Ho Shi Minh`in, `68 kuşağının, savaşın ve zarif, narin kadınların ülkesi; Vietnam...

Ho Shi Minh`in, `68 kuşağının, savaşın ve zarif, narin kadınların ülkesi; Vietnam...

(Bu yazıya ait okunma rakamları 14 Şubat 2011 tarihinden sonrasına aittir.)


Değerli okurlarımız, dinlemeye başladığınız müziklerin listesini yazının en sonunda bulabilirsiniz. Müzikler tek bir liste halinde olup başından sonuna kesintisiz olarak devam etmektedir. Yorumlarınızı hemen üstteki ya da sayfanın en alt kısmındaki mavi butona basarak ekleyebilir, en yukarda bulunan sosyal ağ butonlarıyla sayfayı paylaşabilirsiniz.


Değerli Cazkolik okurları, bu ayki yazıya herkese mutlu ve umutlu bir Yeni Yıl dileyerek başlamak istiyorum. 2011’in hepimiz için hem başarılı, hem de bu başarının keyfini çıkartacak kadar huzur ve sağlık dolu olmasını diliyorum. Umuyorum yeni yılla birlikte her şeyden önce yenilenip tazelenmeyi başarırız ve yepyeni ufuklara genişleyip birlikte güzellikler yaratabilmeyi; sonra da bu yarattıklarımızı paylaşabilmeyi beceririz. Ve yine umarım herkes yeni yıldan beklediklerine eksiksiz olarak kavuşur. Ben kendi hesabıma, beni mutlu eden tüm uğraşlarımı sürdürebilmeyi ve yepyeni ülkelerde, yepyeni yaşamların “cazını” tadıp tanıyabilmeyi umuyorum. Ve tabii umuyorum ki, bu keyifleri paylaştığım insanlar arasında siz sevgili “cazkolikler” de hep olacaksınız.

Güzin Yalın


 Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar...

“Başka diyarların caz lezzeti…”

Uzakdoğu’nun adını en fazla duyduğumuz ülkelerinden birisi Vietnam, pek çoğumuz için sadece Amerika’nın anlamsız saldırısıyla başlayıp on bir yıl süren vahşi savaşın mekânı. Bu savaşa ait dünya basınında yer alan görüntüler, belirli bir yaşın üzerindekilerin hafızasında mutlaka hemen kolayca bulunup çıkarılacak kadar hâlâ canlı. Öte yandan politikayla ilgilenenler için, Vietnam ayrıca dünyada mevcut kalan beş komünist ülkeden birisi olarak da ilginç ve incelenip kıyaslanmaya değer.

Bazılarımız içinse Vietnam, tepeleri sisli, rutubeti boğucu, yeşili koyu dağların, göz alabildiğine uzanan pirinç tarlalarının, konik şapkaların altından, askıların ucunda omuzlarına astıkları sepetlerle egzotik meyveler taşıyan ufacık insanların gizemli ülkesi. Bu haliyle, birçok unutulmaz filmin ilham kaynağı ve çekim mekânı; Uzakdoğu egzotizminin en cazip merkezi; farklı ülkelerin romantik efsanelerine kapılanlar için, Fransız Çin Hindi topraklarının insanı en fazla çağıran, en gizemli yerlerinden birisi. Catherine Deneuve’lü ünlü “Indochine” filminin unutulmaz bazı kareleri görenlerin gözlerinin önüne hemen gelecektir, eminim. Zaten Çin Hindi genel olarak diğer komşu ülkelere oranla biz Batılıların hayalinde çok daha efsunlu, çok daha buğulu, çok daha büyülü maceralara gebe nedense.



Ama sanırım Vietnam çok az insanın kafasında, iyi niyetli, çalışkan ve yaratıcı insanların tarih boyunca başkalarının yanında hep dikkatlerden kaçmış olan güler yüzlü ince uygarlığının ülkesi olarak yer etmiş durumda. Veya tarihte pek çok kez saldırıya ve istilaya maruz kaldığı halde, hep bir biçimde bağımsız kalmayı, saldırganları yenmeyi başarmış olan dayanışma ülkesi olarak… Oysa Vietnam, tarih boyunca hem önemli bir uygarlık kurmuş, hem de önce Çin, zaman zaman Tayland, yakın dönemde Fransa ve nihayet Amerika’nın istilacı emellerini başarıyla kursağında bırakmış ve bunu çoğu kez kendinden üstün güçlere karşı savaşıp onları yenerek yapmış bir ülke. 

Vietnam gezimde ilginç bir durum yaşadım aslında; yukarıda saydıklarımın hepsi çok doğru olsa da, orada beni en fazla şaşırtan bunlar olmadı; ilgilenen herkesin az çok bileceği şeyler oldukları için belki. Bunların yerine ben, oraya gitmeden tam olarak bilmeme imkan olmayan başka şeylere şaşırıp kaldım; neredeyse nüfusa eş sayıda motosiklet, adını bile duymadığım gururlu ve inançlı prenslerin eşsiz kültür mirası ve varlığını bilmediğime çok utandığım kayıp Champa uygarlığı gibi. Asla kendimi bu kadar yakın hissedeceğimi gitmeden hiçbir şekilde hayal edemediğim bu güzel ülke, sahip olduğu ve ziyaretçilerine cömertçe sunduğu tarih ve doğa zenginliklerinin çeşitliliği açısından bana en çok Türkiye’yi hatırlattı. Birbirinden çok farklı pek çok güzellik Vietnam’ı, tıpkı Türkiye gibi ileride bir gün mutlaka tekrar gidip eksik kalanları görmek isteyeceğiniz bir yer haline getiriyor hemen.



Bir göl ve nehir ülkesi olarak, bol miktarda yeşillik ve sulak alan manzarasına ilaveten, dağların, denizlerin ve ormanların değişik güzellikleri… Tarihin farklı dönemlerine ait önemli uygarlıkların birbirinden etkilenmiş ama kendi içerisinde farklı ve güçlü izleri… Misafirperver insanların hangi dilde olursa olsun sizi anlamaya çalışan çabası ve yaşadıkları görece yoksulluğa rağmen asla vazgeçmedikleri gururları… Vietnam’da geçirdiğim günler boyunca bir tek dilenciye bile rastlamamın tesadüf olmadığını düşündüm hep. Bir tane arsız ve tutturan satıcı, bir tane duygu sömüren çocuk görmememin de. Ellerindekini sundular, alıp almayacağımı sordular ve eğer hayır cevabı aldılarsa, hemen yanımdan uzaklaştılar. Zaten Vietnamlılar çok çalışkan insanlar; hemen hepsi birden fazla işte çalışıyor ve bu yüzden anlamsızlıkla kaybedecek vakitleri yok.  Arı gibi gidip geliyorlar etrafınızda ve batı dünyası ile aralarında oluşmuş refah farkını, Uzakdoğu felsefesinin süzgecinden geçirerek, gerekli gördükleri alanlarda kapatmaya çalışıyorlar harıl harıl. Kolay değil, on bir yıl sürmüş feci bir savaşın yaralarını sarmaya uğraşıyorlar. Bu yüzden, utana sıkıla Saygon sokaklarında kapkaççılara dikkat edin dediklerinde, insanın aklına sinirlenip kızmak gelmiyor hiçbir şekilde. (Hem zaten Saigon ne de olsa Güney Vietnam’dı; yozlaşmış olması daha doğal geliyor insana!)


 
(Durmadan “Vietnamlılar” deyip duruyorum ya, burada bir parantez açıp bir düzeltme yapmam gerek aslında. Vietnam, sözcük anlamı olarak “güney ülkesinin insanları” veya “güney insanlarının ülkesi” demek. “Viet” kelimesi “güney insanları”, “nam” kelimesi de “ülke” anlamına geliyor ve orijinal söylenişi, “Nam Viet” şeklinde. Bu kelime sonradan ters çevrilerek, Vietnam’a dönüşmüş. Bu durumda ülkenin insanlarına “Vietler” yerine, “Vietnamlılar” demek de, Yunanlara, “Yunanistanlı” demek gibi anlam olarak yanlış olmasa da, kullanım olarak özürlü bir ifade biçimi aslında.)

Her ne kadar önceki yüzyıl tüm dünyanın pek çok noktasındaki anlaşmazlıklar yüzünden savaşın hiç eksik olmadığı bir zaman dilimi idiyse de, bazı felaketler diğerlerinden daha çok öne çıkıyor geriye bakınca. Bunların arasında, hiç şüphesiz, bizden çok uzakta olduğu için yaşattığı acıları tam olarak algılayamadığımız Vietnam Savaşı da var. İki milyon civarında insanın öldüğü bu anlamsız savaş, sadece Vietnam’ın değil, yöredeki diğer ülkelerin de kaderini değiştirmiş; bana sorarsanız, Amerika’nın da… Saigon’daki Savaş Suçları Müzesi’nde görüp okuyacaklarınız felaketin boyutlarını hatırlatmaya yetiyor da artıyor bile. “Free killing zone” gibi zaten bildiğiniz rezaletleri anımsıyorsunuz ve bunun Mylai köyü baskını gibi hafızalardan insanlık durdukça silinmeyecek olan iğrenç sonuçlarını yeniden gözünüzde canlandırıyorsunuz. Savaşın gidişatının Vietnamlıların lehine dönmesine sinirlenip intikam almaya kalkışan Amerikalıların sivil halk ve özellikle de kadınlar ve çocuklar arasında katliam yaptığı bir köy Mylai. Kurtulan tek kişi, çırılçıplak ve tabii ağlayarak köyünden kaçarken çekilen resmi Vietnam savaşının sembolü haline gelmiş olan kız çocuğu.

 

Vietnam Savaşının ister istemez yarattığı bir sonuç da, farkında bile olmadan bu savaşı Vietnam tarihiyle eş anlamlı algılar hale gelmiş olmamız. Oysa Vietnam’ın gerçekten ilginç ve zengin bir tarihi var. Doğal olarak bölgenin yüzyıllar boyunca süper gücü olan Çin’den çok etkilenmiş; Çin uygarlığından çok şey öğrenmiş Vietnam ama zamanı gelince esarete baş kaldırıp bağımsızlığını kazanmayı ve kendi kimliğini bulmayı da bilmiş. Aslında Çin Hindi’ne ilk yerleşenler bölgeye 25-50 binyıl önce gelen “negritolar”, yani zenciler. Daha sonra onların yerini güneyden, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen Avustronezya yerlileri almış. Bunlar, bugünkü Endonezyalı ve Malezyalıların da ataları. Vietnam’ın bugünkü halkıysa, Avustronezyalılar, Çin’den gelen Moğol özellikli bir takım Çinliler ve bir kısım Polinezya halkının karışımından meydana gelmiş. Vietnamlılar bu yüzden Çinlilere göre daha az çekik gözlü ve daha esmer.

Vietnam’da ilk uygarlığın kurulması M.Ö. 2500lere kadar geri gidiyor. Avustronezyalılar M.Ö. 1000 dolaylarında bölgeye geldiklerinde daha ortada Vietler yok, doğal olarak. Vietlerin yönettiği bir devlet olarak Vietnam bundan aşağı yukarı yedi yüz elli yıl sonra kurulmuş ve M.Ö. 111 yılında Çin’in egemenliği altına girmiş. Bu hükümranlık tam bin yıl sürmüş ve bu sürede Vietnam Çin’den pek çok başka önemli şeyin yanında çok temel iki beceriyi, yazıyı ve ipek yapmayı öğrenmiş.

Vietnam’ın Çin’den bağımsızlığını geri almasından sonra tarih, hemen tüm imparatorluklarda olduğu gibi, bir dizi hanedan değişikliği öyküleri şeklinde. 1500’lerin başından itibaren batılı serüvencilerin ve misyonerlerin ilgi odağı haline gelmiş ve 1887’de Kamboçya ile birlikte Fransa’nın Çin Hindi sömürgesinin bir parçası olmuş. Ho Shi Minh’in de içerisinde bulunduğu direniş hareketi sonucunda, II. Dünya Savaşı’nın bitiminde Vietnam özgürlüğüne kavuşmuş. Bağımsızlık sonrası Vietnamlılar, komünist partinin yönetiminde olmayan Güney Vietnam’ın Fransa ile işbirliğine gitmesi sonucu bölünmüşler ve Güney ve Kuzey Vietnam olarak ikiye ayrılmışlar. Güneyde tutunmaya çalışan Fransa bunun için Amerika’yı yardıma çağırdıktan kısa süre sonra pes etmek zorunda kalmış ama geride her ne kadar Amerika-Vietnam savaşı olarak bilinse de, aslında Kuzey ile Güney’in karşı karşıya geldiği bir iç savaş kalmış.



Tarihinden bu kadar söz edince, belki biraz Vietnamlıların Uzakdoğu felsefesine bakışları ve inançları üzerine konuşmakta yarar var. Vietnamlıların genel olarak mensup oldukları Budizm türü, diğerine oranla daha “güler yüzlü” olmalı ki, Vietnam’da Buda’nın en çok rastlayacağınız imgesi gülümseyen hali ve de üstelik bu sevimli Buda tombul ve göbekli. Sık sık boyanarak renklendirilmiş ve giysiler giydirilmiş Buda heykellerine rastlıyorsunuz Vietnam’da ve Huanan, yani doğurganlığı temsil eden çok kollu kadın Buda, diğer Budist ülkelerden çok daha fazla Vietnem’da karşınıza çıkıyor. Aslında, Vietnam’da hala en eski inanç ritüelleri en yaygın olanlar. Atalara tapınma hala günlük yaşamın olağan bir boyutu halinde; her aile kendi atalarına tapıyor ve iyiliklerin onların ruhlarından gelmesini bekliyor. Atalara tapınma dininin inancına göre, atalar öldükten sonra gökyüzünde yalnız gezen ruhlar haline geliyorlar ve yıl boyunca sadece tek bir gün yeryüzüne iniyorlar ki, bu tek gün de Vietnam’da “tet bayramı” olarak kutlanıyor. Diğer dinlerin çeşitli karmaşık inanç sistemlerine göre, inanması da, ritüellerini uygulaması da oldukça yalın ve kolay görünüyor, değil mi? Ama buna karşın, karmaşık olan yönleri de var. Örneğin, ölülerini önce eve getirip herhangi bir yere gömüyor atalara tapanlar ve üç ay sonra topraktan çıkartıp temizleyerek asıl yatacakları yer olan pagoda mezarlarına yerleştiriyorlar.

Vietnam’da atalara tapınma dinine ilaveten, hala çok yaygın olarak mevcut bulunan diğer inançlar da pagan ve animist özellikler taşıyanlar. Birçok farklı konudan sorumlu pek çok tanrı bunun en önemli göstergesi. Animizm içten içe her dini etkilemeye devam ettiği gibi, az sayıda tapınakta açıkça da uygulanıyor. Doğadan gelen kavramları içerdiği ve içerisinde faldan büyüye kadar pek çok renkli unsur bulunduğu için de, insanı ikna edip etkisine alması kolay oluyor. Aksi takdirde, bir baci töreniyle bileğimin etrafına bağlayarak selametini garantiye aldığım başıboş gezegen ruhlarıma olan inancımı izah etmem çok zor olurdu!

Vietnam’da gördüğüm kentleri ve doğal güzellikleri bir bir anlatmaya geçmeden önce, bu ülkede beni genel olarak büyüleyen bir iki şeyden daha söz etmeliyim. Bir kere, Vietnam her şeyden önce bir masal ülkesi… Sadece buğulu bir tülün ardına gizlenmiş gibi duran gizemli dağları ve birbirinden ilginç adetlere ev sahipliği yapan tapınaklarının büyülü havası yüzünden değil. Asıl, animist inancın doğal bir sonucu olarak, günlük yaşamdaki hemen her şeyle ilgili bir öykü var olması yüzünden. Yaşamın her boyutunu farklı bir tanrıdan medet umarak ve aksi giden şeylerin hesabını bu tanrılardan sorarak yaşamaya alışkın olan bir toplum Vietnam. Bu durum, doğal olarak, birçok efsane yaratılıp anlatılmasına neden oluyor. Dolayısıyla da, Vietnam bir masallar ülkesi. Kaldığım otellerde, yatağımın başucuna her gece çikolata veya şeker yerine kurdele ile bağlanmış bir kağıda yazılmış bir masal veya efsane bırakılmış oluyordu. Uyumadan öce bir masal… Çok hoş değil mi? Bu aynı zamanda da, Vietnamlıların daha önce sözünü ettiğim saflığının ve iyimserliğinin bir göstergesi bence. Bu masallardan bir-iki tanesini sanırım hiç unutmayacağım, “Sivrisineğin Öyküsü” gibi. Sivrisinek, bir sular ülkesi olduğundan ve de pirinç tarlalarının sulanma biçimi sivrisineklerin varlığını çok kolaylaştırdığından, Vietnam yaşamının yokluğu düşünülemeyecek bir parçası. Dolayısıyla, sivrisineklere karşı cibinlik ve sineksavarlar kullanılarak uyunan bir kentte, böyle bir masalı okuyarak uyumaktan daha uygun ve aynı zamanda daha ironik ne olabilir? Zaten ipek böcekçiliğiyle birlikte Vietnam’ın en eski ve en önemli üretim uğraşı olan pirinç yetiştiriciliği, pek çok açıdan bedeli ödenen bir zenginlik kaynağı. Her şeyden önce, pirincin ekimi iki farklı aşamada yapılan çok zahmetli bir şey. Pirinç tarlalarında, başka hemen her alanda olduğu gibi, daha çok kadınlar çalışıyor. Yılın önemli bir bölümünü bellerine kadar suların içerisinde geçiren bu kadınlar, doğal olarak ömürlerini sistit ve böbrek iltihabı gibi hastalıklardan yakınarak geçiriyorlar. Ama bu durum yıldırmıyor Vietnamlı kadınları; ülkenin kalkınması ve savaştan sonra yeniden ayağa kalkıp toparlanması, belki de savaşta erkek ölümlerinin daha çok olması yüzünden, neredeyse tamamen kadınların omzunda.



Vietnam’da beni en çok şaşırtan şeylerden birisi, aslında cehaletimin de bir göstergesi oldu; Vietnam alfabesi. İtiraf etmem gerek; Vietnam’a gidene kadar, tüm Uzakdoğu ülkelerinin kullandığı, kökenini Çinceden alan alfabeyi orada da göreceğimi zannediyordum veya onların da Loalar ve Kamboçlar gibi Sanskritçe benzeri farklı bir alfabe kullandığını görsem, herhalde şaşırmazdım. Oysa durum böyle değil; Vietnamlılar Latin alfabesini kullanıyorlar. Ama dillerinde mevcut olan birbirine yakın çok sayıdaki sesi belirtebilmek için, mevcut alfabenin harflerini, başka hiçbir dilde var olmayan çok sayıda aksanla çeşitlendirmişler. Hemen tüm harfler, üstlerine, altlarına ve tepelerine aynı anda koyulan muhtelif aksanlarla çeşitli sesler kazanıyorlar. Bu alfabenin bir de adı var; knog nugu ve yaratıcısı, Rodoslu Alexander isimli bir Fransız. Başlangıçta uzun süre bu alfabeyi sadece Fransız sömürge yönetimi kullanmış. 1906’da okullarda zorunlu hale gelmiş ve 1919’da da Çin’in etkisinden kurtulma çabasının bir parçası olarak, resmi alfabe olarak kabul edilmiş.

Daha önce de dediğim gibi, Vietnam’ın sadece tarihi değil, coğrafyası da çok ilginç. Coğrafi ilginçlik, Vietnam topraklarının biçimi ile başlıyor. Haritadaki görüntüsü bir ejderhayı andırıyor Vietnam’ın ve Vietnamlılar, bunun çok büyük bir şans olduğuna inanıyorlar çünkü Uzakdoğu kültürü için ejderha, Ortadoğu’da olduğu gibi tehlikeli ve korkunç bir şey değil; tam tersine, şansı temsil eden iyi kalpli ve uğurlu bir yaratık.

Dağlık bir ülke Vietnam ve ikliminden ötürü çok yeşil ve çok ıslak olduğu için bu dağların bizim kendi yöremizde bildiklerimizden çok farklı bir büyüsü, çok daha etkileyici bir görüntüsü var. Aynı zamanda da bir sular ülkesi olduğu için genelde bir gölün veya bir nehrin kıyısından bakıyor oluyorsunuz dağlara ve gördüğünüz manzara sıklıkla size bu dünyadan başka bir yerde olduğunuz duygusu verecek kadar hülyalı ve gerçek dışı oluyor. Üzerleri acı yeşil bir bitki örtüsüyle kaplı buğulu, sisli, gizemli dağlar ve tepeler birbiri ardında giderek solup gözden kayboluyor. Eğer suyun üzerindeki bir teknedeyseniz, neredeyse her kentte başka bir nehrin veya gölün bulunduğu bu ilginç coğrafyada olmaktan duyduğunuz hayretle karışık mutluluğun tadını çıkarıyorsunuz. Bazen de su kıyısında bir kafede, kentin yanmaya başlayan ışıklarına bakarak ve kendinizi birden ne kadar buralara ait hissettiğinize çok şaşarak, kafein miktarının yüksekliği ile ünlü Vietnam kahvenizi yudumluyorsunuz. Kahve, basitliğiyle sizi şaşırtan, iç içe geçmiş alüminyum süzgeçlerin bir fincanın üzerine oturtulmasından oluşmuş Vietnam usulü French press kahve aygıtıyla sunuluyor.

Vietnam’da önce Hanoi’a gidiyorum. Hanoi direnişin kenti; Amerika’yı dize getiren dayanışmanın merkezi; aynı zamanda da, geleneksel kolonyal dönem mimarisinin ve Fransız malikanelerinin adresi. Ülkenin idari merkezi olduğu için belirli bir ciddiyet de barındırıyor içerisinde. Daha sonra Saigon’u gördüğümde, bu anlamda İstanbul’un karşısında Ankara veya Pekin’in karşısında Şanghay’a benzetiyorum Saigon’un karşısında Hanoi’yu. Komünist rejimin merkezi olarak, yakın zamana kadar çok da yabancılara açık bir yer değilmiş ama artık geçerli olan değişim rüzgarlarından nasibini aldığı için bugün içerisinde bulunması çok zevkli, çok hoş bir şehir. Birçok birbirinden güzel tapınağı ve tarihi eseri mevcut ama beni en çok etkileyen Ho Shi Minh’in anıt mezarı ve içerisinde sergilenen mumyası oluyor. Kendini beğenmiş Fransızları ve Amerikalıları dize getirmiş olan insan Ho Shi Minh. Gerçekten gözlerimi yaşartan bir saygı hissediyorum, tek sıra halinde ve huşu içerisinde kurtarıcılarının mezarını ziyaret eden Vietnamlılarla birlikte Ho Shi Minh’in yattığı yerde neredeyse gülümseyen yüzüne bakarken. Huzur içerisinde yatıyor gibi geliyor bana; oysa savaşın sonunu göremeden öldüğüne göre, belki de son zamanlarında bazı kaygılar duymuş olmalı. Demek ki, inançlı ve güçlü halkının Amerikalıları nasılsa yeneceğinden tamamen eminmiş, Vietnamlıların deyimiyle Ho Amca

Hanoi ayrıca bir göller kenti. Özellikle Hoan Kiem gölü, çevresinde yeşeren yaşamla, gerçekten çok keyifli. Göl kenarlarında yer alan parklarda sabah çok erken saatte toplu halde thai chi yapıyor Hanoi’lular. İnsan elinde olmadan, hep gülümseyen yüzlerini, yaşamı tevekkülle karşılayan bakışlarını ve bitip tükenmez gibi gözüken enerjilerini acaba ne kadar thai chi’ye borçlular diye düşünüyor. Thuyta Cafe başta olmak üzere, bu gölün çevresindeki restoran, kafe ve çay bahçelerinde soluklanmak şart, Hanoi’un gerçekten tadına varmak için. Gölün manzarası özellikle akşam olurken çok güzel. Kentin yavaş yavaş yanan ışıkları, gölün çevresinde, klasik deyişle, inci gerdanlık gibi duruyor.

Hanoi’da birçok tarihi yapı da mevcut. Bana sorarsanız, en ilginçlerinden biri 1070 yılında edebiyatçıların ve araştırmacıların onuruna yaptırılmış ve Konfiçyüs’e adanmış olan Edebiyat Tapınağı. Vietnam’da kurulan ilk üniversitenin de mekanı burasıymış. Bu üniversite, askerlerin çocuklarını eğiterek devlet memuru yetiştirmek için kurulmuş ve bahçesindeki taş dikitlerde 1442’den 1778’e kadar yapılan yüz on altı sınava girenlerin isim ve derece listesini taşıyan seksen iki tane taş dikit var. Bu dikitler, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir arşivleme sistemi olarak, türlerinin tek örneğini oluşturuyorlar. Hanoi’da, kentin sembolü olan Tek Sütunlu Pagoda ve Ngoc Son tapınağı da mutlaka görülmesi gereken yapıtlar arasında. Başka bir yerde bu kadar çok tapınağı peş peşe incelemek yorucu olabilir ve karmaşa yaratabilir belki ama Vietnam’daki tapınaklar daha ziyade ortak yaşam alanı gibi oldukları için oldukça keyifli yerler.



Bense, Hanoi’un keyfini çıkartmak için, iki şey daha yapıyorum. Birincisi, bir çekçekle kenti bir baştan bir başa kat etmek. Bu başka bir kenttekine göre oldukça farklı bir deneyim çünkü Vietnam’ın bir motosiklet ülkesi olduğu bu gezide çok iyi anlıyor insan. Karınca sürüsü gibi yüzlerce motosiklet sağından solundan son hızla geçip insanın başını döndürüyor. Zaten biraz sonra da, kentin herhangi bir caddesinde bu motorların altında kalmadan karşıdan karşıya geçmek için insanüstü bir çaba sarf edeceğim. Vietnam’da, iri domuzlardan saman balyalarına kadar pek çok şeyin şehirlerarası yollarda bu motorlarla taşındığını görmek mümkün. Özel olarak motosikletleri ve taşıdıkları türlü çeşit tuhaf yükleri görüntüleyen kitaplar bile mevcut. İkinci yaptığım şey de Opera Meydanı’na gidip operanın hemen önündeki çay bahçesinde ve bir arka sokakta Hanoi Hiton Oteli’nin yanındaki Le Corner Cafe’de bir şeyler içmek.

Hanoi’un bir başka önemli özelliği de, mutfağı. Hanoi mutfağının, Vietnam mutfağı içerisinde tıpkı Gaziantep mutfağının Türk mutfağındaki yerine benzer bir yeri var. Minang Restoran’da yediğim yemekler arasında, özellikle portakallı ördek, tatlı patates çorbası, papaya salatası (evet, ille de papaya salatası!), soğanlı ananas sote, tatlı pirinç şarabı ve de ejderha meyvesi (dragon fruit) aklımdan çıkmamak üzere hafızamda yer etti. Zaten Vietnam mutfağı en çok bugüne dek dünyanın her yerinde Uzakdoğu ve özellikle de Çin yemeği niyetine yediğim her şeyi, Çin’de yediklerimden çok daha fazla içerisinde barındırmasıyla ilgimi çekti. Yiyecekler çok taze ve çok lezzetliydi ve bölgesel farklılıklardan ötürü yemekler çok çeşitli ve çok renkliydi.

Hanoi’dan sonra yolum, Ninh Binh kentine uzandı. Burası aslında fazla bir özelliği olmayan küçücük bir kent ama “Indochine” filminin en güzel görüntülerinden birisini oluşturan Tom Kok mağaraları burada. Görenler hemen hatırlayacaklar; çevresi Uzakdoğu’nun büyülü tropik yeşilliğiyle çevreli bir nehirde yer alıyor bu üç mağara  ve kendinizi dörder kişilik teneke teknelerle gezdiğiniz bu nehrin inanılmaz sessizliğine ve huzuruna en çok kaptırdığınız anda karşınıza çıkıyorlar. Büyülü bir masal ülkesinde, teknenizle birbirinin peşi sıra, bazı yerlerde çarpmamak için başınızı eğmek zorunda kalacağınız kadar alçak olan mağaraların içerisinden geçip yeniden nehrin aydınlığına çıkıyorsunuz; etrafta giysileriyle bellerine kadar suya girmiş, serdikleri ağlardaki balıkları kontrol eden balıkçılar oluyor. Kayıkların küreklerini iki kişilik bir Ninh Binh’li ekip çekiyor. Bu kayıkçılardan en az birisi mutlaka kadın ve de çoğunlukla birbirlerinin akrabası oluyorlar. Son derece sevimli ve cana yakın bir biçimde ne yapıp edip sizinle sohbet ediyorlar. Öyle ki, bir ara Fransızca konuşmakta olduğumuzu fark edip, ”Hey, Tanrım! Ben Fransızcayı ne zaman sökmüştüm?!” diye kendi kendime şaşıyorum. Kolları yorulduğunda, kürek çekmek için son derece büyük bir maharetle ayaklarını kullanıyorlar ve kayıktan inmeden size mutlaka üzerindeki naif Vietnam desenlerini elleriyle işledikleri masa örtüleri satıyorlar.


 
Tom Kok için herkes “ancak Ha Long ile kıyaslanacak güzellikte” dediğine göre, artık Ha Long Körfezi’ne gitme zamanı geldi. Ha Long’a, turistik kent Bai Chai’dan ulaşmak gerekiyor. Burası Antalya’yı anımsatan ve komünist yöneticilerin yazlıklarının bulunduğu bir kıyı kenti. Ha Long, “ejderhanın denize indiği yer” anlamına geliyor ve dağlardan inen bir ejderhanın kuyruğunu çarptığı yerlerde oluşan çukurların deniz suyu ile dolmasından meydana geldiğine inanılıyor. Vietnam’ın en önemli doğal hazinesi olan bu Çin Denizi körfezi, havadaki nem yüzünden, tüllere sarılı gibi hülyalı, buğulu ve gerçek dışı gibi görünen üç bin civarında kalker tepe şeklinde minik ada. Aralarında tekneyle dolaşırken başka bir gezegene geçtiğiniz veya boyut değiştirdiğiniz duygusuna kapılıyorsunuz. Üstelik, isterseniz, teknede geceleyerek körfezde güneşin bu rüya görüntüsü üzerinde batışını ve doğuşunu izlemeniz de mümkün.

Bir sonraki durak, Da Nang kenti… Burada önce çok önemli ve hiç bilinmeyen bir antik uygarlığı, Champa Devleti’ni tanıyacağız ve sonra Da Nang’ın çok yakınındaki Hoi Anh kentine bir göz atacağız. Hoi Anh, Çinli, Japon ve Avrupalı tüccarların kurduğu bir liman kenti. Thu Bon nehri deltasında kurtulmuş ve zaman içerisinde, tıpkı Efes gibi, delta alüvyonlarla dolup liman niteliğini kaybedince, önemini de yitirmiş. Bu yüzden de savaş sırasında Da Nang bombalandığı halde, Hoi Anh hiç bombalanmayarak sapasağlam kalmış. Tiyatro dekoru gibi, son derece otantik bir eski zaman kenti. İçerisinde bulunan çok sayıdaki sanat galerisinde, dünyada son yılların yükselen yıldızı olan Vietnam sanatının pek çok ilginç örneğini bulmak mümkün. Sadece bisikletlerin girmesine izin verilen daracık sokakları, nehir kıyısında, Japon mahallesini Çin mahallesine bağlayan Japon Köprüsü’nün civarında ve kentin merkezinde yer alan kafeleri, restoranları ve dükkanlarıyla ve özellikle de ilginç pazarıyla kendinizi rahat ve huzurlu hissederek keyifle gezip tadını çıkaracağınız bir küçücük kent. Demir ağacı ve abanozdan yapılmış ahşap evlerin genelde iki kapıları var. Ön kapı caddeye bakan yüzde yer alan bir dükkana ait, arka kapı arka sokağa açılıyor ve o dükkanın deposuna ait; dükkan ile deponun ortasında kalan daracık mekan ise, insanların yaşam alanı. Eh, ne de olsa burası kurulduğu günden beri tüccarların yaşadığı bir alışveriş kenti olmuş; bugün de gelenek sürüyor. Gelenek deyince, bizim Akdeniz’de sıkı sıkı darıldığımız bir batıl inanca bura da da rastlatıp seviniyorum; Hoi Anh’da hemen tüm evlerin kapılarında, tıpkı nehirdeki tüm teknelerde olduğu gibi, nazara karşı göz resimleri asılı. Kentte özel olarak, Phuc Kien Tapınağı animist bir tapınak olduğu için, Phung Hung evi ise içerisindeki mutluluk, zenginlik ve huzuru simgeleyen üç heykeliyle çok ilgimi çekiyor.

 
Hoi Anh’dan sonra sırada eski imparatorluk başkenti Hue var. Pekin’deki “Yasak Kent”in küçük bir kopyasını da içinde taşıyan Hue, Vietnam’ın hızla gelişmekte olan diğer kentlerine göre çok daha değişmeden kalabilmiş bir yer. Bir zamanların bilginler kenti olan Hue’de bugün de beş üniversite var. Hue temel olarak bir sanat ve kültür kenti ve Fransız kültüründen en az etkilenmiş bölgelerden birisi. Kentteki parklar heykellerle dolu. Konik Vietnam şapkalarının icat edildiği yer de burası. Bir Vietnam atasözüne göre, “Çinlinin mutfağı, Fransızın binası, Hue’nin ise, kızları makbul ve meşhur.” Doğrusunu isterseniz ben bir fark göremiyorum çünkü Vietnam’de gittiğim her yerde, ne denli yoksul ve üst baş fakiri olurlarsa olsunlar, inanılmaz bir zerafete, bir kuğu alımlılığına sahip genç kızlar görüyorum sürekli. Her ne kadar Hue’deki saray yani “yasak mor kent”, bayrak kulesi ve kutsal toplar ve Tay Hoa sarayı de çok ilginç ise de, bence Hue’deki en ilginç yapılar İmparator Mezarları. “Mezar” dendiğine bakmayın, imparatorların hayattayken biraz da nam olsun diye yaptırıp içerisinde yaşadıkları birer binalar kompleksi aslında bu mezarlar. O kadar ki, dakikalarca gezip yatak osaı, çalışma odası, yemek odası gibi birçok mekan içeren tüm mezar alanını gördüğünüzde aslında hala imparatorun asıl gömülü olduğu yeri görmemiş olmanız mümkün. Bence özellikle ilginç olanı Khai Tin mezarı. Eşcinsel olduğu tahmin edilen bu imparatorun makyajlı resimlerinin de bulunduğu bu mezar, tamamen eklektik bir anlayışla, Fransız demiri, Japon kristali, Çin porselen, kullanılarak yapılmış bir “kitsch” sanat harikası.

Vietnam’daki gezim, Güneyin ünlü kenti Saigon ya da yeni ismiyle Ho Shi Minh Kenti’nde son buluyor. Güneyde hala zaman zaman Saygon dense de, kuzeyliler için burası yalnızca Ho Shi Minh kenti. Bu isim, Ho Amcaya saygı göstermenin bir yolu olduğu kadar, güneylilerin savaş sırasındaki ve öncesindeki işbirlikçiliklerine verilen bir ceza, onlara hatalarını unutturmamanın da bir yolu gibi. Ho Shi Minh kenti, Hanoi’a oranla daha fazla yaşayan, daha çok refah görmüş bir kent gibi sanki;  yozlaşması da daha çok, suç oranı çok daha yüksek. Kentin sokaklarını, dünyanın herhangi bir yerindeki kişilik sahibi herhangi bir kenti yaşarken hissettiklerimi hissederek dolaşıyorum. Kentte bol miktarda Çinli ve bir de Çin mahallesi var. Ama buradaki Çinliler, kentin altın ticaretini elinde bulunduran zenginler. Trafik durumu Hanoi’dan farklı değil; neredeyse nüfusa eşit sayıda motosiklet var. Saygon Nehri’nin kenarındaki tekne restoranlar beklenmedik bir hoşluk; Dong Khoi ve Le Loi caddelerindeki kent merkezi sadece dükkanlar değil, kafelerle de capcanlı. Özellikle Cafe Givral ve şimdilerde Gloria Jeans’e dönüşmüş olan Cafe Brodard Fransız döneminden kalma ilginç mekanlar. Nguyen Hue caddesinin sonundaki ünlü Rex Oteli çatı bahçesindeki barda Yunan asıllı bir Kanadalı bir şarkıcının söylediği, hala savaş yıllarının esintilerini taşıyan Amerikalı şarkıları dinleyip ardından beni Türkçe selamlamasına tanık olmak sürprizlerin en beklenmeyeni… Otelin hemen yanında şimdi Halk Komitesi Binası olan 1908 yapımı Hotel De Ville ve onun önünde, içerisinde Ho Shi Minh’i bir çocuğu okşarken gösteren bir heykelin bulunduğu küçük ve düzenli park var. Sonra Paris’teki kuleyle eş zamanlı olarak Eiffel’in yaptığı dünya güzeli postane binası; Fransız taşrasının silik; kişiliksiz katedrallerinin bir benzeri olan Notre Dame Katedrali; dünyanın bu ucundaki yoksul v e komünist bir ülkede en son karşınıza çıkması beklenen şey olması gereken Armani, Gucci ve Louis Vuitton mağazaları; yüzyıllık Belediye Tiyatrosu, her şeyin satıldığı Ben Thanh çarşısı, üzerinde helikopter pisti bulunan uzay mekiği kılıklı gökdeleni ve tabii insanı insanlığından utandıran Savaş Suçları Müzesi ile Saigon ilginç ve güzel bir kent.



Vietnam böyle… Aslında daha anlatacak çok şeyi var; pirinç tarlalarında çalışanların can sıkıntısından icat ettiği su kuklası gösterileri, ziftlenmiş hasırdan yapılan yuvarlak sepet kayıklar ve sadece kalabalık dar mekanlı kentlerde değil, yeni kurulmuş geniş alanlı yerlerde bile mevcut olan Vietnam’a özgü bir buçuk iki metre cepheli koridor biçiminde dar evler gibi.  Ama ona bakarsanız daha ikinci gidişte görülecek birçok yeri de var, Çuçi Tünelleri, büyük Gao Day tapınağının bulunduğu Tay Nin Kenti, Sapa Vadisi, Mekong Deltası gibi. En iyisi şimdilik bu geziyi burada kesip yaşanan / anlatılanların ilham ettiği yeni adreslerin hayaline dalmak…

Fotoğraflar Güzin ve Tuygan Yalın tarafından çekilmiştir.

Güzin Yalın / 04 Ocak 2011, Salı



 Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri... 

“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”

        

01 Nocturne / Secret Garden / "Songs From A Secret Garden" albümünden
02 Bitmemiş Tango / Işın Karaca / "Bir Ömür Yetmez" soundtrack albümünden
03 Rain / Jose Feliciano / "The Best Of Jose Feliciano" albümünden
04 Sabre Dance (A. Khachcaturian) / Suzy Wang / "Zapateado" albümünden
05 Şın u Şaye / Aynur / "Rewend" albümünden
06 Greenfields / The Brothers Four / "Greenfields" albümünden
07 Gülnihal (Dede Efendi / Balcı) / Tuncay Yılmaz / "Rosepage" albümünden
08 Little Drummer Boy / Pink Martini / "Joy To The World" albümünden"
09 Libiamo N’elite Calici (Brindisi / La Traviata / Verdi) / Carlo Bergonzi, Joan Sutherland / "Opera Arias and Duets" albümünden
10 Morning Has Broken / Cat Stevens / "Teaser and the Firecat" albümünden

        


 Ayın  Kitaplarından Seçmeler... Ayın Kitaplarından Seçmeler...

“İnsanı en cesur gezilere kitaplar götürür…”

E-kitap kolaylığının yavaş yavaş tüm dünyayı sardığı şu günlerde, bu olaya hiç karşı olmamakla birlikte, elimde tuttuğum bir kitabın dokunuşunu ne kadar sevdiğimi bir kez daha fark ediyorum. Ben teknoloji ne denli gelişirse gelişsin, bir yandan da bir kütüphaneye girdiğimde duyduğum kitap kokusunun baş döndürücü lezzetini ve sayfalarını her çevirdiğimde sonuna yaklaştığım için taslandığım bir kitabın büyüsünü ölene dek yaşamak istiyorum galiba. Kısacası, şimdilik yeni yılda da sizlere basılı kitaplar tavsiye etmeyi sürdüreceğim gibi görünüyor. (Ama meraklısı için, e-kitap önerilerinin de eli kulağında...)

Bir de sizden önerilerim hakkında ne düşündüğünüze dair geri dönüş alabilsem!

      
 
 - “Vietnam Efsaneleri Vietnam Söylenceleri” / F. Honzak, M. Zakova, P. Müllerova / Okyanus Yayıncılık
- “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” / Mario Levi / Doğan Kitapçılık
- “İstanbul Ansiklopedisi” / Kolektif / NTV Yayınları

Bu ayki ilk kitap size anlattığım ülkeyle ilgili. Bu her zaman yaptığım bir şey değil ama konu Vietnam olunca kaçınılmaz hale geldi. Vietnam ile ilgili size aktarabildiklerimin arasına ülkenin vazgeçilmez lezzetlerinden olan efsaneleri katabilmem mümkün olmadığı için bu güzelim öyküleri de ayrıca okuyup keyfine varın istedim.

İkinci kitap daha önce de İstanbul’u kitaplarının ana ekseni haline getirmiş bir yazardan. Mario Levi bu kez İstanbul’un anılarındaki yerinin izine düşmüş. Kolay okunan bir yazar değil Levi, tadına varmak için emek vermek gerekiyor ama bu durum yazdıklarından aldığınız keyfi katmerlendiren bir şey bence. Bu sefer de, her ne kadar tüm öznel koşullarıyla kendi İstanbul’unu anlatmış olsa da, yine İstanbul’da yaşamayı becermiş herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir eser çıkartmış ortaya.

Üçüncü kitabın da İstanbul hakkında olması tesadüf değil. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması, kentimizle ilgili birçok yeni yayın yapılmasına neden oldu. Aslında bu kadar çok yayın arasından seçim yaparken tabii seçici olmakta yarar var ama İstanbul “hakkında ne kadar yazılsa azdır” bir kent olduğu için bu alandaki kitapların artması bence son derece sevindirici. Benim önerdiğim, belki de bilinmesi gereken her şeyi içermek iddiasında olan bir kitap çünkü adı üzerinde, bir “İstanbul Ansiklopedisi”. Okumaktan ziyade, gerektikçe açıp bakmak için her eve lazım…

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Güzin Yalın

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

  • Seher Kuskulu
    06 Ocak 2011 Perşembe 03:50

    Her bir yazinizi birbirinden ilginç Güzin Hanim şimdi yaziyi bitirdim inanin gezmiş gibi oldum yazi açilişta ilk müzik özelliklemi seçtiniz bilmiyorum ama çok güzel denk gelmiş doğrusu. en aşağıdaki siteminizde haklısınız hepsini tek tek okuyorum yazilarinizda ama fikir belirtmek hiç aklıma gelmemişti şimdi siz yazınca ayıktım. sevgiler. Seher.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Belgin Akaltan
    11 Temmuz 2011 Pazartesi 03:48

    Bu yazıya ait müzikler çalmıyor, eklenmemiş...

    Bu Yoruma Cevap Yazın »
  • Tomris Pural
    04 Aralık 2023 Pazartesi 12:05

    Bu yazıya bundan daha güzel bir müzik inanın ki seçilemezdi.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.