Playlist en alttadır
Yeryüzünde insanın elini değdirmediği ve uygarlık adına değiştirmediği bir yer kaldı mı, doğrusu bilmiyorum. Kimselerin henüz ulaşmadığı, tamamen meçhullerle dolu bir noktanın hâlâ var olduğunu sanmıyorum ama zaten dünyanın “uygar” geçinen bölümünde son zamanlarda olup bitenlere baktıkça, bu kavramın tam olarak neyi tanımladığını da artık galiba bilemiyorum. Bu yüzden de gezegenimizin “ilkel ve yabani” ve hatta “vahşi” olarak nitelendirilen köşelerinde, yaşamakta olduğumuz hayatın beni çok yoran ürkünç gerçeklerinden uzaklaşmayı ve günlük yaşantıma dair sürekli hatırlamak zorunda olduğum yüzlerce detayı bu farklı dünyalarda bir süreliğine unutabilmeyi giderek daha fazla seviyorum. Sanırım görece “az uygar” toplulukların sade yaşam biçimleri, onların bozmaya kalkışmadığı doğa güzellikleri ve bulundukları uzak coğrafyaların gizemli gelenek ve ritüelleri yalnızca bu konuları her zaman çok merak ettiğim için değil artık biraz da insanı böyle başka bir olası boyuta taşıyabildikleri için cazip geliyorlar bana. Ve içimdeki bu gidivermek dürtüsü karşı koyulmaz bir hal aldığında kendimi, ne gitmeden çevremden duyduğum “ne işin var oralarda?” sözlerini ne de döndüğümde söyleneceğini bildiğim “kıskanıyorum, ne kadar şanslısın!” yorumlarını doğrusu hiç hesaba katmadan, çoktan hedefime kilitlenmiş buluyorum.
Bana işte böyle dünyayı tamamen unutturan, çok farklı bir yeni geziden çok yakında döndüm. Şimdi tutup “kaçamadığım o dürtüye ve her daim mevcut meşhur merakıma boyun eğerek bu sefer de kalkıp Endonezya’ya ve Malezya’ya gittim” desem, eminim bu ülkelerin isimleri size, konunun geri kalan kısmıyla pek fazla ilgilenmeyeceğiniz kadar tanıdık ve sıradan gelir. Oysa ben bu sefer tam da yukarıda sözünü ettiğim türden yaban ve doğal güzelliklerle dolu, sanki başka bir dünyaya gitmişim duygusu veren masal diyarlara ve buralarda sürmekte olan doğayla uyumlu yaşamlara bu iki ülkede ulaştım. Bu son yaptığım gezide sadece haritada binlerce kilometre uzağa değil, bir yandan da adeta zamanda binlerce yıl geriye gitmiş oldum. Yaşadığım yerden çok farklı bu coğrafyada, birbirine nispeten yakın ama yine de birbirinden tamamen uzak ve hatta sanırım büyük olasılıkla birbirinden habersiz iki kabileyi ziyaret ettim. Kendimi yeniden yeryüzünün böyle akıllara ziyan bir uzak köşesinde bulmanın şaşkın mutluluğu bir yana, oradaki yaşamların içine girmenin bu kez bana ardımda bıraktığım olağan hayatı her zamankinden çok daha fazla sorgulattığını da ayrıca fark ettim... Çünkü bir defa daha dehşetle hissettim ki insanoğlu denen canavarın dünyayı getirdiği noktada, hâlâ bozulmamış ve güzel kalabilen her şey, aslında ilkelliği ve yabanlığı bozulmadığı, sözde daha “uygar” olan bir başka biçime henüz evrilmediği için bu haldeydi.
Kısacası, bu son gezi benim için birçok bakımdan çok özel ve çarpıcı oldu. Çünkü bu kez Güneydoğu Asya’da, hayal adalarım Papua’da ve Borneo’daydım! Yani önce, şu çok uzak denizlerdeki, nerede olduğunu tam çıkartamadığımız (acaba tam olarak hangi deniz?) ve adını da sürekli yanı başındaki ülkeyle karıştırdığımız adada ve sonra da şu ismi sık sık üzerindeki sultanlığın adıyla karıştırılan, sanırım ada olduğu bile pek fazla bilinmediği gibi çok kimsenin hangi kıtada olduğunu da tam olarak hatırlayamadığı (orman olmasın? Yoksa şehir miydı?) o kocaman diğer adada... Aslında bu gezi için ta başından beri iyiden iyiye heyecanlıydım çünkü hem Endonezya’ya daha önce de gidip zaten çoktan aşık olmuştum hem de Malezya topraklarına ilk kez ayak basacaktım. Ve çünkü sanırım aklımın bir kenarında, ilk görüşte sevdiğim bu diyara bilmediğim köşelerini de bir gün keşfetmek ve kim bilir daha ne şaşırtıcı başka yaşamlara da tanık olmak üzere geri gitmek yıllardır zaten hep vardı. Ve böylece, bir akşamüstü Pasifik Okyanusu’nun ortasında, beş-altı metrelik fiber bir tekne içinde, anlatsam katlandığım için deli olduğuma hükmedeceğiniz koşullarda havanın azizliğiyle mücadele ederken, birden kendimi dalgaların sallantısına, rüzgarın uğultusuna ve deniz suyunun yüzüme çarptığı anda tuz tadı olarak dudaklarıma yerleşip kalan lezzetine teslim olmuş buldum. Mutlulukla gözlerimi kapatmıştım. Deniz çalkantılıydı, tekne bir türlü sağlam durmuyordu, dalgalardan sırılsıklam olmuştuk, güneş sabahtan beri yüzünü göstermediği için yol üzerindeki canım resiflerin yanlarından gerçek renklerini göremeden geçiyorduk... Ama ben ne korku, ne yorgunluk, ne de kızgınlık veya hayal kırıklığı hissetmiyordum. Sadece sonsuz bir minnet... Koşullar ne olursa olsun, bulunduğum yerde olduğuma şükretme duygusu. O an yalnızca dünya haritasının üzerinde minicik bir noktaydım ve de iyi ki o nokta Pasifik’in ortasındaydı...
Durun ama, burada bir soluklanalım ve ben en iyisi, duygularımı ortalığa döküp saçmayı bırakıp yolculuğun en başına dönerek her zamanki gibi bu ilginç diyarlara sizi de birlikte götüreyim. Macera bu sefer Endonezya’nın sekiz eyaletinden birisi olan Papua’da başlıyor. Başkent Jakarta’dan aktarmalı olarak geldiğimiz Jayapura’da, yani bu eyaletin başkentinde. Buraya gelmeden Jakarta’nın eski şehir merkezindeki Fatahillah Meydanı’nda, ünlü Batavia Cafe’de yıllar sonra yeniden kahvemi içmiş ve Jalan Surabaya caddesindeki Pusat Barang Antika Pazarı’nda çıktığım hazine avında çok eski cam boncuklardan yapılmış şâhâne bir kolye bulmuşum. Mutluyum yani; neredeyse güneşin altında patilerini yalayan doygun bir kedi gibi keyifliyim. Bu yüzden, İstanbul’dan gelmek için on bir buçuk saat uçtuktan bu kadar kısa süre sonra buradan da Jayapura’ya ulaşmak için beş buçuk saat daha uçacak olmayı hiç kafama takmıyorum. Hem zaten belli mi olur, belki de hızla su seviyesinin altına batmakta olduğu için yakın zamanda boşaltılmasına karar verilen Jakarta’yı dünya gözüyle bir daha göremem. İyi ki geldim yani, iyi ki... Üstelik bu gezide sürekli uçmaya, daha doğrusu havada karada veya denizde sürekli “gider” halde olmaya şimdiden kendimi hazırlasam iyi olacak çünkü on beş günlük programda tam on bir uçuş var. Bunun nedeni lükse olan düşkünlüğümüz değil, ulaşmaya çalıştığımız yerlere başka türlü makul sürelerde gitmenin mümkün olmaması; çoğu kez yollar yok denecek kadar bozuk. Tabii bu uçuşlara bir de tekne ve araba yolculuklarını eklemek gerek. Yeri gelmişken söyleyeyim, seyahat boyunca hava, kara ve denizde toplam otuz-otuz beş bin kilometre yol yapacak, iki tam gün tutarında zamanı da uçarak geçireceğiz. (Üstelik o an daha bilmiyorum ama gezinin sonunda buna bir de Malezya’nın tüm havaalanlarında sistemler çöktüğü için uçak kalkmadan saatlerce içinde beklemelerin ve check-in yapabilmek için verilen mücadelelerin süresini eklenmek zorunda kalacağım!) Yer kürenin çevresinin toplam kırk bin kilometre civarı uzunlukta olduğu düşünülürse, kabul etmek gerek ki bizimki hiç küçümsenecek bir yol değil... Ama işte dünyanın bir ucuna, okyanusun ortasına, yağmur ormanlarının bu kadar derinine de böyle zorlanıp yorulmadan gelecek değildik herhalde!
Jayapura’nın, başkent olduğu için çok büyük ve gelişmiş olmasını beklemeyin sakın. Tahmin edilebileceği gibi, merkezinde fazla bir özelliği olmayan kendi halinde bir uzak Asya kenti. Benim için önemi, gezinin aslında ilk durağı sayılabilecek Wamena’ya yani ziyaret edeceğimiz kabilenin yaşadığı bölgeye beni yaklaştırıyor olması. Ama yine de bu coğrafyada ayak bastığım her yer gibi Jayapura da orada kaldığım kısıtlı sürede beni fazlasıyla oyalamayı beceriyor. Kente hakim bir tepenin üzerine yerleştirildiği için nereye gitseniz mutlaka görmek zorunda olduğunuz, bu coğrafyada gözüme tıpkı kaybolmuş bir çocuk gibi olağanüstü yersiz, yanlış ve çaresiz görünen ve herhalde şehri koruyacağı düşünülerek dikilmiş olan, beyaz boyalı dev haç; bu yörelerde görmeye alıştığım cinsten minik, sarı, cazgır sesli, uyuz bakışlı, çirkin köpeciklerin her yerden daha fazla burada karşıma çıkıp bana bir tanıdığa rastlamışım duygusunu vermesi; sokakta içlerinde yemek hazırlanıp satılan el arabalarının tanıdık güzelliği, insanın kalbine dokunan süslemeleri ve sattıkları, yemeğe asla cesaret edemeyeceğim yemeklerin iştah açıcı kokuları; hareketli kent merkezinde rastladığım insanların hemen tamamının belirli bir saatten sonra, gün boyunca kullandıkları türlü çeşit uyuşturucu maddeden ötürü dünyaya kendinden geçmiş boş gözlerle bakıyor olması ve hatta bunlara, pazarda elini çantamın içinde yakaladığım halde bana baygın baygın sırıtıp işine devam etmeye kalkışan hırsızın bakışlarının da dahil olması... Birbirinden alakasız ve önemsiz bir sürü şey yani. Sonradan hatırlayınca çok sıradan veya fena halde ürkütücü gelecekler ama şu an benim sadece hoşuma gidiyorlar.
İlle de bu minik kentin ilkel ve renkli ve capcanlı pazarı! Kıpır kıpır ve dalga dalga deviniyor bu pazar ve içine girer girmez, hem satıcıları hem de sattıklarıyla, gördüğüm en keyifli pazarlar listesinin başköşesinde bir yerlere tüm haşmetiyle yerleşiyor. Jayapura pazarının genel manzarası, tıpkı yaşamın bir çok başka boyutu gibi, daha önce gittiğim diğer Endonezya adalarındaki pazarlardan oldukça farklı. Öyle fazla büyük bir pazar değil zaten, üstelik tezgahlarda satılan el sanatı objeler çok daha ilkel, çeşitleri çok daha az; ama canım tropik meyvelerin envai türü tabii ki burada da mevcut, hem de alabildiğine bir renk cümbüşü içinde coşmuş halde! Boyanmış gibi görünecek kadar parlak renkleri olan sebze ve meyvelerin hemen tüm tezgahlarda ince bir ressam özeniyle, renk uyumlarına dikkat edilerek, geometrik desenler yapacak şekilde yerleştirilmiş olmaları muhteşem bir görsel şölen yaratıyor. Ama en çok pazarcı kadınların herhangi bir şeyi satın almak istediğimde önce ciddi ciddi şaka sanacağınız kadar yüksek rakamlar söyleyip sonra ben daha itiraz bile etmeden kendiliklerinden söyledikleri fiyatın yarısına inmeleri beni benden alıyor! Ne paranın değerini, ne sattıkları malın gerçek ederini, ne de pazarlık etmeyi henüz tam olarak kavrayabilmiş değiller.
Tüm bu anlattıklarıma bir de çevresindeki geleneksel köyleriyle güzelim Sentani Gölü’nde yapılan geziyi eklerseniz, Jayapura insanın gözüne hiç de ilk andaki kadar sıradan ve renksiz görünmez oluyor. Sentani gölünde, neredeyse suyun içine kurulmuş olan köylerin arasında sandaldan az hallice bir tekneyle dolaşıp bazılarında mola verdikçe bölgenin sadece doğasına değil insanlarının masumiyetine de bir kez daha vuruluyorum. Yerli halkla hep iyi ilişkiler içindeyiz; sürekli birbirimize “Trima Kasih” deyip duruyoruz, karşılıklı bol bol sırıtıyoruz ama etrafımı sarıp bir şeyler isteyen çocuklar onlara verdiğim boncuklara uzaylı görmüş gibi bakıyorlar. (Oysa boyunlarında kendi yaptıkları boncuk kolyeler var ve az önce sırayla uzanıp benim kolumdaki boncuk bileziğe dokunmak istemişlerdi ve aynı boncuklar mesela Etiopya’daki Omo Vadisi yerlileri arasında çok sükse yapmıştı!) Bir kez daha fark ediyorum ki normalde beni çıldırtacak kadar yavaş bir tempoda, muazzam bir ağırkanlılık içinde hareket ettikleri, nerdeyse hiçbir söyleneni ilk seferde anlamadıkları çünkü insanı sinirden kudurtacak kadar vücut dilini yorumlamaktan uzak oldukları halde o kadar iyi niyetli ve cana yakınlar ki onlara kızmam mümkün değil. Kabullenmem gerek, yaşam burada benim alışkın olduğumdan çok daha yavaş akıyor ama işte belki tam da bu yüzden çok daha huzurlu ve itiş kakıştan uzak görünüyor.
Jayapura macerasını tamamladıktan sonra, ertesi gün nihayet Wamena! Ama Wamena’ya geçmeden önce biraz Papua’dan genel olarak söz etmeliyim. “Papua” kelimesi her ne kadar sık sık ülkenin en güney noktasındaki bu adanın ismi gibi kullanılıyor olsa da aslında onun Endonezya’ya ait olan batı kısmının adı. Adanın asıl ismi Yeni Gine Adası ve doğuda kalan diğer yarısında, hani şu adını televizyon reklamlarından duyduğumuz meşhur Papua-Yeni Gine var. Batı Papua, Endonezya’ya ait on yedi bin beş yüz sekiz adadan birisi. Büyüklük olarak tüm Endonezya adaları arasında üçüncü sırada ve ülkenin Okyanusya sınırları içerisindeki tek eyaleti. Epeyce bir süredir de bağımsız Batı Papua Devleti olarak Endonezya’dan ayrılmak için bir siyasi mücadele sürdürüyor. Doğrusu bu duruma şaşmamak gerek çünkü ülkedeki adaların her biri aslında apayrı birer kültüre ve kimliğe sahip ve tarihi gelişmeler sonucu sadece istilacı ülkelere karşı daha güçlü durabilmek, daha fazla sömürülmemek için birleşerek bir devlet haline gelmişler. Hatta yirmi yıl öncesine kadar adalararası ulaşım ve iletişim bile neredeyse yok denecek kadar azmış. Dolayısıyla kendilerini ortak bir kimliğe ait ve merkezi bir hükümete bağlı görmek istememeleri çok normal. (Bu arada, bu adaların sayısı meselesi de biraz karışık. Bu yıl söylenen, geçen geldiğimde duyduğum sayıdan epey farklı mesela! Çünkü her yıl başka bir rakam açıklanıyor; adaların sayısı bazen artıyor, bazen eksiliyor. Ya sayıları çok fazla olduğu için Endonezyalılar tamamını hiçbir zaman tam sayamıyorlar ya da bölgede yer altı hareketleri hiç eksik olmadığı için bazen üzerinde insan yaşamayan bazı minik adalar kimselerin haberi bile olmadan suyun altına gömülüp yok olurken bazen de yenileri sessiz sedasız ortaya çıkıverip saymaya çalışanları her seferinde yalancı çıkartıyorlar!)
Papua`yı özel yapan unsurlar
Tahmin edileceği gibi, Papua’da da diğer pek çok Endonezya adası gibi, resmi din ne olursa olsun nüfusun çoğunluğu için hâlâ animist gelenek ve ritüeller geçerli. Bu haliyle adanın özelliği sadece yeryüzünün en el değmemiş doğa noktalarından birisi olması değil aynı zamanda üzerinde yaşayan kabilelerin de hâlâ dünyanın en el değmemiş adetlerinden bazılarına bağlı olarak yaşamaya devam etmesi. Yani hem muhteşem yağmur ormanlarının bulunduğu doğa hem de bu doğada yaşam biçimlerinden ödün vermeden yaşayan yerliler, Papua’yı çok özel yapan unsurlar. Ada halkı diğer adaların Malay/Endonez halkından oldukça farklı fizikî özellikler taşıyor. Daha ziyade Avustralya’nın Aborijin yerlilerine benziyorlar. Gözleri çekik değil, tenleri siyahî denilebilecek kadar koyu renkte. Doğrusu fizyonomileri hâlâ adeta homo erectus atalarımızı andırıyor. Eh, şu anda yeryüzünde Avustralya’ya en yakın noktalardan birinde bulunduğumuza ve bu bölge insanoğlunun kırk-kırk beş bin yıl önce evrimini tamamladığında ilk ortaya çıktığı yer olduğuna göre, buna da şaşmamak gerek!
Papua ve Yamyamlık
Bu kadar ilginç özellik, sizi hâlâ Papua’ya benim kadar çekmeye yetmediyse sıkı durun, şimdi bu kabileler hakkındaki en inanılmaz şeyi açıklıyorum: Bu insanların çoğu yamyam, yani insan eti yiyorlar! Daha doğrusu yakın zamana kadar yiyorlarmış. Bu adada en son 1994’de misyoner olarak gelen bir papazı yedikleri biliniyor. Gerçi en son iki yıl önce bölgede durup dururken kaybolan iki Hollandalının akıbeti de hâlâ meçhul ama bu konuda yapılmış resmî bir açıklama yok! Anlatıldığına göre, başlangıçta aç kalmamak için önlerine çıkan insan dahil her canlıyı yerlerken, insan eti yeme meselesi zamanla sadece düşmanlarının etini, ondan intikam alma ve gücünü kendi bedenlerine aktarma amacıyla yemek şekline dönüşmüş. Hatta bu nedenle, bahtsız kurbanın önce kalbi sökülerek taze taze yemesi için kabile reisine sunulurmuş. Yani öldürülerek eti yenenler sadece dövüşte alt edilen düşmanlar. (Bu arada, bu durumdan açıkça anlaşılıyor ki yerli kabileler için yapışkan sinekler misali yaşamlarının üzerine çöreklenip yöre halkını bir türlü rahat bırakmayan misyoner rahipler de düşman kategorisine giriyor!) Kısacası, Papua’da karikatürlerdeki gibi ortalık yerde içinde canlı insanların pişirildiği kazanlar kaynamıyor ve de köylerde insan budu satan kasaplar yok! Ama mesela bizi kabileye götüren rehber Rufus (ki tabii söz konusu kabilelerden birinin mensubu) en son dedesinin insan eti yediğini biliyor. Babasının gezgin bir öğretmen olduğunu ve en son kendisi çocukken uğradığı köylerden birinden hediye edilen fümelenmiş bir et parçasını o insanları kırmamak için aldığı halde eve gelince yemekten vazgeçtiğini anlatıyor. Sözleri tabii ki hâlâ kulaklarımda; “İnsan eti ne kadar pişirilirse pişirilsin kestiğinizde içi kanlı kalmış gibi olur, kasların kanlanma durumundan insan eti olduğu anlaşılır. Babam da elindeki but parçasını kesip kontrol etti. Ve dokusundan insan eti olduğunu anlayıp bahçeye açtığı çukura gömdü!” Çukur? Bir tür mezar yani! Dehşet içinde bir adım uzaklaşıp Rufus’a şöyle alıcı gözüyle bir kez daha bakıyorum ve dayanamayıp “Peki” diyorum, “Pişirip yeseydi nasıl pişirecekti? Yani yalnızca ızgara mı yapılır bu insan eti, yoksa kızartması, haşlaması veya buğulaması falan da olur mu?” “Ben bilmem” diyor Rufus, “Herhalde eskiden her türlü pişerdi ama kabilemiz tövbe ettikten sonra babam bizi bu konudan özellikle hep uzak tuttu, hiçbir zaman detay anlatmadı.” Birden hatırıma yıllar önce Endonezya’ya ilk geldiğimde bir gün mutlaka buraya geri gelmeyi aklıma sokan sevgili rehber arkadaşımın o zaman anlattıkları düşüyor. “Hadi gel, seninle Papua’ya da gidelim” demişti. Ben de cevap olarak, “Papua’ya? Yani tam olarak nereye? Ve nasıl? Ve tabii niye?” cinsinden bir şeyler gevelemiştim. O, dünyanın en doğal şeyinden bahsedermiş gibi, “Hani” deyivermişti, “1980’lerde ünlü Amerikalı iş adamı Rockefeller’in bir oğlu buralarda ortadan kaybolmuştu da sonradan kafatası bulununca yamyamlar tarafından yenildiği anlaşılmıştı ya, işte onu yiyen kabileyi ziyarete gidelim!” Benim tepkimi merak etmiyorsunuz herhalde! Sanırım bugün, üstelik sizi de birlikte sürüklemiş olarak, işte bu sebepten buradayım! Çünkü sizi Rufus eşliğinde götüreceğim kabile bu sözü geçen kabilelerden birisi ve daha önce başka coğrafyalarda bana tanıtılan kabilelerin çoğundan farklı olarak turistik bir gösteri değil, gerçekten hala tamamen ritüellerine bağlı olarak yaşayan çok ilkel bir topluluk. Haydi gelin, Baliem Vadisindeki Dani Kabilesi’ne gidiyoruz.
Dani kabilesi
Daniler temel olarak avcı/toplayıcı bir toplum ama günümüzde tabii ki dış dünya ile temasları yüzünden hızla değişmekteler. Artık onlar da mecburen daha yerleşik ve daha dünyaya açık yaşıyorlar. Bizi bekleyen Dani köyüne, yol bitip arabadan indikten sonra aşağı yukarı kırk beş dakika daha arazide yürüyerek ulaşıyoruz. Güneş tam tepemizde ve hava çok sıcak. Ama yol boyunca köyün çocukları bize eşlik ettiği için yürüyüş keyifli bir hâl alıyor. Yerli halkın çeşitli vesilelerle kullandığı (Allah bilir ne anlama gelen!) tempolu bir seslenişi tekrarlayarak ve şarkılar söyleyerek bizimle birlikte yürüyorlar, yol boyunca hepimizle şakalaşıp öğrettiğimiz oyunları oynuyorlar. Köye varmak üzere olduğumuzu çalıların arasından bir görünüp bir kaybolarak bizi seyreden, tüylü başlıklar giymiş, beyaz boyalı, koyu renkli suratlardan anlıyoruz. Aslında bizim için bir gösteri hazırladıklarını biliyoruz. Başlamak için iyice yaklaşmamızı bekliyorlar. Zaten birkaç adım sonra da ellerinde kendi boylarının iki misli uzunluğunda mızrak, ok ve yaylarla savaş çığlıkları atarak önümüze atlıyorlar. Belli bir ritimde hareket ederek toplanıp ayrılıyor ve bu arada da sürekli bize doğru yaklaşıyorlar. Hemen ardından tempolu bir sesleniş eşliğinde adeta dans ederek geri çekiliyorlar. Bu gösteri aslında geçmişte (yani turizm çok yakın zamanda buralara ulaşmadan önce) Danilerin düşmana saldırmak için kullandığı taktiğin, avlanırken yaptıkları hareketlerle birleştirilmiş hali. Hatırlatmama gerek yok sanırım, sözü geçen zamanlarda düşman kovalamak ve yiyecek için avlanmak Daniler için zaten aynı anlama geliyormuş! Bunu hatırlayınca içim ürpermeden edemiyorum. Her ne kadar “mock-battle” yani “şakacıktan savaş” adını verdiğimiz bu gösteri gerçekten son derece kontrollü tam bir gösteri ise de savaşçı rolü oynayan Danilerin görüntüsü de birden burnumun dibinde biten mızrakların boyu bosu da öyle gerçek ki bir an Rockofeller’in zavallı oğlunu düşünüp tasalanmaktan kendimi alamıyorum...
Gösteri bitip nihayet hep birlikte köye ulaşınca aslında bir köye değil, tek bir ailenin yaşam alanına geldiğimizi ve kabilenin zaten böyle aile bazında ayrılmış yaşam alanlarına yayıldığını öğreniyoruz. Yani bizim geldiğimiz yer köye benziyor ama sadece bir ailenin evi. Bu aile bir Dani erkeği ve onun muhtelif karıları ve bu kadınlardan olma bol miktarda çocuklarından oluşuyor. Bir de tabii bizi görmeye ve ağırlanmamız konusunda ona yardım etmeye gelmiş olan komşular var. Evin bir çitle çevrelenmiş olan alanına bahçe kapısı olarak kullanılan bir boşluktan giriyoruz. “Boşluk” diyorum çünkü sanırım buna tam olarak kapı denemez. Her ne kadar yanında kapalı tutulmakta olan bir kapı da mevcut ise de onun sadece hayvanların geçmesi için kullanıldığını öğreniyoruz ve biz de Daniler gibi çite bir birkaç basamaklı ilkel bir tahta merdivenle tırmanarak yerden iki metre kadar yüksekteki pencere benzeri bu boşluktan geçiyoruz. Aksi yöndeki birkaç basamak merdiveni indiğimizde bir avlunun içine ulaşıyoruz. Baş köşede evin erkeğinin evi olduğunu öğrendiğimiz diğerlerinden daha büyükçe bir kulübe var. Yuvarlak, penceresi olmayan, ağaçtan yapılmış, üzeri kuru otlarla kaplı, içi tek göz ve neredeyse tamamen karanlık bir kulübe. Yanında sırayla karılarının evleri dizili. Kadınlar bu evlerde kendilerine ait çocuklarla yaşıyorlar. Bunların karşısında da mutfak kulübeleri ve domuz ahırları sıralanıyor. Etrafımızda herkes çırılçıplak. Az önce izlediğimiz gösteri sırasında belki de ilk dikkatimizi çeken şey şimdi daha sakin bir şekilde tam karşımızda duruyor: Erkekler sadece penislerinin üzerine, korumak amaçlı olarak “koteka” adı verilen boynuz biçimli ucu kıvrık ve sanırım tercihe göre farklı uzunluklarda olabilen, ağaç kabuğundan yapılmış birer kılıf takmışlar. Bazıları bu kılıfların ucunu iyice yukaru doğru döndürüp içinden geçirdikleri bir iple bellerine bağlamışlar. Arka tarafları ise ya tamamen çıplak, ya da solmaya yüz tutmuş olmalarından epey saatler önce dalından koparılıp takıldığını tahmin ettiğim iri yapraklarla örtülü. Kadınlar yine sadece cinsel organların zarar görmesine engel olmak amacıyla, kurutulmuş otlardan yapılmış, eteklik gibi saçaklı bir örtüyle kalçalarını kapatmışlar. Yani giyim adına her şey örtünüp edepli olmaya değil üreme organlarının sağlama alınmasına yönelik. Erkekler yüzlerindeki ve vücutlarındaki beyaz boyalara ilaveten başlarına ve burunlarına beyaz boğa boynuzları ve hayvan kemikleri takmışlar. Kadınların bazılarının üzerinde bizim pazar fileleri gibi ipten dokunmuş rengarenk üstlükler var. Dikkatli bakınca bunların bir gün önce Jayapura’daki pazarda gördüğüm, yerli kadınların içlerini doldurduktan sonra sap kısmını bant gibi başlarına geçirip gövde kısmını arkalarına alarak enseleri üzerinde yük taşımak için kullandıkları filelerden olduğunu anlıyorum. Dani kadınları bir süslenme biçimi olarak bu fileleri boş haliyle şal gibi üzerlerine sarmışlar. Bunun dışında onların göğüsleri de erkekler gibi çıplak. Bazılarının yüzünde kireç gibi bir boyayla yaptıkları ama erkeklerin savaş boyalarından farklı, nokta şeklinde süsler var. Hemen hepsinin kucağında veya eteğinde de an az birer sümüklü çocuk. (Bu sümük meselesi ilginç çünkü ağızlarına kadar giren ve ancak çok mecbur kalırlarsa elleriyle alıp yere attıkları yemyeşil sümüklerden nasıl rahatsız olup kurtulmaya çalışmadıkları, sanki öyle bir şey yokmuş gibi yaşadıkları anlaşılabilir gibi değil. Sadece çocuklar değil büyüklerin de önemli bir bölümü aynı durumda. Oysa hiçbirinin hasta gibi bir görünüşü yok. Hepsi mi nezledir? O burunlar niye akar sürekli ve hiç mi bir yaprakla olsun silmek akıllarına gelmez?) Hemen hepsinin ağzında, bu coğrafyada sık rastladığım betel otu benzeri hafif uyuşturucu/yatıştırıcı bir boyu mevcut. Galiba daha çok kadınlar kullanıyorlar bu bitkiyi ama kadın erkek hepsinin dişleri ve ağızları bu bitki yüzünden kıpkırmızı. Doğrusu ağızlarındaki boya ilk bakışta kan gibi durduğu için korkunç, alıştıktan sonra da insanların gülüşlerini çok çirkinleştirdiği için iğrenç. Ama istisnasız herkes bu bitkiyi kireç gibi beyaz bir toza batırıp gün boyu ağzında emiyor. Gerçi galiba bu Dani kabilesine özgü bir şey değil, tüm bu coğrafyanın bir adeti çünkü aynı şeyi Jayapura’da ve daha önceki gelişimde Sulawezi adasında da görmüştüm. Zaten Jayapura’da hem pazarda hem de sokak köşelerindeki tezgahlarda en fazla satılan şey bu bitki sanırım. Ayrıca maalesef Sulawesi yerlilerinin beni şaşırtan başka bir özelliği daha burada mevcut. Hemen herkes, hiç durmadan sigara içiyor. Buna dokuz-on yaşındaki çocuklar da dahil. Dış dünyadan gelen sözümona gezginlerin onlara öğrettiği bir şey bu ve birçok bilinen zararının yanında bence asıl bu insanları sürekli sigara dilenmeye alıştırdığı için bence korkunç!
Wah wah wah wah
Avluya girer girmez tüm hane halkı karşımıza yan yana diziliyor. Rufus bize kendi usullerince “hoş geldin” demek istediklerini, sırayla önlerinden geçip ellerini sıkmamız gerektiğini söylüyor. Biz de tam bunu yapıyoruz ve çoluk çocuk aşağı yukarı on beş-yirmi kişinin sırayla önlerinden geçip teker teker ellerini sıkarak bize öğretildiği gibi “wah, wah, wah, wah!” diyoruz. Onlar da karşılığında bize aynı şekilde “wah, wah” diye sesleniyorlar çünkü “wah” bu yörenin yerel dilinde teşekkür etmek ve iyilikler dilemek anlamına geliyor. Ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok iyi dilek dilenmiş ve o kadar çok teşekkür edilmiş oluyor. Dolayısıyla avlu bir süre bilmesek yas tutulduğunu zannedip çok üzüleceğimiz kadar yoğun bir vahvahlanmayla doluyor. Tanışma faslından sonra avluya dağılıp her birimiz farklı bir kabile üyesiyle, o an icat ettiğimiz yöntemlerin yettiği kadar ahbaplık kurarak haşır neşir oluyoruz. Ortalıkta dönen bir hazırlık tamamlanana kadar bizi ağırlayan ailenin yaşamına karışıp insanları tanımaya, anlamaya çalışıyoruz.
Yemek ve kurban ritüelleri
Daniler artık yamyam olmasalar da hâlâ çok özel et pişirme yöntemleri var! Sözünü etiğim hazırlık da bununla ilgili, az sonra ona şahit olacağız. Ama bunun için önce bizim onlara hediye ettiğimiz yavru domuzun öldürülüp parçalanması gerek. Burası biraz fena işte! Çünkü bu iş bir tören halinde topluca izlenerek yapılıyor ve inançlarına göre, hayvancık ne kadar çok acı çekerek ve ne kadar uzun sürede ölürse, öldürenler o kadar günahlarından arınıyor. Dolayısıyla hiç hoşlanmadığımız bir kurban etme ritüelini izlemek zorunda kalıyoruz. Garibim domuzcuğu mızrakla çeşitli yerlerinden yaralıyorlar ve ağlayıp inleyerek ölmesini bekliyorlar. Doğrusu olayın bu kısmını hiç yaşamamış olmayı fazlasıyla tercih ederdim ama mümkün değil. O ana kadar birlikte oturup kendi çapımda sohbet ettiğim, evlerine girip resim çektiğim, birbirlerini süslemelerini seyrettiğim, çocuklarıyla birlikte yavru köpeklerini sevdiğim ve sonunda ortak bir vücut dili oluşturup bayağı anlaşmaya başlamış olduğum insanlar şimdi gözüme canavar gibi görünüyorlar doğrusu. Avlunun büzüldüğüm köşesinde, domuzdan yana bakmamaya çalışarak bu işin bir an evvel bitmesini bekliyorum. Orta yerde taşlarla çevrili bir alan oluşturup içinde dalları birbirine sürterek bir ateş yakıyorlar, ateşin üzerine iri ve yassı başka taşlar dolduruyorlar; sonra da nihayet ruhunu teslim eden domuzun cesedini köz halindeki bu ateşin üzerine olduğu gibi koyup kavrulmasını sağlıyorlar. Başta anlamsız gibi gözüken bu hareketin nedenini az sonra anlıyorum. Böylece hayvanın iyice kuruyan derisini yüzmek ve sonra iç organlarını çıkartmak çok daha kolay oluyor. Zaten o ateşin hemen hemen tek fonksiyonu da bu çünkü az ötede kazdıkları derin bir çukur, o ateşte iyice kızdırmış oldukları taşlar içine doldurularak bir tür tandır haline getiriliyor ve etin asıl pişirilmesi burada yapılıyor. İçi kızgın taşlarla dolu olan bu çukura, yüzülüp iç organları çıkartılmış olan hayvancık yerleştiriliyor ve üzeri etle birlikte sebze niyetine yenecek olan türlü çeşit tanımadığım otla, araya yine kızgın taşlar da konularak, kat kat örtülüyor. Ocağın hava alması engellendiği için de herhalde et çok kıvamında pişiyor olmalı ama benim aklım o sırada, ayıklanan iç organlardan ilk parçaları ganimet olarak aldıkları için mutluluktan uçmakta olan çocuklara kayıyor. Yüzlerindeki ifade ve gösterdikleri sessiz sevinç gerçekten benim bildiğim dünyadan ışık yılları kadar uzakta! Bizim çocuklarımızın güya çok istediği ve sahip olduktan üç gün sonra bir kenara bıraktığı pahalı oyuncaklara kavuşunca gösterdikleri tepkiden çok daha gerçek ve inandırıcı bir mutlulukları var, biraz da evin diğer çocukları arasından bu parçaları almak üzere seçilmiş olmanın gururu ile karışık bir mutluluk... Artık büyükler tarafından terk edilmiş olan ilk ateşin üzerinde kendi paylarına düşen sakatatları pişirmeye çalışıyorlar.
İkram ettikleri şeyleri yememek ayıp olacağı için, az evvel önümüze konulan muz yaprağı içinde közlenmiş mısırı közleyen genç Danilinin burnunu en son kaç dakika önce, şu an mısırı tuttuğu eliyle temizlemiş olduğunu unutmayı başarmıştım. Bu tecrübenin de bana iyice gösterdiği gibi insan pislikten ölmüyor demek ki çünkü asla yıkanmayan bu insanların tüm havayı sarmış ve köyün kokusu haline gelmiş olan, geniz yakacak derecede keskin ter ve ten kokuları sanırım bugün hâlâ burnumda ve ben buna rağmen sunulan mısırı kusmadan yemeyi başardım! Ama bu domuzcuktan bir lokmanın bile gırtlağımdan geçmesine imkan yok çünkü insan pislikten ölmese de kırık bir kalpten ölmesi gayet olası. Bu yüzden kendimi biraz da çocukluğumun kapı önlerinde ve bahçelerde ayan beyan hayvan boğazlanan kurban bayramlarından birisine dönmüş gibi hissettiğim bu tören nihayet bittiğinde, etin bize ikram edilmeyeceğini öğrenince fena halde mutlu oluyorum.
Danilerin mumyalanmış ataları
Kısa bir ara verip yazdıklarımı şöyle bir okuyunca fark ettim ki izlediklerim anlatılırken galiba biraz fazla korkunç bir hale gelmiş! Oysa aslında gerçek bu değil yani ben oradan hiçbir kötü duygu ile ayrılmadım. Aksine, böyle bambaşka bir dünyada bu kadar özel bir geleneğin içine kabul edilmiş olmaktan çok mutlu oldum. İnsanoğlu, eğer canı isterse, uyum yeteneği en yüksek olan canlı. Bu yüzden, Pasifik Okyanusunun ortasındaki Papua Adası’nın derinliklerinde, yağmur ormanlarının kıyısında, yakın zamana kadar yamyam olan çırılçıplak bir kabilenin sofrasını paylaşırken aklıma korkmak, iğrenmek gibi şeyler pek gelmiyor. Sadece inanamayan bir mutluluk, tüm benliğimi saran bir şaşkınlık ve sevinç. Bu deneyim beni çok mutlu etmiş sayılı anıların arasında yerini aldı yani, asla kötü bir tecrübe olarak yazılmadı hafızama. Düşünsenize dünyanın ta neresindeyiz! Buraya gelmek Endonezyalılar için bile bayağı lüks. Zaten adalar arasında yakın zamana kadar pek bir iletişim olmadığı, bütünlükleri sadece sömürgenlere karşı güç oluşturmak adına kurulmuş olduğu için, neredeyse hepsi birbirine yabancı. Jakartalılar Papua’dan başka bir ülkeden bahseder gibi bahsediyorlar. Hatta Jakartalı rehberimiz yola çıkmadan bize Papua’ya gitmenin çok istediği ama çok pahalı olduğu için uzun bir süre daha başaramayacağı bir şey olduğunu ve bu yüzden bizi resmen kıskandığını açık açık söylüyor!