Playlist en alttadır
Yeryüzünde insanın elini değdirmediği ve uygarlık adına değiştirmediği bir yer kaldı mı, doğrusu bilmiyorum. Kimselerin henüz ulaşmadığı, tamamen meçhullerle dolu bir noktanın hâlâ var olduğunu sanmıyorum ama zaten dünyanın “uygar” geçinen bölümünde son zamanlarda olup bitenlere baktıkça, bu kavramın tam olarak neyi tanımladığını da artık galiba bilemiyorum. Bu yüzden de gezegenimizin “ilkel ve yabani” ve hatta “vahşi” olarak nitelendirilen köşelerinde, yaşamakta olduğumuz hayatın beni çok yoran ürkünç gerçeklerinden uzaklaşmayı ve günlük yaşantıma dair sürekli hatırlamak zorunda olduğum yüzlerce detayı bu farklı dünyalarda bir süreliğine unutabilmeyi giderek daha fazla seviyorum. Sanırım görece “az uygar” toplulukların sade yaşam biçimleri, onların bozmaya kalkışmadığı doğa güzellikleri ve bulundukları uzak coğrafyaların gizemli gelenek ve ritüelleri yalnızca bu konuları her zaman çok merak ettiğim için değil artık biraz da insanı böyle başka bir olası boyuta taşıyabildikleri için cazip geliyorlar bana. Ve içimdeki bu gidivermek dürtüsü karşı koyulmaz bir hal aldığında kendimi, ne gitmeden çevremden duyduğum “ne işin var oralarda?” sözlerini ne de döndüğümde söyleneceğini bildiğim “kıskanıyorum, ne kadar şanslısın!” yorumlarını doğrusu hiç hesaba katmadan, çoktan hedefime kilitlenmiş buluyorum.
Bana işte böyle dünyayı tamamen unutturan, çok farklı bir yeni geziden çok yakında döndüm. Şimdi tutup “kaçamadığım o dürtüye ve her daim mevcut meşhur merakıma boyun eğerek bu sefer de kalkıp Endonezya’ya ve Malezya’ya gittim” desem, eminim bu ülkelerin isimleri size, konunun geri kalan kısmıyla pek fazla ilgilenmeyeceğiniz kadar tanıdık ve sıradan gelir. Oysa ben bu sefer tam da yukarıda sözünü ettiğim türden yaban ve doğal güzelliklerle dolu, sanki başka bir dünyaya gitmişim duygusu veren masal diyarlara ve buralarda sürmekte olan doğayla uyumlu yaşamlara bu iki ülkede ulaştım. Bu son yaptığım gezide sadece haritada binlerce kilometre uzağa değil, bir yandan da adeta zamanda binlerce yıl geriye gitmiş oldum. Yaşadığım yerden çok farklı bu coğrafyada, birbirine nispeten yakın ama yine de birbirinden tamamen uzak ve hatta sanırım büyük olasılıkla birbirinden habersiz iki kabileyi ziyaret ettim. Kendimi yeniden yeryüzünün böyle akıllara ziyan bir uzak köşesinde bulmanın şaşkın mutluluğu bir yana, oradaki yaşamların içine girmenin bu kez bana ardımda bıraktığım olağan hayatı her zamankinden çok daha fazla sorgulattığını da ayrıca fark ettim... Çünkü bir defa daha dehşetle hissettim ki insanoğlu denen canavarın dünyayı getirdiği noktada, hâlâ bozulmamış ve güzel kalabilen her şey, aslında ilkelliği ve yabanlığı bozulmadığı, sözde daha “uygar” olan bir başka biçime henüz evrilmediği için bu haldeydi.