Playlist en alttadır
Yeryüzünde insanın elini değdirmediği ve uygarlık adına değiştirmediği bir yer kaldı mı, doğrusu bilmiyorum. Kimselerin henüz ulaşmadığı, tamamen meçhullerle dolu bir noktanın hâlâ var olduğunu sanmıyorum ama zaten dünyanın “uygar” geçinen bölümünde son zamanlarda olup bitenlere baktıkça, bu kavramın tam olarak neyi tanımladığını da artık galiba bilemiyorum. Bu yüzden de gezegenimizin “ilkel ve yabani” ve hatta “vahşi” olarak nitelendirilen köşelerinde, yaşamakta olduğumuz hayatın beni çok yoran ürkünç gerçeklerinden uzaklaşmayı ve günlük yaşantıma dair sürekli hatırlamak zorunda olduğum yüzlerce detayı bu farklı dünyalarda bir süreliğine unutabilmeyi giderek daha fazla seviyorum. Sanırım görece “az uygar” toplulukların sade yaşam biçimleri, onların bozmaya kalkışmadığı doğa güzellikleri ve bulundukları uzak coğrafyaların gizemli gelenek ve ritüelleri yalnızca bu konuları her zaman çok merak ettiğim için değil artık biraz da insanı böyle başka bir olası boyuta taşıyabildikleri için cazip geliyorlar bana. Ve içimdeki bu gidivermek dürtüsü karşı koyulmaz bir hal aldığında kendimi, ne gitmeden çevremden duyduğum “ne işin var oralarda?” sözlerini ne de döndüğümde söyleneceğini bildiğim “kıskanıyorum, ne kadar şanslısın!” yorumlarını doğrusu hiç hesaba katmadan, çoktan hedefime kilitlenmiş buluyorum.
Bana işte böyle dünyayı tamamen unutturan, çok farklı bir yeni geziden çok yakında döndüm. Şimdi tutup “kaçamadığım o dürtüye ve her daim mevcut meşhur merakıma boyun eğerek bu sefer de kalkıp Endonezya’ya ve Malezya’ya gittim” desem, eminim bu ülkelerin isimleri size, konunun geri kalan kısmıyla pek fazla ilgilenmeyeceğiniz kadar tanıdık ve sıradan gelir. Oysa ben bu sefer tam da yukarıda sözünü ettiğim türden yaban ve doğal güzelliklerle dolu, sanki başka bir dünyaya gitmişim duygusu veren masal diyarlara ve buralarda sürmekte olan doğayla uyumlu yaşamlara bu iki ülkede ulaştım. Bu son yaptığım gezide sadece haritada binlerce kilometre uzağa değil, bir yandan da adeta zamanda binlerce yıl geriye gitmiş oldum. Yaşadığım yerden çok farklı bu coğrafyada, birbirine nispeten yakın ama yine de birbirinden tamamen uzak ve hatta sanırım büyük olasılıkla birbirinden habersiz iki kabileyi ziyaret ettim. Kendimi yeniden yeryüzünün böyle akıllara ziyan bir uzak köşesinde bulmanın şaşkın mutluluğu bir yana, oradaki yaşamların içine girmenin bu kez bana ardımda bıraktığım olağan hayatı her zamankinden çok daha fazla sorgulattığını da ayrıca fark ettim... Çünkü bir defa daha dehşetle hissettim ki insanoğlu denen canavarın dünyayı getirdiği noktada, hâlâ bozulmamış ve güzel kalabilen her şey, aslında ilkelliği ve yabanlığı bozulmadığı, sözde daha “uygar” olan bir başka biçime henüz evrilmediği için bu haldeydi.
Kısacası, bu son gezi benim için birçok bakımdan çok özel ve çarpıcı oldu. Çünkü bu kez Güneydoğu Asya’da, hayal adalarım Papua’da ve Borneo’daydım! Yani önce, şu çok uzak denizlerdeki, nerede olduğunu tam çıkartamadığımız (acaba tam olarak hangi deniz?) ve adını da sürekli yanı başındaki ülkeyle karıştırdığımız adada ve sonra da şu ismi sık sık üzerindeki sultanlığın adıyla karıştırılan, sanırım ada olduğu bile pek fazla bilinmediği gibi çok kimsenin hangi kıtada olduğunu da tam olarak hatırlayamadığı (orman olmasın? Yoksa şehir miydı?) o kocaman diğer adada... Aslında bu gezi için ta başından beri iyiden iyiye heyecanlıydım çünkü hem Endonezya’ya daha önce de gidip zaten çoktan aşık olmuştum hem de Malezya topraklarına ilk kez ayak basacaktım. Ve çünkü sanırım aklımın bir kenarında, ilk görüşte sevdiğim bu diyara bilmediğim köşelerini de bir gün keşfetmek ve kim bilir daha ne şaşırtıcı başka yaşamlara da tanık olmak üzere geri gitmek yıllardır zaten hep vardı. Ve böylece, bir akşamüstü Pasifik Okyanusu’nun ortasında, beş-altı metrelik fiber bir tekne içinde, anlatsam katlandığım için deli olduğuma hükmedeceğiniz koşullarda havanın azizliğiyle mücadele ederken, birden kendimi dalgaların sallantısına, rüzgarın uğultusuna ve deniz suyunun yüzüme çarptığı anda tuz tadı olarak dudaklarıma yerleşip kalan lezzetine teslim olmuş buldum. Mutlulukla gözlerimi kapatmıştım. Deniz çalkantılıydı, tekne bir türlü sağlam durmuyordu, dalgalardan sırılsıklam olmuştuk, güneş sabahtan beri yüzünü göstermediği için yol üzerindeki canım resiflerin yanlarından gerçek renklerini göremeden geçiyorduk... Ama ben ne korku, ne yorgunluk, ne de kızgınlık veya hayal kırıklığı hissetmiyordum. Sadece sonsuz bir minnet... Koşullar ne olursa olsun, bulunduğum yerde olduğuma şükretme duygusu. O an yalnızca dünya haritasının üzerinde minicik bir noktaydım ve de iyi ki o nokta Pasifik’in ortasındaydı...
Durun ama, burada bir soluklanalım ve ben en iyisi, duygularımı ortalığa döküp saçmayı bırakıp yolculuğun en başına dönerek her zamanki gibi bu ilginç diyarlara sizi de birlikte götüreyim. Macera bu sefer Endonezya’nın sekiz eyaletinden birisi olan Papua’da başlıyor. Başkent Jakarta’dan aktarmalı olarak geldiğimiz Jayapura’da, yani bu eyaletin başkentinde. Buraya gelmeden Jakarta’nın eski şehir merkezindeki Fatahillah Meydanı’nda, ünlü Batavia Cafe’de yıllar sonra yeniden kahvemi içmiş ve Jalan Surabaya caddesindeki Pusat Barang Antika Pazarı’nda çıktığım hazine avında çok eski cam boncuklardan yapılmış şâhâne bir kolye bulmuşum. Mutluyum yani; neredeyse güneşin altında patilerini yalayan doygun bir kedi gibi keyifliyim. Bu yüzden, İstanbul’dan gelmek için on bir buçuk saat uçtuktan bu kadar kısa süre sonra buradan da Jayapura’ya ulaşmak için beş buçuk saat daha uçacak olmayı hiç kafama takmıyorum. Hem zaten belli mi olur, belki de hızla su seviyesinin altına batmakta olduğu için yakın zamanda boşaltılmasına karar verilen Jakarta’yı dünya gözüyle bir daha göremem. İyi ki geldim yani, iyi ki... Üstelik bu gezide sürekli uçmaya, daha doğrusu havada karada veya denizde sürekli “gider” halde olmaya şimdiden kendimi hazırlasam iyi olacak çünkü on beş günlük programda tam on bir uçuş var. Bunun nedeni lükse olan düşkünlüğümüz değil, ulaşmaya çalıştığımız yerlere başka türlü makul sürelerde gitmenin mümkün olmaması; çoğu kez yollar yok denecek kadar bozuk. Tabii bu uçuşlara bir de tekne ve araba yolculuklarını eklemek gerek. Yeri gelmişken söyleyeyim, seyahat boyunca hava, kara ve denizde toplam otuz-otuz beş bin kilometre yol yapacak, iki tam gün tutarında zamanı da uçarak geçireceğiz. (Üstelik o an daha bilmiyorum ama gezinin sonunda buna bir de Malezya’nın tüm havaalanlarında sistemler çöktüğü için uçak kalkmadan saatlerce içinde beklemelerin ve check-in yapabilmek için verilen mücadelelerin süresini eklenmek zorunda kalacağım!) Yer kürenin çevresinin toplam kırk bin kilometre civarı uzunlukta olduğu düşünülürse, kabul etmek gerek ki bizimki hiç küçümsenecek bir yol değil... Ama işte dünyanın bir ucuna, okyanusun ortasına, yağmur ormanlarının bu kadar derinine de böyle zorlanıp yorulmadan gelecek değildik herhalde!
Jayapura’nın, başkent olduğu için çok büyük ve gelişmiş olmasını beklemeyin sakın. Tahmin edilebileceği gibi, merkezinde fazla bir özelliği olmayan kendi halinde bir uzak Asya kenti. Benim için önemi, gezinin aslında ilk durağı sayılabilecek Wamena’ya yani ziyaret edeceğimiz kabilenin yaşadığı bölgeye beni yaklaştırıyor olması. Ama yine de bu coğrafyada ayak bastığım her yer gibi Jayapura da orada kaldığım kısıtlı sürede beni fazlasıyla oyalamayı beceriyor. Kente hakim bir tepenin üzerine yerleştirildiği için nereye gitseniz mutlaka görmek zorunda olduğunuz, bu coğrafyada gözüme tıpkı kaybolmuş bir çocuk gibi olağanüstü yersiz, yanlış ve çaresiz görünen ve herhalde şehri koruyacağı düşünülerek dikilmiş olan, beyaz boyalı dev haç; bu yörelerde görmeye alıştığım cinsten minik, sarı, cazgır sesli, uyuz bakışlı, çirkin köpeciklerin her yerden daha fazla burada karşıma çıkıp bana bir tanıdığa rastlamışım duygusunu vermesi; sokakta içlerinde yemek hazırlanıp satılan el arabalarının tanıdık güzelliği, insanın kalbine dokunan süslemeleri ve sattıkları, yemeğe asla cesaret edemeyeceğim yemeklerin iştah açıcı kokuları; hareketli kent merkezinde rastladığım insanların hemen tamamının belirli bir saatten sonra, gün boyunca kullandıkları türlü çeşit uyuşturucu maddeden ötürü dünyaya kendinden geçmiş boş gözlerle bakıyor olması ve hatta bunlara, pazarda elini çantamın içinde yakaladığım halde bana baygın baygın sırıtıp işine devam etmeye kalkışan hırsızın bakışlarının da dahil olması... Birbirinden alakasız ve önemsiz bir sürü şey yani. Sonradan hatırlayınca çok sıradan veya fena halde ürkütücü gelecekler ama şu an benim sadece hoşuma gidiyorlar.
İlle de bu minik kentin ilkel ve renkli ve capcanlı pazarı! Kıpır kıpır ve dalga dalga deviniyor bu pazar ve içine girer girmez, hem satıcıları hem de sattıklarıyla, gördüğüm en keyifli pazarlar listesinin başköşesinde bir yerlere tüm haşmetiyle yerleşiyor. Jayapura pazarının genel manzarası, tıpkı yaşamın bir çok başka boyutu gibi, daha önce gittiğim diğer Endonezya adalarındaki pazarlardan oldukça farklı. Öyle fazla büyük bir pazar değil zaten, üstelik tezgahlarda satılan el sanatı objeler çok daha ilkel, çeşitleri çok daha az; ama canım tropik meyvelerin envai türü tabii ki burada da mevcut, hem de alabildiğine bir renk cümbüşü içinde coşmuş halde! Boyanmış gibi görünecek kadar parlak renkleri olan sebze ve meyvelerin hemen tüm tezgahlarda ince bir ressam özeniyle, renk uyumlarına dikkat edilerek, geometrik desenler yapacak şekilde yerleştirilmiş olmaları muhteşem bir görsel şölen yaratıyor. Ama en çok pazarcı kadınların herhangi bir şeyi satın almak istediğimde önce ciddi ciddi şaka sanacağınız kadar yüksek rakamlar söyleyip sonra ben daha itiraz bile etmeden kendiliklerinden söyledikleri fiyatın yarısına inmeleri beni benden alıyor! Ne paranın değerini, ne sattıkları malın gerçek ederini, ne de pazarlık etmeyi henüz tam olarak kavrayabilmiş değiller.
Tüm bu anlattıklarıma bir de çevresindeki geleneksel köyleriyle güzelim Sentani Gölü’nde yapılan geziyi eklerseniz, Jayapura insanın gözüne hiç de ilk andaki kadar sıradan ve renksiz görünmez oluyor. Sentani gölünde, neredeyse suyun içine kurulmuş olan köylerin arasında sandaldan az hallice bir tekneyle dolaşıp bazılarında mola verdikçe bölgenin sadece doğasına değil insanlarının masumiyetine de bir kez daha vuruluyorum. Yerli halkla hep iyi ilişkiler içindeyiz; sürekli birbirimize “Trima Kasih” deyip duruyoruz, karşılıklı bol bol sırıtıyoruz ama etrafımı sarıp bir şeyler isteyen çocuklar onlara verdiğim boncuklara uzaylı görmüş gibi bakıyorlar. (Oysa boyunlarında kendi yaptıkları boncuk kolyeler var ve az önce sırayla uzanıp benim kolumdaki boncuk bileziğe dokunmak istemişlerdi ve aynı boncuklar mesela Etiopya’daki Omo Vadisi yerlileri arasında çok sükse yapmıştı!) Bir kez daha fark ediyorum ki normalde beni çıldırtacak kadar yavaş bir tempoda, muazzam bir ağırkanlılık içinde hareket ettikleri, nerdeyse hiçbir söyleneni ilk seferde anlamadıkları çünkü insanı sinirden kudurtacak kadar vücut dilini yorumlamaktan uzak oldukları halde o kadar iyi niyetli ve cana yakınlar ki onlara kızmam mümkün değil. Kabullenmem gerek, yaşam burada benim alışkın olduğumdan çok daha yavaş akıyor ama işte belki tam da bu yüzden çok daha huzurlu ve itiş kakıştan uzak görünüyor.
Jayapura macerasını tamamladıktan sonra, ertesi gün nihayet Wamena! Ama Wamena’ya geçmeden önce biraz Papua’dan genel olarak söz etmeliyim. “Papua” kelimesi her ne kadar sık sık ülkenin en güney noktasındaki bu adanın ismi gibi kullanılıyor olsa da aslında onun Endonezya’ya ait olan batı kısmının adı. Adanın asıl ismi Yeni Gine Adası ve doğuda kalan diğer yarısında, hani şu adını televizyon reklamlarından duyduğumuz meşhur Papua-Yeni Gine var. Batı Papua, Endonezya’ya ait on yedi bin beş yüz sekiz adadan birisi. Büyüklük olarak tüm Endonezya adaları arasında üçüncü sırada ve ülkenin Okyanusya sınırları içerisindeki tek eyaleti. Epeyce bir süredir de bağımsız Batı Papua Devleti olarak Endonezya’dan ayrılmak için bir siyasi mücadele sürdürüyor. Doğrusu bu duruma şaşmamak gerek çünkü ülkedeki adaların her biri aslında apayrı birer kültüre ve kimliğe sahip ve tarihi gelişmeler sonucu sadece istilacı ülkelere karşı daha güçlü durabilmek, daha fazla sömürülmemek için birleşerek bir devlet haline gelmişler. Hatta yirmi yıl öncesine kadar adalararası ulaşım ve iletişim bile neredeyse yok denecek kadar azmış. Dolayısıyla kendilerini ortak bir kimliğe ait ve merkezi bir hükümete bağlı görmek istememeleri çok normal. (Bu arada, bu adaların sayısı meselesi de biraz karışık. Bu yıl söylenen, geçen geldiğimde duyduğum sayıdan epey farklı mesela! Çünkü her yıl başka bir rakam açıklanıyor; adaların sayısı bazen artıyor, bazen eksiliyor. Ya sayıları çok fazla olduğu için Endonezyalılar tamamını hiçbir zaman tam sayamıyorlar ya da bölgede yer altı hareketleri hiç eksik olmadığı için bazen üzerinde insan yaşamayan bazı minik adalar kimselerin haberi bile olmadan suyun altına gömülüp yok olurken bazen de yenileri sessiz sedasız ortaya çıkıverip saymaya çalışanları her seferinde yalancı çıkartıyorlar!)
Papua`yı özel yapan unsurlar
Tahmin edileceği gibi, Papua’da da diğer pek çok Endonezya adası gibi, resmi din ne olursa olsun nüfusun çoğunluğu için hâlâ animist gelenek ve ritüeller geçerli. Bu haliyle adanın özelliği sadece yeryüzünün en el değmemiş doğa noktalarından birisi olması değil aynı zamanda üzerinde yaşayan kabilelerin de hâlâ dünyanın en el değmemiş adetlerinden bazılarına bağlı olarak yaşamaya devam etmesi. Yani hem muhteşem yağmur ormanlarının bulunduğu doğa hem de bu doğada yaşam biçimlerinden ödün vermeden yaşayan yerliler, Papua’yı çok özel yapan unsurlar. Ada halkı diğer adaların Malay/Endonez halkından oldukça farklı fizikî özellikler taşıyor. Daha ziyade Avustralya’nın Aborijin yerlilerine benziyorlar. Gözleri çekik değil, tenleri siyahî denilebilecek kadar koyu renkte. Doğrusu fizyonomileri hâlâ adeta homo erectus atalarımızı andırıyor. Eh, şu anda yeryüzünde Avustralya’ya en yakın noktalardan birinde bulunduğumuza ve bu bölge insanoğlunun kırk-kırk beş bin yıl önce evrimini tamamladığında ilk ortaya çıktığı yer olduğuna göre, buna da şaşmamak gerek!
Papua ve Yamyamlık
Bu kadar ilginç özellik, sizi hâlâ Papua’ya benim kadar çekmeye yetmediyse sıkı durun, şimdi bu kabileler hakkındaki en inanılmaz şeyi açıklıyorum: Bu insanların çoğu yamyam, yani insan eti yiyorlar! Daha doğrusu yakın zamana kadar yiyorlarmış. Bu adada en son 1994’de misyoner olarak gelen bir papazı yedikleri biliniyor. Gerçi en son iki yıl önce bölgede durup dururken kaybolan iki Hollandalının akıbeti de hâlâ meçhul ama bu konuda yapılmış resmî bir açıklama yok! Anlatıldığına göre, başlangıçta aç kalmamak için önlerine çıkan insan dahil her canlıyı yerlerken, insan eti yeme meselesi zamanla sadece düşmanlarının etini, ondan intikam alma ve gücünü kendi bedenlerine aktarma amacıyla yemek şekline dönüşmüş. Hatta bu nedenle, bahtsız kurbanın önce kalbi sökülerek taze taze yemesi için kabile reisine sunulurmuş. Yani öldürülerek eti yenenler sadece dövüşte alt edilen düşmanlar. (Bu arada, bu durumdan açıkça anlaşılıyor ki yerli kabileler için yapışkan sinekler misali yaşamlarının üzerine çöreklenip yöre halkını bir türlü rahat bırakmayan misyoner rahipler de düşman kategorisine giriyor!) Kısacası, Papua’da karikatürlerdeki gibi ortalık yerde içinde canlı insanların pişirildiği kazanlar kaynamıyor ve de köylerde insan budu satan kasaplar yok! Ama mesela bizi kabileye götüren rehber Rufus (ki tabii söz konusu kabilelerden birinin mensubu) en son dedesinin insan eti yediğini biliyor. Babasının gezgin bir öğretmen olduğunu ve en son kendisi çocukken uğradığı köylerden birinden hediye edilen fümelenmiş bir et parçasını o insanları kırmamak için aldığı halde eve gelince yemekten vazgeçtiğini anlatıyor. Sözleri tabii ki hâlâ kulaklarımda; “İnsan eti ne kadar pişirilirse pişirilsin kestiğinizde içi kanlı kalmış gibi olur, kasların kanlanma durumundan insan eti olduğu anlaşılır. Babam da elindeki but parçasını kesip kontrol etti. Ve dokusundan insan eti olduğunu anlayıp bahçeye açtığı çukura gömdü!” Çukur? Bir tür mezar yani! Dehşet içinde bir adım uzaklaşıp Rufus’a şöyle alıcı gözüyle bir kez daha bakıyorum ve dayanamayıp “Peki” diyorum, “Pişirip yeseydi nasıl pişirecekti? Yani yalnızca ızgara mı yapılır bu insan eti, yoksa kızartması, haşlaması veya buğulaması falan da olur mu?” “Ben bilmem” diyor Rufus, “Herhalde eskiden her türlü pişerdi ama kabilemiz tövbe ettikten sonra babam bizi bu konudan özellikle hep uzak tuttu, hiçbir zaman detay anlatmadı.” Birden hatırıma yıllar önce Endonezya’ya ilk geldiğimde bir gün mutlaka buraya geri gelmeyi aklıma sokan sevgili rehber arkadaşımın o zaman anlattıkları düşüyor. “Hadi gel, seninle Papua’ya da gidelim” demişti. Ben de cevap olarak, “Papua’ya? Yani tam olarak nereye? Ve nasıl? Ve tabii niye?” cinsinden bir şeyler gevelemiştim. O, dünyanın en doğal şeyinden bahsedermiş gibi, “Hani” deyivermişti, “1980’lerde ünlü Amerikalı iş adamı Rockefeller’in bir oğlu buralarda ortadan kaybolmuştu da sonradan kafatası bulununca yamyamlar tarafından yenildiği anlaşılmıştı ya, işte onu yiyen kabileyi ziyarete gidelim!” Benim tepkimi merak etmiyorsunuz herhalde! Sanırım bugün, üstelik sizi de birlikte sürüklemiş olarak, işte bu sebepten buradayım! Çünkü sizi Rufus eşliğinde götüreceğim kabile bu sözü geçen kabilelerden birisi ve daha önce başka coğrafyalarda bana tanıtılan kabilelerin çoğundan farklı olarak turistik bir gösteri değil, gerçekten hala tamamen ritüellerine bağlı olarak yaşayan çok ilkel bir topluluk. Haydi gelin, Baliem Vadisindeki Dani Kabilesi’ne gidiyoruz.
Dani kabilesi
Daniler temel olarak avcı/toplayıcı bir toplum ama günümüzde tabii ki dış dünya ile temasları yüzünden hızla değişmekteler. Artık onlar da mecburen daha yerleşik ve daha dünyaya açık yaşıyorlar. Bizi bekleyen Dani köyüne, yol bitip arabadan indikten sonra aşağı yukarı kırk beş dakika daha arazide yürüyerek ulaşıyoruz. Güneş tam tepemizde ve hava çok sıcak. Ama yol boyunca köyün çocukları bize eşlik ettiği için yürüyüş keyifli bir hâl alıyor. Yerli halkın çeşitli vesilelerle kullandığı (Allah bilir ne anlama gelen!) tempolu bir seslenişi tekrarlayarak ve şarkılar söyleyerek bizimle birlikte yürüyorlar, yol boyunca hepimizle şakalaşıp öğrettiğimiz oyunları oynuyorlar. Köye varmak üzere olduğumuzu çalıların arasından bir görünüp bir kaybolarak bizi seyreden, tüylü başlıklar giymiş, beyaz boyalı, koyu renkli suratlardan anlıyoruz. Aslında bizim için bir gösteri hazırladıklarını biliyoruz. Başlamak için iyice yaklaşmamızı bekliyorlar. Zaten birkaç adım sonra da ellerinde kendi boylarının iki misli uzunluğunda mızrak, ok ve yaylarla savaş çığlıkları atarak önümüze atlıyorlar. Belli bir ritimde hareket ederek toplanıp ayrılıyor ve bu arada da sürekli bize doğru yaklaşıyorlar. Hemen ardından tempolu bir sesleniş eşliğinde adeta dans ederek geri çekiliyorlar. Bu gösteri aslında geçmişte (yani turizm çok yakın zamanda buralara ulaşmadan önce) Danilerin düşmana saldırmak için kullandığı taktiğin, avlanırken yaptıkları hareketlerle birleştirilmiş hali. Hatırlatmama gerek yok sanırım, sözü geçen zamanlarda düşman kovalamak ve yiyecek için avlanmak Daniler için zaten aynı anlama geliyormuş! Bunu hatırlayınca içim ürpermeden edemiyorum. Her ne kadar “mock-battle” yani “şakacıktan savaş” adını verdiğimiz bu gösteri gerçekten son derece kontrollü tam bir gösteri ise de savaşçı rolü oynayan Danilerin görüntüsü de birden burnumun dibinde biten mızrakların boyu bosu da öyle gerçek ki bir an Rockofeller’in zavallı oğlunu düşünüp tasalanmaktan kendimi alamıyorum...
Gösteri bitip nihayet hep birlikte köye ulaşınca aslında bir köye değil, tek bir ailenin yaşam alanına geldiğimizi ve kabilenin zaten böyle aile bazında ayrılmış yaşam alanlarına yayıldığını öğreniyoruz. Yani bizim geldiğimiz yer köye benziyor ama sadece bir ailenin evi. Bu aile bir Dani erkeği ve onun muhtelif karıları ve bu kadınlardan olma bol miktarda çocuklarından oluşuyor. Bir de tabii bizi görmeye ve ağırlanmamız konusunda ona yardım etmeye gelmiş olan komşular var. Evin bir çitle çevrelenmiş olan alanına bahçe kapısı olarak kullanılan bir boşluktan giriyoruz. “Boşluk” diyorum çünkü sanırım buna tam olarak kapı denemez. Her ne kadar yanında kapalı tutulmakta olan bir kapı da mevcut ise de onun sadece hayvanların geçmesi için kullanıldığını öğreniyoruz ve biz de Daniler gibi çite bir birkaç basamaklı ilkel bir tahta merdivenle tırmanarak yerden iki metre kadar yüksekteki pencere benzeri bu boşluktan geçiyoruz. Aksi yöndeki birkaç basamak merdiveni indiğimizde bir avlunun içine ulaşıyoruz. Baş köşede evin erkeğinin evi olduğunu öğrendiğimiz diğerlerinden daha büyükçe bir kulübe var. Yuvarlak, penceresi olmayan, ağaçtan yapılmış, üzeri kuru otlarla kaplı, içi tek göz ve neredeyse tamamen karanlık bir kulübe. Yanında sırayla karılarının evleri dizili. Kadınlar bu evlerde kendilerine ait çocuklarla yaşıyorlar. Bunların karşısında da mutfak kulübeleri ve domuz ahırları sıralanıyor. Etrafımızda herkes çırılçıplak. Az önce izlediğimiz gösteri sırasında belki de ilk dikkatimizi çeken şey şimdi daha sakin bir şekilde tam karşımızda duruyor: Erkekler sadece penislerinin üzerine, korumak amaçlı olarak “koteka” adı verilen boynuz biçimli ucu kıvrık ve sanırım tercihe göre farklı uzunluklarda olabilen, ağaç kabuğundan yapılmış birer kılıf takmışlar. Bazıları bu kılıfların ucunu iyice yukaru doğru döndürüp içinden geçirdikleri bir iple bellerine bağlamışlar. Arka tarafları ise ya tamamen çıplak, ya da solmaya yüz tutmuş olmalarından epey saatler önce dalından koparılıp takıldığını tahmin ettiğim iri yapraklarla örtülü. Kadınlar yine sadece cinsel organların zarar görmesine engel olmak amacıyla, kurutulmuş otlardan yapılmış, eteklik gibi saçaklı bir örtüyle kalçalarını kapatmışlar. Yani giyim adına her şey örtünüp edepli olmaya değil üreme organlarının sağlama alınmasına yönelik. Erkekler yüzlerindeki ve vücutlarındaki beyaz boyalara ilaveten başlarına ve burunlarına beyaz boğa boynuzları ve hayvan kemikleri takmışlar. Kadınların bazılarının üzerinde bizim pazar fileleri gibi ipten dokunmuş rengarenk üstlükler var. Dikkatli bakınca bunların bir gün önce Jayapura’daki pazarda gördüğüm, yerli kadınların içlerini doldurduktan sonra sap kısmını bant gibi başlarına geçirip gövde kısmını arkalarına alarak enseleri üzerinde yük taşımak için kullandıkları filelerden olduğunu anlıyorum. Dani kadınları bir süslenme biçimi olarak bu fileleri boş haliyle şal gibi üzerlerine sarmışlar. Bunun dışında onların göğüsleri de erkekler gibi çıplak. Bazılarının yüzünde kireç gibi bir boyayla yaptıkları ama erkeklerin savaş boyalarından farklı, nokta şeklinde süsler var. Hemen hepsinin kucağında veya eteğinde de an az birer sümüklü çocuk. (Bu sümük meselesi ilginç çünkü ağızlarına kadar giren ve ancak çok mecbur kalırlarsa elleriyle alıp yere attıkları yemyeşil sümüklerden nasıl rahatsız olup kurtulmaya çalışmadıkları, sanki öyle bir şey yokmuş gibi yaşadıkları anlaşılabilir gibi değil. Sadece çocuklar değil büyüklerin de önemli bir bölümü aynı durumda. Oysa hiçbirinin hasta gibi bir görünüşü yok. Hepsi mi nezledir? O burunlar niye akar sürekli ve hiç mi bir yaprakla olsun silmek akıllarına gelmez?) Hemen hepsinin ağzında, bu coğrafyada sık rastladığım betel otu benzeri hafif uyuşturucu/yatıştırıcı bir boyu mevcut. Galiba daha çok kadınlar kullanıyorlar bu bitkiyi ama kadın erkek hepsinin dişleri ve ağızları bu bitki yüzünden kıpkırmızı. Doğrusu ağızlarındaki boya ilk bakışta kan gibi durduğu için korkunç, alıştıktan sonra da insanların gülüşlerini çok çirkinleştirdiği için iğrenç. Ama istisnasız herkes bu bitkiyi kireç gibi beyaz bir toza batırıp gün boyu ağzında emiyor. Gerçi galiba bu Dani kabilesine özgü bir şey değil, tüm bu coğrafyanın bir adeti çünkü aynı şeyi Jayapura’da ve daha önceki gelişimde Sulawezi adasında da görmüştüm. Zaten Jayapura’da hem pazarda hem de sokak köşelerindeki tezgahlarda en fazla satılan şey bu bitki sanırım. Ayrıca maalesef Sulawesi yerlilerinin beni şaşırtan başka bir özelliği daha burada mevcut. Hemen herkes, hiç durmadan sigara içiyor. Buna dokuz-on yaşındaki çocuklar da dahil. Dış dünyadan gelen sözümona gezginlerin onlara öğrettiği bir şey bu ve birçok bilinen zararının yanında bence asıl bu insanları sürekli sigara dilenmeye alıştırdığı için bence korkunç!
Wah wah wah wah
Avluya girer girmez tüm hane halkı karşımıza yan yana diziliyor. Rufus bize kendi usullerince “hoş geldin” demek istediklerini, sırayla önlerinden geçip ellerini sıkmamız gerektiğini söylüyor. Biz de tam bunu yapıyoruz ve çoluk çocuk aşağı yukarı on beş-yirmi kişinin sırayla önlerinden geçip teker teker ellerini sıkarak bize öğretildiği gibi “wah, wah, wah, wah!” diyoruz. Onlar da karşılığında bize aynı şekilde “wah, wah” diye sesleniyorlar çünkü “wah” bu yörenin yerel dilinde teşekkür etmek ve iyilikler dilemek anlamına geliyor. Ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok iyi dilek dilenmiş ve o kadar çok teşekkür edilmiş oluyor. Dolayısıyla avlu bir süre bilmesek yas tutulduğunu zannedip çok üzüleceğimiz kadar yoğun bir vahvahlanmayla doluyor. Tanışma faslından sonra avluya dağılıp her birimiz farklı bir kabile üyesiyle, o an icat ettiğimiz yöntemlerin yettiği kadar ahbaplık kurarak haşır neşir oluyoruz. Ortalıkta dönen bir hazırlık tamamlanana kadar bizi ağırlayan ailenin yaşamına karışıp insanları tanımaya, anlamaya çalışıyoruz.
Yemek ve kurban ritüelleri
Daniler artık yamyam olmasalar da hâlâ çok özel et pişirme yöntemleri var! Sözünü etiğim hazırlık da bununla ilgili, az sonra ona şahit olacağız. Ama bunun için önce bizim onlara hediye ettiğimiz yavru domuzun öldürülüp parçalanması gerek. Burası biraz fena işte! Çünkü bu iş bir tören halinde topluca izlenerek yapılıyor ve inançlarına göre, hayvancık ne kadar çok acı çekerek ve ne kadar uzun sürede ölürse, öldürenler o kadar günahlarından arınıyor. Dolayısıyla hiç hoşlanmadığımız bir kurban etme ritüelini izlemek zorunda kalıyoruz. Garibim domuzcuğu mızrakla çeşitli yerlerinden yaralıyorlar ve ağlayıp inleyerek ölmesini bekliyorlar. Doğrusu olayın bu kısmını hiç yaşamamış olmayı fazlasıyla tercih ederdim ama mümkün değil. O ana kadar birlikte oturup kendi çapımda sohbet ettiğim, evlerine girip resim çektiğim, birbirlerini süslemelerini seyrettiğim, çocuklarıyla birlikte yavru köpeklerini sevdiğim ve sonunda ortak bir vücut dili oluşturup bayağı anlaşmaya başlamış olduğum insanlar şimdi gözüme canavar gibi görünüyorlar doğrusu. Avlunun büzüldüğüm köşesinde, domuzdan yana bakmamaya çalışarak bu işin bir an evvel bitmesini bekliyorum. Orta yerde taşlarla çevrili bir alan oluşturup içinde dalları birbirine sürterek bir ateş yakıyorlar, ateşin üzerine iri ve yassı başka taşlar dolduruyorlar; sonra da nihayet ruhunu teslim eden domuzun cesedini köz halindeki bu ateşin üzerine olduğu gibi koyup kavrulmasını sağlıyorlar. Başta anlamsız gibi gözüken bu hareketin nedenini az sonra anlıyorum. Böylece hayvanın iyice kuruyan derisini yüzmek ve sonra iç organlarını çıkartmak çok daha kolay oluyor. Zaten o ateşin hemen hemen tek fonksiyonu da bu çünkü az ötede kazdıkları derin bir çukur, o ateşte iyice kızdırmış oldukları taşlar içine doldurularak bir tür tandır haline getiriliyor ve etin asıl pişirilmesi burada yapılıyor. İçi kızgın taşlarla dolu olan bu çukura, yüzülüp iç organları çıkartılmış olan hayvancık yerleştiriliyor ve üzeri etle birlikte sebze niyetine yenecek olan türlü çeşit tanımadığım otla, araya yine kızgın taşlar da konularak, kat kat örtülüyor. Ocağın hava alması engellendiği için de herhalde et çok kıvamında pişiyor olmalı ama benim aklım o sırada, ayıklanan iç organlardan ilk parçaları ganimet olarak aldıkları için mutluluktan uçmakta olan çocuklara kayıyor. Yüzlerindeki ifade ve gösterdikleri sessiz sevinç gerçekten benim bildiğim dünyadan ışık yılları kadar uzakta! Bizim çocuklarımızın güya çok istediği ve sahip olduktan üç gün sonra bir kenara bıraktığı pahalı oyuncaklara kavuşunca gösterdikleri tepkiden çok daha gerçek ve inandırıcı bir mutlulukları var, biraz da evin diğer çocukları arasından bu parçaları almak üzere seçilmiş olmanın gururu ile karışık bir mutluluk... Artık büyükler tarafından terk edilmiş olan ilk ateşin üzerinde kendi paylarına düşen sakatatları pişirmeye çalışıyorlar.
İkram ettikleri şeyleri yememek ayıp olacağı için, az evvel önümüze konulan muz yaprağı içinde közlenmiş mısırı közleyen genç Danilinin burnunu en son kaç dakika önce, şu an mısırı tuttuğu eliyle temizlemiş olduğunu unutmayı başarmıştım. Bu tecrübenin de bana iyice gösterdiği gibi insan pislikten ölmüyor demek ki çünkü asla yıkanmayan bu insanların tüm havayı sarmış ve köyün kokusu haline gelmiş olan, geniz yakacak derecede keskin ter ve ten kokuları sanırım bugün hâlâ burnumda ve ben buna rağmen sunulan mısırı kusmadan yemeyi başardım! Ama bu domuzcuktan bir lokmanın bile gırtlağımdan geçmesine imkan yok çünkü insan pislikten ölmese de kırık bir kalpten ölmesi gayet olası. Bu yüzden kendimi biraz da çocukluğumun kapı önlerinde ve bahçelerde ayan beyan hayvan boğazlanan kurban bayramlarından birisine dönmüş gibi hissettiğim bu tören nihayet bittiğinde, etin bize ikram edilmeyeceğini öğrenince fena halde mutlu oluyorum.
Danilerin mumyalanmış ataları
Kısa bir ara verip yazdıklarımı şöyle bir okuyunca fark ettim ki izlediklerim anlatılırken galiba biraz fazla korkunç bir hale gelmiş! Oysa aslında gerçek bu değil yani ben oradan hiçbir kötü duygu ile ayrılmadım. Aksine, böyle bambaşka bir dünyada bu kadar özel bir geleneğin içine kabul edilmiş olmaktan çok mutlu oldum. İnsanoğlu, eğer canı isterse, uyum yeteneği en yüksek olan canlı. Bu yüzden, Pasifik Okyanusunun ortasındaki Papua Adası’nın derinliklerinde, yağmur ormanlarının kıyısında, yakın zamana kadar yamyam olan çırılçıplak bir kabilenin sofrasını paylaşırken aklıma korkmak, iğrenmek gibi şeyler pek gelmiyor. Sadece inanamayan bir mutluluk, tüm benliğimi saran bir şaşkınlık ve sevinç. Bu deneyim beni çok mutlu etmiş sayılı anıların arasında yerini aldı yani, asla kötü bir tecrübe olarak yazılmadı hafızama. Düşünsenize dünyanın ta neresindeyiz! Buraya gelmek Endonezyalılar için bile bayağı lüks. Zaten adalar arasında yakın zamana kadar pek bir iletişim olmadığı, bütünlükleri sadece sömürgenlere karşı güç oluşturmak adına kurulmuş olduğu için, neredeyse hepsi birbirine yabancı. Jakartalılar Papua’dan başka bir ülkeden bahseder gibi bahsediyorlar. Hatta Jakartalı rehberimiz yola çıkmadan bize Papua’ya gitmenin çok istediği ama çok pahalı olduğu için uzun bir süre daha başaramayacağı bir şey olduğunu ve bu yüzden bizi resmen kıskandığını açık açık söylüyor!
Adalar çok farklı kabilelerle dolu
Geziyi daha fazla tedirgin olmadan benim kadar keyifle sürdürebilmeniz için Papua kabileleriyle ilgili bir şey daha aktarayım: Tabii ki adadaki kabilelerin hepsi insan eti yemiyor. Yamyam olarak bilinen kabileler dışında, yedikleri bize benzeyen bir çok farklı kabile de mevcut. Daha ziyade kıyılarda yaşayan bu insanların temel gıda maddesi ise tatlı patates ve benzeri kök bitkiler ve adını ilk kez buraya geldiğimde duyduğum sagu ağacı. Sagu bir tür palmiye aslında ve gövdesinin ortasındaki süngersi bölümde yüksek miktarda nişasta bulunuyor. Ağacın bu kısmı öğütülüp kurutuluyor, sonra iyice dövülerek ince bir un haline getiriliyor ve üzerine su ilave edilerek sago adı verilen bir tür nişasta jölesi elde ediliyor. Bana sorarsanız pek tadı tuzu olmayan bu fazlasıyla oynak ve kaygan madde, daha sonra çeşitli biçimlerde farklı yemeklerin malzemesi olarak kullanılıyor. Besleyici ve sağlığa yararlı olduğu için de Papua yerlilerinin, tıpkı başka coğrafyaların tahılları veya farklı tohumları gibi, temel gıda maddesini oluşturuyor. Bu arada, birbirine bu kadar yakın olan kabilelerin davranışlarının ve tercihlerinin bu kadar farklı olması sizi şaşırtmasın zira bu coğrafyada birlikte yaşayan toplulukların birbirine hiç benzemeyen adetleri ve davranışları olması olağan bir durum. Örneğin, aynı yöredeki kara ve ada insanlarının davranış biçimleri de birbirinden bayağı farklı özellikler taşıyor. Kara insanları, buralarda insan yaşamı başladığından beri büyük ölçüde tarıma dayalı, çok daha rahat ve dertsiz hayatlar kurup ticaret bile yaparken, zaten sürekli birbiriyle anlaşmazlık halinde olan adalarda yaşayanlar, yiyecek bulmak için çok daha fazla mücadele etmek zorunda olmuşlar. Bu durum karada yaşayanların tarih boyunca çok daha uzlaşmacı davranmasına, hatta konformist bir duruş sergilemesine neden olmuş. Öte yandan, ada insanları mücadele etme zorunlulukları yüzünden oldukça sert, ödün vermeyen ve hatta savaşçı insanlar haline gelmişler. Bu öyle tartışılmaz bir gerçek ki bir genelleme yaparak “karada yaşayanlar yani Malaylar yani Malezya halkı ile adalarda yaşayanlar yani Endonezler yani Endonezya halkı, aslında aynı kökenden geldikleri ve aynı ırka mensup oldukları halde tamamen değişik karakter özellikleri taşıyan iki farklı millet haline gelmişler” bile denebilir.
Dani köylerinin adetleri
Kabile ziyaretinden, yöreye bu çok genel bakışı atma bahanesiyle aldığımız molaya son verelim ve isterseniz tekrar Danilerin arasına dönelim. Aslında malum kurban töreninden sonrası rehber aracılığıyla sohbet ve etrafı biraz daha gezip görmece olarak gelişiyor. Rehber Rufus bize Danilerin yaşamları hakkında bilgi vermeye devam ediyor; onlar da artık iyice tanışmış olduğumuz için çeşitli biçimlerde bizimle sohbet etmeye, yaptıkları boncuk kolye, ağaç bileklik ve kotega gibi ufak tefek eşyaları satmak için sergilemeye başlıyorlar. Bir yandan nezaket icabı alışveriş yapıp bir yandan da rehberimizi dinliyoruz. Konu ortada hâlâ tütmekte olan ateşin etrafında döndüğü için Rufus kabilenin, devlet yakın zamanda yasaklayana kadar, ölülerini animist bir törenle böyle köyün ortasında yaktığını anlatıyor. Ölen kim olursa olsun bedeni, bizim bugün izlediğimize benzer bir ateş yakılıp tıpkı bizim bahtsız domuzcuk gibi ateşin üzerine yerleştirilerek tüm köy halkı tarafından toplu halde yakılırmış. Sonra da üç gün hep birlikte yas tutulurmuş. Bazı Dani köylerinde ise ölülerin mumyalandığı biliniyor, hatta yüzlerce yıllık bir tanesini bize gururla gösteriyorlar. Ama bildiğiniz gibi, Endonezya günümüzde Müslüman bir ülke, ölüler artık resmen kabul edilen dinlerden birisinin koşullarına göre gömülmek zorunda ve bu dinler arasında tabii ki Animizm yok. Fakat kabile cenaze ve benzeri göze görünür konularda kanunlara uysa da pagan inançlarının neredeyse tamamını günlük yaşamında sürdürüyor. Örneğin, bulunduğumuz avludan yandaki bahçeye geçmek istediğimizde ev sahibimiz tarafından durduruluyoruz. Oysa avluyu buraya geldiğimiz yönde sınırlayan ve üzerindeki delikten içeri tırmandığımız çit arka tarafta mevcut olmadığı için yürüyüp yan bahçeye geçebiliriz sanmıştık. Öbür taraf başkasına ait olduğu için geçmemizi istemediğini zannedip vazgeçiyoruz ama ev sahibi ısrarla bizi ön tarafa, kapıya doğru çekiyor. Neden sonra anlıyoruz ki inançlarına göre avluyu buradan terk etmek uygun değil. Geldiğimiz ön kapıdan geri çıktıktan sonra arkaya dolaşıp mevcut olmayan hayali bir kapıdan, gitmek istediğimiz bahçeye doğru tekrar geri girmemiz gerekiyor.
Tüm bölge halkının çiğnediği uyuşturucu etkisi olan bitki
Neyse, yaşadığımız tuhaf dünyada kimin bir takım “farklı” inançları ve davranışları yok ki... Bu anlattıklarım için de günümüzde yaşanan baş döndürücü aynılaşmaya direnmeya çalışan son insanlardan olan Danileri hoş görelim lütfen ve yeryüzünün muhtemelen son yamyam kabilelerinden birini artık ardımızda bırakarak yepyeni serüvenlere yönelelim. Gelirken yürüyüşümüz boyunca bize eşlik eden çocuklar yine yanımız sıra yürüyerek bizi güle oynaya arabaları bıraktığımız yere kadar getirsinler ve bu güzelim ülkeye bir kez daha aşık olmuş olarak Endonezya’yı artık terk edip bu kez Malezya’nın yağmur ormanlarına doğru yolumuza devam edelim.
Borneo Adası`ndayız
Yol yine uzun ve meşakkatli ama tabii buna yine değer... Çünkü işte nihayet çok yıllar önce bir ışık yumağı olarak çok yukarılardan seyredip pırıltısına vurulduğum ve o günden beri farkında bile olmadan sürekli gitmeyi hayal ettiğim yerdeyim, Borneo Adası’nda! Üstlik de şu an tüm hayallerimi aşacak bir konumdayım. Adını sanını bile tam bilemediğim bir nehrin ortasındayız. Kayıktan az hallice bir teknenin içinde sessizce geceye süzülüyoruz. Etraf zifiri karanlık. İki yanımızda yağmur ormanları, ardımızda Kota Kinabalu kentinin nehrin derinliklerine daldıkça usul usul yok olan ışıkları. Niyetimiz ağaçlara yerleşmiş olduğunu bildiğimiz ateş böceklerinin bu karanlığı ışıltılarıyla aydınlattığını görmek. Ama maalesef dalların arasında tek tük yanıp sönen ışıklarla yetinmek zorunda kalıyoruz çünkü az evvel yağan, daha doğrusu ıslak bir çarşaf gibi aniden yeryüzüne inip tüm ormanın üzerini örten tropik yağmurun haşmeti garibim böcekleri sindirmiş. Anlaşılan bu gece bu karanlığın ateş böcekleri sayesinde aydınlanmasını göremeyeceğiz. Yıllar öncesinde bir uçuştan aklımda kalan ışıltılı Borneo haritası görüntüsüne tam bir tezat teşkil eden bu sessiz ve ıssız karanlık benim için zannedeceğiniz gibi bir hayal kırıklığı olmuyor ama, tersine içimi ürperten bir mutluluk kaynağı haline dönüşüyor. Çünkü böceklerin cıvıltılı ışıklarını görmeyi elbet çok isterdim ama tam bunu kaçırdığıma hayıflanacağım sırada yol arkadaşımın kulağıma fısıldadığı sözler beni kendime getiriyor. Bulunduğum noktada hayıflanmaya yer yok, olmamalı... Düşünsenize, Borneo Adası’ndaki yağmur ormanlarının ortasında, zifiri karanlık bir gecede, bir nehrin üzerinden, nerede olduğumu ve nereye yöneldiğimi bile tam bilmeden akıp gitmekteyim. Dünya haritasının bir uç köşesine, bana yabancı bir doğanın bilmediğim ıssız derinliklerine, inanılmaz güzellikte bir deneyimin tam ortasına ve gözlerimi kapattığım anda neredeyse somut bir varlık haline gelen sağaltıcı bir sessizliğe doğru... Etrafım kim bilir şu anda göremediğim ve daha önceden hiç tanımadığım ne çok canlıyla dolu ve ben işte onlarla ortak bir maceranın içindeyim. Yeryüzünde pek çok insanın düşünmeye bile cesaret edemeyeceği bir şeyin tam ortasındayım yani. Tam da o sırada ateş böceklerinden bazı cesur olanlar ortaya çıkmaya karar verince, çakan çok az sayıda ışığın gölgesinde bambaşka bir coğrafyadan tamamen farklı bir sahneyi gözümde canlandırıyorum. Böyle durup dururken aklıma düşen, Rio’da bir sabah Corcovado tepesinin üzerine çöken sisin görüntüsü ve bu yüzden ünlü İsa heykelinin sadece ayaklarını görebildiğim içim yaşadığım hayal kırıklığı. O zaman ilk şaşkın üzüntüden sonra kendi kendime “Olur böyle şeyler; gezginlik halleri” demiş ve şanssızlık gibi görünen bu durumu Rio’ya mutlaka geri gelmek için bir neden olarak düşünüp mutlu olmuştum. Benzer bir karar beni şimdi de burada mutlu ediyor. Bir an yağmur yüzünden saklanan ateş böceklerini o gün sis yüzünden saklanmış olan İsa heykelinin etrafında uçuşurken hayal ediyorum ve “Tamam” diyorum, “Belki de isabet oldu; bu da işte buraya geri gelmem için bir sebep”.
Borneo hakkında genel bilgi
Sonunda, üç gün boyunca Borneo ormanlarının haşmetini gece ve gündüz ayrı ayrı yerlerde ve ayrı biçimlerde doyasıya içime çektikten sonra nihayet adanın en ilginç insanlarını görmeye geliyor sıra; artık yolumuz adanın başka bir ucuna, yeryüzündeki en ilginç yaşamlardan birinin sürmekte olduğu yerlere. Ama önce, biraz Borneo hakkında genel bilgi... Borneo dünyanın yüzölçümü olarak en büyük üçüncü adası. Güneyi Endonezya’ya ait ve Kalimantan adını alıyor, kuzeyi Malezya’nın ve bu ülkeye ait Sabah ve Sarawak eyaletlerinden oluşuyor. Kuzeyde ayrıca, bu iki eyaletin arasında bağımsız şeriat ülkesi Brunei Sultanlığı var. Borneo adasında yaşam, genel olarak bizim bildiğimiz uygarlık ölçülerine, Papua’dan biraz daha fazla uyuyor. Bunun nedeni, üzerinde bulunduğu ticaret yolu yüzünden tarihte uzunca bir süre Çinliler tarafından çok kullanılan bir durak olması. Doğal olarak, yeryüzündeki tüm limanlar gibi Borneo da dış etkilere daha açık olmuş, farklı kültürlerden, ormanın derinliklerindeki yerleşim alanlarına göre çok daha fazla etkilenmiş.
Bajau insanları
Hedefimize ulaşabilmek için Sabah’ın güney ucundaki Semporna kentine gitmemiz gerekiyor. Semporna aslında su altı zenginlikleriyle ünlü dalış merkezi Sipadan Adası’na geçiş noktası ve kent merkezinin bundan başka hiçbir özelliği yok. Daha doğrusu, kentin bunun dışındaki en büyük özelliği akıllara durgunluk verecek pisliği çünkü Sipadan Adası’nda yerleşim söz konusu olmadığı için tüm konaklamalar Semporna’da yapılıyor ve ada aniden ünlenip bölgedeki turizm faaliyetleri çok kısa sürede birden bu denli artınca, Semporna çok biçimsiz bir şekilde büyümek zorunda kalıp olmayan bir altyapı ile bu yükü kaldırmaya çalışır hale gelmiş. Sipadan’a sadece dalış için gidiliyor ve günlük olarak adaya girebilen insan sayısı kısıtlanarak özel bir giriş iznine bağlanmış durumda. Neyse ki bizim derdimiz Sipadan’a gitmek değil; dalmak veya yüzmekten ziyade bu sularda yaşayan çok özel bir insan grubunu görmek için buradayız. “Bajau İnsanları” yani “Deniz Çingenleri”nin köylerine gideceğiz. Gerçi bunlardan bazılarına yaklaşmak da artık, bozulmalarına engel olmak amacıyla yasaklanmış ama hala (eğer hava müsaade ederse) görebileceğimiz epeyce köy var.
Denizin ortasında yaşam
“Bajau İnsanları” denilen kabileler denizin ortasında kurdukları evlerde yaşıyorlar. Ama evlerinden daha ziyade ağaçlardan oyarak yaptıkları kayıkların ve daha da doğrusu suyun içinde zaman geçiriyorlar. Söz konusu evler, benzerlerini özellikle bu yörede çok gördüğümüz türden, ağaç kazıklar üzerine oturtulmuş kıyı evlerinden ama karayla bağlantıları olmamasına özel olarak dikkat edilmiş. Kısacası Deniz Çingeneleri, kıyıya, bal gibi karaya taşınıp ayaklarını toprağa basarak yaşayabilecek kadar yakınlar ama bunu istemedikleri için evlerinin yerini denizin ortasından seçiyorlar. Yerleşerek göçebe hayatlarının özgürlüğünden vazgeçmek ve kara hayatının külfetlerini üstlenmek onlara hiç cazip gelmiyor. Aslında Çingeneler ile yani Hindistan’dan tüm dünyaya yayılmış olan esmer tenli göçebe insanlarla hiçbir akrabalıkları yok. Ama onlar gibi sürekli göçerek yaşamaları ve bu yüzden de onlar gibi vatansız ve kimliksiz olmaları bu isimle anılmalarına neden oluyor. Sadece denizden tuttukları balıklarla besleniyorlar, karaya çok mecbur kalmadıkça ayak basmıyorlar, tüm hayatlarını balıkların mevsimsel göç hareketlerine göre ayarlıyorlar ve de zamanı gelince evlerini katlayıp kayıklarına yükleyerek rüzgarların ve akıntıların daha elverişli, balığın da daha bol olduğu yerlere doğru göç ediyorlar. Evlerin üzerine yapıldığı kazıklar genellikle seneye aynı vakit buraya geri geldiklerinde yeniden üzerine ev inşa edilmek üzere sökülmeden bırakılıyor, sadece duvar niyetine kullanılan tahtalar ve ağaç kabukları rulo halinde sarılıp kayıklara yükleniyor. Eşyaları zaten o kadar az ki, onları da taşımak hiç sorun olmuyor. Her şeylerini minicik kayıklarına sığdırıp yeni evlerine doğru yola çıkabiliyorlar. Bu taşınma sırasında doğal olarak hiçbir coğrafi kısıtlama düşünmeden hareket ediyorlar ve böylece de genellikle mevsimsel olarak bir ülkenin karasularından diğerininkine geçip bir süre başka bir ülkede “ikamet etmiş” oluyorlar. Bu durum söz konusu ülkeler için önemli bir sorun yaratıyor tabii ve Malezya ile Endonezya arasında sürekli bir ihtilaf konusu oluşturuyor. Her iki ülke de Bajau’lara toprak ve kimlik verip vatandaş olarak bir yere yerleşmelerini sağlamak istiyor ama onlar çoğunlukla bunu hiç duymamış gibiler. Söz konusu karışıklığın Bajau’lara pek dert olduğu söylenemez çünkü dediğim gibi Deniz Çingenelerinin kimlik ve vatan kavramları yok, sınırlardan haberleri de yok. Sürekli hareket halindeler ve denizden başka hiçbir yere ait değiller. Çevrelerinde ne olursa olsun sadece doğa koşullarıyla ilgileniyorlar ve okyanusun ortasında kendi bildikleri gibi yaşayıp gitmeye devam ediyorlar. Aslında aynı ırka mensup tek bir kabile falan da değiller ama ortak yaşam biçimleri ve benzer koşullarla başa çıkmak için için geliştirmek zorunda kaldıkları ortak gelenekleri onları, küçük küçük ve birbirinden oldukça mesafeli yerleşim yerlerinde ayrı ayrı yaşasalar da sanki bir bütün kabile haline getirmiş. Hatta yörede konuşulan, Malay dilinin bir lehçesi sayılabilecek ortak bir dilleri bile var.
Bajau köylerinin sergilediği görüntü özellikle güneşin parıldadığı berrak günlerde şiir gibi duru bir güzellik içeriyor. Basit ama doğal malzemelerden yapıldıkları için karşıdan insana tablo gibi görünen çok hoş evler ve dibi gözüken şıkırtılı mavi bir denizde güneş tenli çocukların ve balık tutan esmer adamların kayıklardan suya düşen yansısı. Arada bir, bir evin kapısına gerilmiş bir ipte asılı tek tük renkli çamaşırlar... Her şey gerçekten elle çizilmiş nahif bir resim gibi. Ama doğrusu yaşamları bana biraz bir zamanlar seyredip nefret ettiğim “Waterworld” filmini hatırlatıyor. Benim kişisel zayıflığım bu tabii ama bu kadar komple su içinde yaşayıp ayağını bir toprak parçasına basamamak bana inanamayacağınız kadar klostrofobik geliyor. Oysa onlar çok mutlu ve doğayla çok uyumlular. Suyun içinde bizim karada olduğumuz kadar rahat hareket etmekteler. Hatta bulundukları yerde kuvvetli bir med-cezir olayı mevcut olduğu için eğer deniz iyice çekilip suyun seviyesi düştüğünde hâlâ suyun içindeyseler, sanki okyanusun üzerinde yürüyor gibi gerçek dışı bir görüntü bile oluşturuyorlar. Gerçi yakında bunu da becerirlerse hiç şaşmam çünkü bedenleri fizikî olarak bizlerden farklı gelişmiş durumda. Örneğin, ciğerleri biz kara insanlarınınkine göre fazla marifetli. Suyun altında bizim için asla mümkün olamayacak kadar uzun süreler hiç yardımsız kalabiliyorlar. Burunlarına taktıkları mandal benzeri bir kıskaçla, çıplak olarak otuz beş-kırk metreye kadar dalıp inci çıkartabiliyorlar. Hatta, soyu büyük olasılıkla Deniz Çingenelerinden gelen rehberimizin söylediğine göre, beş-on dakikaya kadar suyun dibinde bağdaş kurup oturanları bile var. Benzer bir biçimde gözleri de farklı gelişmiş durumda. Söylendiğine göre suyun içinde hiç rahatsız olmadan uzun süre açık kalabilecek şekilde evrim geçirmiş gözleri var ve bu gözlerin ağ tabakaları deniz altını çok daha net bir şekilde görebilecek şekilde değişmiş bulunuyor. Rehberimiz bunun kanıtı olarak da yaptıkları dalışlarda gözlerinin üzerine sadece kırık şişe dipleri yerleştirmelerinin, derinliklerdeki milyonlarca minicik detayı net bir şekilde görmelerine yetmesini gösteriyor.
Suyun içinde hayat
Şimdi tüm bu anlattıklarımdan Bajau insanlarının yani Pasifik’in meşhur Deniz Çingenelerinin tuhaf görünüşlü, farklı yaratıklar olduğu sonucunu çıkartmayın sakın. Çünkü tabii ki bize göre üstün olan bu yanlarının haricinde kara insanlarından gözle görülür hiçbir farkları yok. Dış görünüşleri bulundukları coğrafyanın tüm diğer insanları gibi, çocukları özellikle çok güzel ve çok sevimli. Yaşamlarına dair tüm görüp dinlediklerim içinde bana anlaması zor gelen tek bir şey var ki onun da bedensel özellikleriyle ilgisi yok. Ben sadece bir noktada durup benim alıştığım günlük yaşamın bin bir detayından uzak bu hayatta bu insanlar zamanlarını nasıl geçirip günü nasıl tüketiyorlar acaba diye düşünmeden edemiyorum. Hayatları o kadar sapsade ve dümdüz, öylesine tekdüze ve her tür süslemeden uzak ki! Uyandılar, yattıkları mekanı toparlayıp bir şeyler yediler, belki suya inip biraz çamaşır yıkadılar ve tabii balık avladılar, sonra o balıkları bir şekilde pişirip yediler, sonra biraz denizde dolandılar, belki erkekler kırılan bir paravanı veya bir bıçağı tamir ettiler, çocuklar suda oynadılar azıcık, sonra erkekler tekrar balık avladılar, kadınlar bebeklerini emzirip tekrar o balıkları pişirdiler ve yine hep birlikte yediler, belki ailece tekrar suya girip yıkandılar, sonra tekrar yatıp uyudular... Sonra? Ertesi gün? Bütün diğer günler? Bütün bir yaşam boyu? Elektrik yok; tabii ki elektrikli aletler, televizyon, bilgisayar, telefon da yok. Sinema, müzik, tiyatro, maç, spor, konser, yarış yok. Alışveriş, doktora gitme, resmi daire ziyareti yok. Okul, kitap, dergi, kağıt-kalem yok. Siyasi tartışma, savaş, iş toplantısı, berber randevusu yok. Sanırım kayda değer herhangi bir el sanatı faaliyeti ve tabii herhangi bir üretim de yok... Beyinsel faaliyetlerin oranıysa neredeyse sıfır. Sadece o meşhur filmde insanların dünyanın sonu geldiği için mecburen yaşadığı tarzda bir hayatı kendi isteğiyle sürdürme mücadelesi var. Oysa o filmdekinin aksine, tüm bunların mevcut olduğu ve isteseler ulaşabilecekleri farklı bir yaşama sadece birkaç kilometre uzaktalar.
Modern hayatın dışlanan insanları
Öte yandan, Bajau’lar bu şekilde kendi bildikleri gibi yaşamayı daha ne kadar sürdürebilirler bilmiyorum çünkü onlar ne kadar aldırmaz iseler resmi kurumlar da Deniz Çingenelerini artık bir yere sabitleyip birer milli kimlik verme konusunda o kadar kararlı. Hatta Malezyalılar yavaş yavaş bazı köyleri kıyıya yanaştırıp ayaklarını karaya bastırmayı başarmışlar bile. Artık Semporna kentinin kenar mahalleleri haline gelmiş olan Bajau yerleşim alanları mevcut. Burada yaşayanlar evlerini hâlâ suyun içine kuruyorlar ama olabildiğince karaya yanaşarak nispeten yerleşik bir yaşama geçmiş vaziyetteler. Orijinal hallerinden az farklı bir gündelik hayat sürmeye başlamış bulunuyorlar. Artık nüfus kayıtları, ikamet belgeleri ve dolayısıyla bir kimlikleri ve milliyetleri var. Çeşitli sebeplerle karaya çıkıyorlar artık, tuttukları balıkların fazlasını pazarda satıyorlar. Bazen bakkaldan veya çarşıdan bir şeyler satın alıyorlar ve bu yüzden eskisine göre daha renkli ve çeşitli giyiniyorlar. Evleri diğerleri gibi ahşap renginde değil, parlak renklere boyanmış vaziyette. Plastik eşyalarla tanışmış bulunuyorlar ve normalde bir Bajau yerlisinin sahip olamayacağı bazı basit el aletlerine sahipler. Evlerin çoğunda elektrik ve bazılarında televizyon bile var. Bunların hepsi iyi hoş ve hatta belki bazı kriterlere göre terakki bile sayılabilir ama sürekli karada yaşamaya başladıkları andan itibaren kentin en pis işlerini gören, en fazla horlanıp dışlanan, en fakir insanları haline gelmiş olmalarına ne demeli? Eğitimsizlikleri, uyumsuzlukları, şehrin yaşantısına göre geri kalmışlıkları düşünülünce bu normal belki ama bu durumda, özgürlüklerinin peşinde kimliksiz ve vatansız yaşamayı sürdürmek isteyenlerine hak vermemek de mümkün değil. Ne de olsa okyanus sonsuz, bu insanların asıl vatanı o okyanusun ta kendisi ve orada doğanın koynundayken kimse kimseye diploma veya kimlik sormuyor.
Ama hayat bu kadar basit değil tabii! Ve bence güçlük sadece yaşamı bu zorlu koşullarda sürdürmeyi seçmiş bu insanlar için değil, aynı dünyayı paylaştığımıza göre bizim için de söz konusu olmalı. Mesela, böyle yaşamlara konuk olmak, tıpkı Papua’da olduğu gibi, Borneo’da da beni çok başka bir düşünceye daha yönlendiriyor. Biz seyirlik bir şey izler gibi bu insanların arasına karıştıkça onların ekolojik düzenini de huzurunu ve alışkanlıklarını da bozmuyor muyuz acaba? Tarihteki sahte seyyahlar gibi sömürmek veya misyonerlik yapmak için yaklaşmış olmasak da bazen kendimi bir istilacı gibi hissediyorum doğrusu. Çünkü mesela karşımdaki sandalda rüzgar estiği için üşüyen küçücük çıplak bir oğlancık var. Yüzünden mutsuzluk akıyor çünkü normal doğalarında ıslaklık veya rüzgardan üşümek mevcut olmayan bu insanlar kendilerine gezginler tarafından hoşluk olsun diye verilenleri giyip süslendiklerini zannederken ters bir evrim geçirip sahip oldukları bu üstünlüğü kaybetmiş gibiler. Az ötedeki başka bir sandalda en fazla beş yaşlarında dünya güzeli bir kız çocuğu, birilerinin, yapılan tüm uyarılara rağmen eline tutuşturduğu bonbonun ne olduğunu anlama çalışıyor önce, sonra da doğal olarak meseleyi tam çözemediği için şekeri kağıdıyla birlikte yemeğe koyuluyor! Kendinden olsa olsa altı yedi yaş büyük ablası ise o sırada içinde durdukları sandalı bizim göreceğimiz bir yerlerde tutup onu beğenelim diye poz vermekle meşgul. Buralara turistler sık gelmeye başladığından beri düzenleri bozulan bu insancıklar, yaklaşan bir tekne gördüler mi ya kaçıp evlerine saklanıyorlar ya da işte böyle koşarak gelip gösteri yapmaya çalışıyorlar ama niye? Bizimle iletişim kurmaya çalışır veya yaptıkları gösterinin karşılığında bir şey ister bir halleri yok, daha doğrusu neredeyse zorla vermeye çalıştığımız ufak tefek hediyelerin de ve hatta bazılarımızın burunlarına uzatıp durduğu paranın da korkarım onlar için zaten hiçbir anlamı yok. Bu verilenler olsa olsa düzenlerini bozup alışkanlıklarını değiştiriyor. Onları ya dilenmeye alıştırıyor ya da biz gittikten sonra bir daha bulamayacakları, gerçekte yaşamları için hiç de gerekli olmayan bir şeylere hasret bırakıyor. Buradaki ikilemi çözebilmiş değilim kısacası. Çünkü tabii bu hikâyede hiç kimse hiçbir yaptığını kötü niyetle yapmıyor, herkes o insanları bilmedikleri güzelliklerle tanıştırıp onlara yararlı olma peşinde. Ama bana kalsa bu gerçek hiçbir şeyi halletmeye de yetmiyor işte. Yani ne bileyim, karşında neyi niye yaptığını tam kavrayamadan sana kendisini gösterip beğendirmek için çaba harcayan masum birilerine sadaka verir gibi zorla yararsız bir şeyler vermek, pazar yerinde küçücük de olsa bir ticari ilişkiye girdiğin bir köylüye o istediği için bileğindeki kimseye hiçbir zararı olmayacak boncuk bileziği vermeye benzemiyor. Kısacası bana sorarsanız, bir yandan kimsenin hayatını değiştirmeyi denemeye, sırf bizden farklılar diye bildikleri gibi mutlu yaşayan insanların huzurunu bozmaya hakkımız yok; bir yandan da oldukları gibi kalsınlar da biz kafamızdaki romantik hayali bulmaya devam edebilelim diye onların hiç değişmeden imkansızlıklar içerisinde yaşamayı, başka bir deyişle “ilkel kalmayı” sürdürmesini beklemeye de hakkımız yok. Doğru olanı bulmak zor iş vesselam.
İşte böyle
Dani Kabilesi ve Bajau İnsanları yani uzak Okyanus adalarının yamyam ve Deniz Çingenesi halkaları... Kısa bir süre için benim yaşamıma girip çıktılar. Daha doğrusu ben onların dünyasının yanından geçip sayelerinde anılar dağarcığıma bambaşka, yepyeni ve çok değerli bir boyut kattım. Yakın zamanda yeniden gidebilsem de bir daha ömür boyu yolumu bu diyarlara hiç düşüremesem de gönlümdeki zenginliğin önemli bir parçası haline geldiler. Tanıştığım kabilelerin şahit olduğum geleneklerine ilaveten yaşadığım bir dolu şey, örneğin televizyonda gördüğüm yazıları veya sokakta okuduğum tabelaları anlayamıyor olmaya her seferinde şaşacağım kadar fonetiği ve görüntüsü Türkçeyi andıran bir dili daha yakından tanıyıp iki-üç kelimesini öğrenmiş olmak; Pasifik’te dalgaya tutulduğumuz bir gün yolculuk boyunca teknenin üzerinden tepetaklak öndeki cama doğru sarkarak kaptanın görüşünü engelleyen suları muntazam bir şekilde sildiği için adını “silecek” taktığımız miço; inanılmaz güzellikteki turkuaz mavi bir denizde yüzerken aniden indiren tropik bir yağmur ile bir kez daha ıslanmak; lakabı “Dünya Üzerindeki Son Cennet” olan Raja Ampat Takımadaları’nın nefes kesen güzelliği; sular alçaldığında o adaların açıklarındaki kum tepeciklerinin üzerinde yürürken yaşadığım tüm okyanusa sahip olma ve aslında mutlaka Diyonisos ile bir akrabalığım olduğuna inanma duygusu; resiflerde çıplak gözümle görebildiğim şeffaf mor, fosforlu mavi, parlak turuncu ve çizgili sarı balıklar… Sonra Borneo’nun yağmur ormanlarında, bölgede yaşayan “ağaç tepesi insanları” gibi kırk-kırk beş metre yüksekliğindeki ağaçların tepesine kurulmuş derme çatma ipten yollarda yürümenin heyecanı; dünyanın en büyük çiçeği olarak bilinen yarım metre çapındaki raffselia’yı senede birkaç gün açtığı, önceden bilinemeyen yerinde yakalayıp görebilmiş olmanın şaşkın sevinci ve Sepilog’daki öksüz orangutan yavruları... İşte geriye kalanlar. Daha ne olsun, değil mi?
Pasifikte sapsarı bir akşamdı
Bundan sonrası biriktirdiğim anıları sırası geldikçe sakladığım yerden çıkartarak hayalimde yeniden yaşamak, aşık olduğum bu coğrafyanın resmini kendi kendime kafamın içinde tekrar tekrar çizmeye dalmak... Örneğin, şimdi artık ne zaman gözümü kapatsam karşımdaki birbiri ardına sıralanmış yemyeşil minicik adaların arkasından Pasifikte batmakta olan güneşin, tam olarak anlatabilmekte çok zorlanacağım güzellikteki görüntüsü olabilir. O günbatımı pembedir, evet. Ama çok mavi-masmavi-derin ve dupduru bir mavi üzerine yerleşip yelpaze gibi açılmış yarım metre kalınlığında huzmelerden oluşan bir tutam güneş ışığı olarak pembedir. Tombul, yumuşacık ve mutlaka tül hafifliğinde olması gereken bulutların ortasına yerleşip sırtını onların sayesinde gökyüzüne dayarken kollarını da eğilip denize doğru uzatmış olarak pembedir… Ve bu anımsadıklarım beni içtenlikte gülümsetirken dilimde hep Nazım’ın orada olduğum sürece aklımdan çıkmayan, o coğrafyanın kaderini hatırlatıp duran dizelerinden bir parça olur: “Pasifikte sapsarı bir akşamdı...” Biliyorum, onun anlattığı böyle pembe mutlu bir Pasifik akşamı değildir, bir ölüm bulutunun renkleri yok edip sararttığı bambaşka bir akşamdır o ve bölgenin muazzam güzelliğiyle tezat biçimde tarih boyunca yaşamak zorunda bırakıldığı çirkinlikleri kısacık özetlemek için yazılmıştır ama yine de dünyada orası ve o an için söylenebilecek olası tüm şeylerden önce aklıma nedense hep bu dize gelir ve işte bana da bu geziden hem büyük ozanla hem de bu canım coğrafyanın güzel insanlarıyla ortak bir duyguda birleşmiş olmanın hüzünlü mutluluğu kalır.
Güzin Yalın
Cazkolik.com / 13 Ekim 2019, Pazar
Playlist:
01 Biak Juk “Kyamadu” (Traditional West Papua Music)
02 Elina Dun “Amara Terra Mia”
03 Odetta “Another Man Done Gone”
04 Rona Hartner “Disparaitra” (Soundtrack-Gadjo Dilo)
05 Bornean Traditional Music
06 Red Army Choir “Bella Ciao”
07 Karl Jenkins feat. Rolando Villazon “Cancion Turquesa”
08 Kampung (Traditional West Papua Music)
09 Nadine Sierra “Melodia Sentimental" (Villa Lobos)
10 No Blues feat. Tracy Bonham “Black Cadillac”
11 Dolu Kadehi Ters Tut feat. Dilan Balkay “Siz Bana Aldırmayın”
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Gülten Ülgen
Yine muhteşem bir gezi muhteşem bir anlatım. Kolayca gidilemeyecek ama hep merak ettiğim yerler hayatlar . Fotoğraflar olmasa bile beynim fotografik olarak kaydedebildi teşekkürler bu güzel Kazanım için . Yeni rotaları heyecanla bekliyorum
Bu Yoruma Cevap Yazın »