz, dün gece aslında sanatçının son albümü Live at Bohemian Caverns`i ve #BAM ruhunu dinledik. JAZZ müziği dönemini baskıcı, kolonyalist ve sömürgeci dönem ilan eden Payton kendi müziğinde geçmişe ait tüm izlerden yeni sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.
Payton`ın müziğinin sonucu öncelikle müziğin bedeninden giderek uzayarak kopan melodramatik, tekrarlayan hatlarla örülü içten sololar, sahip olduğu muhteşem teknikle düşündüğünü rahatlıkla yapabilme kolaylığı, bir eliyle trompet çalarkan diğer eliyle fender rhodes veya piyano çalabilen bir adamın hassas teknik jestleri ve keskin, bıçak gibi bir sound, endişeli tonlar, African imalar, yükselen tansiyon, ince, çelik gibi bir çizgi üzerinde giden bir sound.
Los Angeles Times şöyle diyor; "Sen JAZZ dediğinde Payton #BAM anlıyor!" Bu başlık noktasından bakınca ortadaki müziğin bir anda yokolup yerine yeni bir şey geleceğini sanmıyoruz elbette! Payton bu itirazlarını dile getirmediği zamanlarda da bu müziği yapıyordu zaten.
İşin aslı iki noktada düğümleniyor; Birincisi uzun yıllardan beri bir çok siyah insanın ellerindeki tek şey olan müzikleri, yani JAZZ`ın ellerinden alınıp başkalarınca etiketleneceği korkusunun farklı zamanlarda farklı şekillerde su yüzüne çıkma şekli, bu normal, ikincisi ise bizce Payton`ın olağanüstü güzellikteki müziği. Bizim JAZZ dediğimize o BAM diyor olabilir, kaygılarına saygı duyuyoruz ama her ne nedenle olursa olsun önemli olan onun bu harika müziğini yapmaya deva etmesi! Önemli olan tek şey bu!
Akbank Sanat`ta dün gece bir başka harika konser daha izledik. Hollandalı müzisyenler Martin Fondse (ki Testimoni gibi projelerin haricinde özellikle film müzikleri, tiyatro ve modern gösterilerde tutun da orkestral eserlere kadar sayısız alanda üreten biri), Eric Voilemans da öyle. Konser sırasında bu saydıklarımızın bir kısmını henüz bilmiyorduk, müziği dinlerken gözümüzün önünden geçen peliküller dolusu Avrupa filmleri görüntüsü, Kuzey Avrupa coğrafyasının tamamı, Zoltan Fabri`den Eleni Karaindrou`ya kadar uzanan isimlerin şiirsel görselliğini tanımlayan müziklerle dolu dakikalar...
Festivalin bu konserlerini gözardı edip majör isimlere yönelen müzikseverler neler kaçırdıklarının farkında mı? Yoksa nereden bileceksiniz Nazilerin toplama kamplarından sağ çıkmayı başarmış birinin öyküsünü ya da Barselona hayvanat bahçesinin albino gorilinin hikayesini...
Sonbaharda şehir iyice havaya girmiş! Konser salonları, klüpler, kafeler, restoranlar her yer birbirinden farklı müziklerle dolu. Özellikle Teşvikiye kafelerinden müzik sokaklara taşıyor. Maçka Küçükçiftlik Park başka bir dünya... Ama bizim merakımız ve derdimiz onlar değil, sadece caz ve o da dün gece CRR`deydi!
Gelin açık konuşalım, bir çok cazseverin yarıyarıya boş geçer sandığı konser gayet dolu bir salona gerçekleşti. Belki son sandelye satılmış, merdivenler dolu bir salon değildi ama gerek izleyici, gerek sanatçısı bakımından harika bir konseri birlikte yaşadık. Eminiz bizim kadar Surman`da zevk aldı.
Konserin başında John Surman bu harika şehre gelmeyi ne kadar sevdiğinden bahsetti, içtendi. Dördüncü kez geldiğini söyledi (iki konser arası arkadaşlarla konuşurken daha fazla olduğunu bir çırpıda sayanlarımız oldu ama öyle hatırlıyordur!). Sabah çıkıp şöyle bir dolaştım dedi, Tünel tarafını gezmiş, müzik dükkanlarının olduğu kısmı, elinde tuttuğu blok flütü gösterdi, kahverengi, ucuz, alelade bir flüt, hani çoğumuzun çocukluğundan kalan tatsız hatıralarla dolu olan flüt. Surman konsere bu flütle başladı. Meğer blok flütten İskoç yaylalarını anımsatan, damakta Highland malt viski tadı bırakan sesler mi çıkıyormuş?
Elektronik altyapılar kısmına sonra gelelim. John Surman blok flütle başladığı konsere soprano saksofon, bariton saksofon ve bas klarnet olmak üzere nefesli ailesinin dört önemli üyesiyle devam etti. Her bir enstrümanla soluduğumuz dünyanın atmosferi farklıydı. Surman`ın Kuzey Avrupa`nın İngiltere`den İsveç`e uzanan geniş coğrafyasının ürettiği folk müziğe karşı derin bir yakınlığı var. Oldukça uzun müzikal cümleleri uçsuz bucaksız steplerin görsel etkileyiciliğine sahip. İngilizlerin Kuzey okyanusuyla sevişen kıyıları da, yılın büyük bölümünü buz altında geçiren ıssız Kuzey Avrupa coğrafyası da bu müziğin doğasındaki karşılığı. Bu müziklerin kuşkusuz en dikkat çekici olanı, "Saltash Bells" isimli son albümünün de (kişisel tercih olarak en güzeli) albümün açılışındaki parça "Whistman`s Wood" idi. Burada dinleyeceğiniz bas klarnet inanın çok az rastlayacağınız güzellikte bir örnek.
John Surman her parça sonrası kısa, sempatik izahatlar yaptı. Bu izahlardan biri herkesin dikkatini çeken elektronik sound üzerine oldu. Surman bilgisayardan yüklediği müziği açıklarken `yalnız çalmak zor bu yüzden elektronik müzik bana eşlik eden bir müzisyen` benzeri bir açıklamada bulundu. Özellikle bisten bir önceki parçada önceden kaydedilmiş aynı parçayı bilgisayardan salona yayarken bir yandan aynı anda kendisinin çalmasının yarattığı derinlemesine etkiyi tahmin edin! Harika bir duygu idi.
Ve nihayet final... Finalde elektronik müziğin yerine biz seyircinin sesi vardı fon olarak. Bize söylememiz gereken iki heceyi belletip söyletirken kendisi salonu kaplayan seyirci sesinin üzerine soprano saksofonuyla üstelik seyirci koltukları arasında gezinerek çalması festivalin unutulmaz anlarını yarattı.
Aynen dediğimiz gibi... Surman gibi bir müzisyenden hepimizin öğrenecek çok şeyi var.
Akbank Caz Festivali iki yıldır güzel bir uygulama yapıyor. Festivalin ilk hafta sonu, ya Cumartesi ya da Pazar akşamını arka arkaya çift konsere ayırıyor. Geçen sene de öyle olmuştu, bu sene dün de! Önce, ilk okuduğunuz yazıda bahsi geçen John Surman ve ardından Mare Nostrum. Cazseverler için arka arkaya böylesi isimleri dinlemek ortalama dört saat süren gerçek bir caz kürüne dönüşüyor ki, yıl boyu akıldan çıkmayan bir lezzet pastası.
Zaten ülkemizde yeterince tanınan ve sevilen bir üçlü Mare Nostrum. Özellikle bahse konu albümleri gerçekten önemli ilgi gördü. Dün konser sonrası da satın alıp imzalatan kuyruğu epey yoğundu. Konseri sevgili Murat (Beşer)`le birlikte izledik. Aramızda bir yandan müziği, bir yandan çağrıştırdıklarını yorumlarken ortaya hayli renkli tespitler çıkarıyorduk. Her ikisi de İtalyan trompetçi ve bir önceki gece izlediğimiz Enrico Rava ile dün akşam Paolo Fresu`nun ne kadar farklı soundları olduğunu konuştuk. Akdeniz dilinin duygu yoğunluklu epik anlatımını düşündük. Fransızların bilseler dahi inatla İngilizce konuşmayı reddettiklerinden söz ettik (ki Richard Galliano İngilizce bilmiyor). Bir çeşit karmaşık görünümlü melodika çalan Galliano`nun tüm nefeslileri rahatlıkla çalabileceğine karar verdik. Konserde bir ara belki iki-üç dakikadan uzun süre kesintisiz, düz çizgi halinde trompet çalan Fresu`nun parça sonrası içeri geçerek oksijen takviyesi yapacağını sandık...
Yani...
Mare Nostrum, duygusal kalitesi oldukça yüksek müzikleriyle hafta sonunu uzun yıllar hafızamızı süsleyecek anılara çevirmeyi başardı.
23. Akbank Caz Festivali ilk üç günün en yoğun konser trafiğine sahipti. Şehrin farklı noktalarına yayılan konserler caz dinleyicisiyle sarmaş dolaş anlar yaşattı. Nardis`te bir başka çok önemli isim Jim Rotondi hariç tüm konserleri izleme şansımız oldu ama aşağıda sadece iki konseri günlüğe yetiştirebilidik.
Öyle konserler vardır ki ne kadar anlatsanız izledikleriniz ve dinledikleriniz yanında Nobel ödüllü romancı olsanız anlattıklarınız yine de hissettiklerinizi tarife yetmez. Dün gece Enrico Rava ile işte böyle bir konser izledik. Siz deyin son yılların, ben de diyim hadi son yılların konseriydi... Benzeri bir çok güzel konsere haksızlık etmek değil maksat, ne kadar güzel bir gece olduğunu anlatmaya çalışmak. Konser sonrası hadi yürüyelim dediğimiz an bastıran yağmur bile sonbahar cazına dönüştü, üstümüze iyilik oldu yağdı... O derece yani...
Konser nerdeyse tam zamanında başladı... Salon dolmuştu. Işıklar kararınca sahnede caz ve sinema yazarı, yaşam boyu başarı ödüllü sevgili Sevin Okyay göründü. Kısa bir açıklama yaparak konserin bu sabah kaybettiğimiz büyük oyuncu Tunçel Kurtiz`e ithaf edildiğini açıkladı. Alkış tufan koptu. Ardından gelen İtalyan ekibi sahnede yerini alınca Enrico Rava`da aynı açıklamayı bu sefer bizzat yaptı. Yine alkış tufan. Usta oyuncuyu sevgiyle andık.
Enrico Rava`yı elbette hepimiz yakından tanıyoruz ama yanındaki (davulcu) Fabrizio Sferra hariç hepsi gencecik insanlar. Peki nasıl bir konser olacak? Allah sizi inandırsın çarpılmışa döndük! Konseri sevgili Hülya (Tunçağ) ile birlikte izliyorduk, o piyanist Giovanni Guidi`ye takılıp kalırken bizler tromboncu Gianluca Petrella`yı hayranlıkla izliyorduk. Konser boyunca başta Avrupa caz basını onun için niye dünyanın en iyilerinden biri dediğini şimdi kendi gözlerimizle görüyorduk. Basçı Gabriele Evangelista ayrı bir yetenek olarak şaşırtırken daha tecrübeli ama yine de az tanıdığımız davulcu Fabrizio Sferra çelik gibi ritmleriyle inanılmazdı.
* * *
Başlıkta Avrupa cazında İtalyan rönesansı dedik, evet, gerçekten böyle bir duygu veriyor insana. Bir kere İtalya`nın Avrupanın güneyinde, daha blues, daha renkli, daha bize yakın, daha bıçkın, daha sempatik, daha fırlama, daha başına buyruk ve daha disiplinsiz olduğunu bir kere daha anlıyorsunuz. Geçen yıl bu sıralar kimi yazılara yükselen Fransız cazına dikkat diye notlar düşerken İtalyanların nasıl bir nesil yetiştirmekte olduklarını farkedememişiz. Yine geçen yıl, yine Akbank Caz`da bu sefer ACT konserinde böyle bir kaç genç ama kuzey Avrupalı isme bayılmıştık, yine tekerrür ama İtalyanlardaki sokak hali kuzeylilerde yoktu. Tabii İtalyanlar için bunlar tesadüfen olmadı. Başta bu isimleri bulup ortaya çıkaran ve uluslararası sahnede kendilerini göstermelerine olanak sağlayan Enrico Rava gibi bir büyük ustaları var. Bu konuda hayranlık uyandıracak kadar yaratıcı ve keskin bir müzisyen. Tabii bir de bestelere değinmek lazım. İnanılmazdı. Damarlarında akan kanın bütün genetik özellikleri müziklerine yansımıştı. Melodinin izleyiciyi müziğe düğümlediğini unutmuyorlar ama enstrümanlarının sınırlarıyla oynarken tahriş edici detaylara girmekten de çekinmiyorlar. Ne siz müzikten bir saniye dahi topabiliyorsunuz ne de onlar kendi aralarında bir anlık iletişim kaybına uğruyorlar.
Yani... Baylar bayanlar, Rava haricindeki bu genç isimleri bir yere yazın ve rastladığınız her an mutlaka ya albümünü alın ya konserine gidin. Ne yapıp edin ama kaçırmayın.
Böyle bir konserin ardından izleyicinin bu grubu kolay bırakmayacağı zaten belliydi ama ona rağmen sadece tek bir parça çaldılar; Quizas, Quizas, Quizas... İlk notalar başlayınca salonda harika bir duygu dolaştı. Dondurmalı parfe yerken yanında kahve içiyorduk sanki. Bu parçanın kaydı albümlerinde var mı bilmiyoruz ama son yıllarda sık sık yorumlanan ünlü parçayı çalmak isteyenler Rava ve ekibinin çaldığı haline kulak kabartsınlar lütfen. Sevecekler.
Aslında festival gecesine ilk önce Akbank Sanat sahnesinde başladık. Son albümü Masal`ı yayınladıktan sonra dünya alem izledi, dinledi ama nedense bizim zamanlamamız denk gelmedi. Gerçi konserde Masal`dan çalmadı. O şarkıları inşallah başka bir zaman diyelim. Ama Neşet Ağabey (Ruacan) ve Ece Göksu bize caz standartları ziyafeti çekti.
Gitar vokal duosu izleyen için keyif ama çalan söyleyen için zor bir iştir. Neşet Ağabey`in olgun ve `bold` gitar soundu Jim Raney tarzı bir kuşağın en sevdiği gitar çalımıdır. Cümleler temizdir. Anlatım kalitelidir. İfadeler güçlüdür. Konser salonuna büyük caz kasasından hürmet ettiren bir sound yayılır. Vokalin durumu daha önde haliyle. Herkes ona bakıyor. Ece Göksu`nun hem kendi kontrolü, hem salona olan hakimiyeti hem Neşet Ruacan ile ilişkisi oldukça başarılı. Salon nisbeten ufak bir salon olunca en ufak bir ses pürüzü dikkat çeker ama inanın tek bir tane bile olmadı. Standartlarda parça bitişleri hiç kolay iş değildir. Pes perdeden yükselen ses en tizle biter. Hataya imkan ihtimal vermez. Sevgili Ece Göksu`yu sakin, yerinde duygulu ve kimi zaman mimik oyunculuğuyla beslenen ifadeleri takip etmeyi hayli zevkli kılıyor. Daha ilk parça mesela; So In Love... Bu parçayı en son Roberta Gambarini`den dinlemiştik Hank Jones çalıyordu. Yine benzer bir ikili, hatta sonra CRR`de de izledik, sonradan vefat eden James Moody ile gelmişti. Evet, Gambarini iyi idi ama albüde dinlediğimiz kadını bulmakta zorlanmıştık ama dün Ece Göksu`nun So In Love`ı çok başarılıydı. Day in, Day Out ve diğerleri gibi... Yorumlarda mimikler eksik olmasın, standartların oyunculuğa da ihtiyacı var!
Katkılarından dolayı sevgili Leyla Diana`ya çok teşekkür ederiz.
23. Akbank Caz Festivali`ne dair yeni bir günlükten daha cazseverlere merhaba...
Bu geceki konser turumuzu da tamamladık. Festivalde bu akşam üç konser vardı, başlama sıralarına göre ilki Akbank Sanat`ta Tamer Temel Quartet ile Babylon`da Natalia Mann Trio ve aynı sıralarda Nardis`te başlayan Jim Rotondi Quintet. Birbirlerine çok yakın mekanlar olmalarına rağmen ikisi de aynı satte başladığı için umarız Rotondi`yi yarın akşam izleme fırsatımız olur diyerek harika geçtiğine inandığımız konseri ayrı tutuyoruz.
Müziğini olabildiği kadar yakından takip etmeye çalıştığımız isimlerdendir Tamer Temel. Önce ilk albümü Barcelona, şimdi ise ikinci albümü Bir Kedi Kara. Festival konseri sayesinde sanatçının yeni albümünü de dinlemiş olduk. Konsere albümde birlikte çaldığı isimlerle, yani piyanoda Serkan Özyılmaz, basta Volkan Topakoğlu, davulda Cem Aksel ve gitarda Eylül Biçer. Grup konsere albümdeki sıralamayla başladı, ilk üç parçanın ardından gelen Çakıl ilk parçalarda neler olduğunu anlamaya çalışan dinleyiciler için iyi bir özet oldu. Gerçekten hem albümün hem konserin en iyi parçalarından anlaşılan. Çok beğendik... Bu parçada dinlediğimiz müzisyenler arası başarılı geçişkenlik keşke ilk parçalarda da olsa. Çakıl`ın ardından bu kez konserin tek harici bestesi, bir Charles Mingus bestesi Sound of Love`ı seslendirdiler. Tamer Temel parçayı anons edince doğrusu zor ve meydan okuyan bir seçim yapmış diye içimizden geçmedi değil. Aslına bakarsanız o ana kadar dinlediğimiz Tamer Temel müziği için doğru bir seçim ama genellikle büyük orkestralarla dinlediğimiz ve kendini ele vermeyi katiyen sevmeyen, akıp gitmeyen bir parça olan Sound of Love bu kez Tamer Temel Quartet elinde başarılı bir yoruma dönüşmüştü.
Her şeyden önce hem tenor hem soprano saksofonu (hatta bazen soprano saksofonu daha iyi) çalan bir müzisyenimiz olması sevindirici. Hatta bir an gözümüzün önünden Wayne Shorter şöyle bir gelip geçmedi değil ne yalan (yalnız, sevgili Tamer`in çok daha iyi bir kondüsyona ihtiyacı var, süre olarak kısa sayılabilecek konserde dahi epey yorulduğu dikkatten kaçmadı, aslında sanatçılarımız keşke her gün konser trafiğine sahip olsalar, o zaman beden daha farklı bir uyuma dönüşüyor eminiz).
Türkiye caz sahnesinde yeni neler oluyor ve bestecilik bakımından yeni neler var diye merak edenlere keşfedilmeye oldukça açık bir albüm olan Bir Kedi Kara`yı hararetle öneriyoruz.
Festival gecesinin ikinci konseri Natalia Mann Trio`nun Babylon konseriydi. Uzun sayılabilecek bir süredir Türkiye de yaşayan başarılı sanatçının yakında İstanbul`dan ayrılacağına, ülkesine döneceğine dair şeyler duyduk, umarız doğru değildir, artık bizden biri olan bir arpisti kaybetmek kulağa hiç hoş gelmiyor.
Arpta kendisi, basta Dine Doneff ve perküsyonda İzzet Kızıl ile oldukçe etkileyici bir üçlüler. Perküsyondaki İzzet Kızıl için ayrı bir makale yazmak gerekebilir ama burası yeri değil ve o kadar geniş zamanımız da yok. Keşke bu üçlü çok daha sık konser verseler, şehir şehir dolaşsalar... Üniversitelerde, salonlarda... Etnik duygulu parçalar çaldılar. Biri mesela başlıkta değindiğimiz yağmur duasını anlatıyordu. Kurak yaz aylarında ekinleri zarar gören köylülerin ritüelini anlattılar bize. Doyulmayan anlara sahne olan konser Buttferfly Effect ile sona erdi ama bize mutlaka bir yenisiyle buluymak üzere diye gönlümüzden bir söz aldı. Umarız...
Sevgili arkadaşımız Leyla Diana`ya katkıları için çok teşekkürler.
Yeni bir festival günlüğüne başlarken cazseverlere güzel konserlerle dolu geceler geçirmelerini dileyelim. Dileyelim ki öyle olsun.
* * *
Dün konserler arası dolaşırken şunu bir kere daha farkettik, bu şehrin sokakları da ayrı birer festival. Eğer koşturmaca ve telaşın içinden bir an olsun sıyrılıp bakmayı bilmezseniz anın tedirginliği sizi büyük resimden koparır. Festivalin ilk gecesi, ilk konser durağımız Emirgan, Sabancı Müzesi The Seed oldu. Daha önce de gittik ama yazma imkanı olmamıştı, hiç değilse şimdi bir kaç satır değinelim. The Seed bulunduğu yerin bir kaç adım dışındaki caddede akıp giden hayattan kopuk bir yer değil. Şık ve fonksiyonel! Klübün içi tasarımı tavanından mekan aydınlatmasına, oturma yerleşimindeki modülerliği ile caz klübünden tutun orta boy konser salonu büyüklüğüne kadar her fonksiyona uygun mimariye sahip. Klasik konser semtlerine olan uzaklığına dair sitem ettiğinizi duyar gibiyiz, olabilir, ama klasik İstanbul trafiği şikayet kolaylığına düşmek yok! Bu hem The Seed`e, hem festivale hem de Malia`ya ayıp olur. Dostlar unutmayın, gittiğiniz yer Emirgan boğazın en güzel semtlerinden biri!
Konsere gelmeden önce Malia`nın Black Orchid albümünü dinlediyseniz eğer sizi neyin beklediğine dair bir fikriniz olmuştur. Malavi asıllı İngiliz şarkıcı son yılların en dikkat çeken isimlerinden. Neslinin ve ırkının gururu olan bir kadın görüntülü Malia aynı zamanda Fransızların ünlü bestecisi Andre Manukyan`ın da `yeni yıldız` payesini omzuna koruma şalı gibi atmış, güveni iyice artmış. Caz vokal dünyasında yazılı olmayan bir kural var, aslında hayattan bir kural, `ne yapıyorsan yap ama iyisini yap ve farklı ol!` bu satırları okuyan her cazsever eminiz Nina Simone şarkılarını hem Simone`dan hem ona hayran pek çok isimden sayısız kez dinlemiştir. Malia`nın farkı düstürdaki izah gibi; Nina Simone şarkılarını söylüyor ama taklit etmiyor. Not olarak belirtmeli ki çok uyumlu bir ekibi var. Alexandre Saada piyano, Jean-Daniel Botta bas, Laurent Series davul üçlüsü Malia`ın en büyük gücü. Saada`nın egzotik akorları, Series`in fırçaları adeta Nina Simone portresi resmeder gibiydi.
Konser Black Orchid albümündeki ilk parça My Baby Just Cares For Me ile başladı. Bildiğimiz tüm Simone şarkıları vardı ama şahsen bizim beklediğimiz Don`t Explain idi. Bu şarkı tam tersine esasen Nina Simone ile özdeşleşen bir parça değil, vokal efsanelerinin en sevdiği çalışmalardan ama işte bu büyülü şarkının öyle dramatik bir sırrı var ki! Sözlerini okursanız eğer yorumunda ağır bir tevekkül hisseder ve ister istemez yorumlarda o tevükkülü ararsınız. Malia`nın yorumu elbette iyi idi ama insan maalesef zihnimizde çınlayan bir Etta Jones yorumu gibi başka bir şey bekliyor...
Denir ki, eğer bu dünyada doğuştan şanslı biri olmayı istiyorsanız ya sıradışı bir güzelliğiniz olsun ya da zengin doğun... Chrysta Bell birincisi... Bu not elde var bir...
Bu ikisinden birine sahipseniz üstüne bir de egzantrik biri olun. Chrysta Bell egzantrik biri mi bilmiyoruz ama elinden tutan konseptörü David Lynch yeterince öyle biri...
Bizim cep telefonuyla çektiğimiz bu zavallı kalitedeki fotoğraf cümlelerin iddiası karşısında sizi şakınlığa uğratmasın, gerçek öyle!
Peki ya müzik?
Yoğun bir `electronik sound` bulutunun içinden süzülen müzik insanda çoğu zaman ya fiktif bir imgelem, ya bir soundtrack (ki öyle), ya mesela Luc Besson`un The Fifth Element filmindeki divayı anımsatan, üstüne bolca David Lynch gizemi ve Chrysta Bell buğulu sisi ile dinlemekten ziyade seyrettiğiniz bir şey olup çıkıyor.
Aynı gece içinde, saat 20:00 ile 12:00 arasında birbirinden çok ayrı üç konser ve üç müzikal dünya. İsveçli caz piyanisti ve besteci Mattias Nilsson tanımayanların az tanıyanların mutlaka daha yakından tanımaları gereken bir müzisyen. Gerçekten yetenekleri etkileyici... İsveç halk şarkıları ile solo piyano üzerindeki modern caz armonisi çok başarılı. Pek çok müzisyen sessizliğin gücünü müziğine katmayı sever ama bunu iyi yapan muhtemelen bir kaç kişiden biri Nilsson. O zaman diyoruz ki, fukara cümlelerle tarif etmeyi bırakıp şu YouTube videosu ne dediğimizi doğrudan anlatsın.
Sevgili arkadaşımız Leyla Diana`ya katkıları için teşekkürler...
Cazkolik.com / 26 Eylül 2012, Perşembe
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
nevcan hocaoglu
Merhaba Ben Helge Lien Trio konserini izleyemedim.Ama Burak Sulunbazin yazisi ile izlemis gibi oldum. Esbjörn Svensson benzetmeniz gruba isinmami sagladi.tarzini bildigim bir grubla kiyaslamak yeni baslayanlar icin oldukca yol gosterici olmus.Elinize saglik....
Bu Yoruma Cevap Yazın »