Eskiden caz vardı, rock’n roll vardı, folk vardı. Uzun saçlı bir kız veya hippi kılıklı bir delikanlı elinde gitarıyla bir tabure üstünde şarkı söyleyince folk oluyordu, birkaç enstrüman daha kullanarak ve dans ederek gürültülü şarkılar söyleyince rock’n roll, zenciler çalınca caz oluyordu. O zamanlar topu topu üç-beş müzik türünden söz edilirdi. Sonra arayışlar derinleşti. Türlerin türevleri ve geçişkenlikleri ortaya çıktı, müzisyenler yeni arayışlara başladılar, yeni ufuklara yelken açtılar ve o klasik tür etiketleri ortadan kalktı. Eski rock şarkıları folk şarkıcılarının, folkçuların şarkıları cazcıların diline pelesenk olmaya başladı. Aşağıda, sağlığında folk şarkıcısı diye etiketlenen, ama bugün artık şarkıları birçok caz müzisyeni tarafından da yorumlanmaya başlayan Nick Drake için tadımlık bir yazı yer alıyor.
Zaman bana fazla sormamayı öğretti
Elinde akustik gitarıyla, evinin arka bahçesinde yerlere dökülmüş turuncu sonbahar yapraklarının üzerinde oturur, mavi göklere giden yolları, leylakların açma zamanını, pembe ayı anlatan şarkılar söylerdi, sonra yalnızlığını, içindeki karanlığı, zamanı anlatırdı, anlaşılmanın zorluğunu. “Time Has Told Me”de şöyle diyordu: “Zaman bana fazla sormamayı öğretti, okyanusumuz bir gün kendi kıyılarını bulacak”.
Nick Drake 1948’de Burma’da doğdu, 1974’de Londra’da öldü, yaşarken üç albüm yaptı, ölümünün hemen ardından bir albümü daha çıktı. Her albümü daha şaşırtıcı oldu. Ama bazan pastoral, çokluk karanlık şarkıları, yaşarken ilgi görmedi. Zaten ölümünde, yoksa yoksa intiharında mı demeli, ilgi görememesinin de payı vardı. Yıllar sonra bir Volkswagen reklamında cabriolet bir araçla gece dört çekici genç bir partiye giderken kızlar dolunaya bakmakta ve fonda Nick Drake’in 1972’de yaptığı “Pink Moon” çalmaktaydı. İşte o gece Nick Drake “keşfedilmiş”, zamanında ilgi görmeyen plakları bir anda büyük talep görmeye başlamıştı. O dönemde Island plak şirketi Nick için bir toplama albüm çıkaracaktı. İsmini, alışıldığı gibi “best of“ ya da “greatest hits” koymayı düşündü, ama bu isimlerin Nick’e yakışmadığına karar verdi, albüme ”Heaven In A Wild Flower” ismini verdi. Birkaç yıl önce çıkarılan başka bir toplama albüme de aynı düşünceyle “Way To Blue” ismi verildi.
Nick Drake’in bugün yeniden ilgi görmeye başlamasını, onun Janis Joplin, Jim Morrison, Hendrix gibi, ölmüş bir rock şarkıcısı olmasına bağlayanlar var. Oysa gerçek, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, Nick’in de büyük bir yaratıcı potansiyele sahip olmasında gizli. Çünkü kısacık müzik kariyerinde yazdığı şarkılar bugün de aynı tadla dinlenebiliyor, hatta sert rekabet koşullarıyla çalışan müzik endüstrisi, bugün bile onun şarkılarını yeniden yayınlayabiliyor. Öldüğünde daha 26 yaşındaydı ve albümleri hiç ilgi görmüyordu. Ama bugün bir efsane haline geldi.Brad Mehldau, Simin Tander, Norah Jones Charlie Hunter, Jason Parker Quartet, Dream Academy, REM, Maria McKee, 10.000 Maniacs onun şarkılarını yorumluyor. Birçok Hollywood prodüksiyonu film müziklerinde ona yer veriyor. Çok sayıda müzisyenin katılımıyla anısına konserler düzenleniyor.
İntihar ettiğinde henüz 26 yaşındaydı ve albümleri hiç dinlenmiyordu
Nick Drake’i 1968’de Cambridge’deki bir konserinde Fairport Convention’ın bascısı Ashley “Tyger” Hutchings keşfetti ve hemen prodüktörü Joe Boyd’la tanıştırdı. Boyd o zamanlar 22 yaşındaydı, Amerikalıydı, ve İngiliz folk-rock’ına Fairport Convention, Incredible String Band, John Martyn’i kazandırmıştı, Pink Floyd’un ilk 45’liği “See Emily Play”in prodüktörlüğünü de yapmıştı. Gerçi EMI sonradan kendi kadrolu prodüktörünü devreye sokup Boyd’la anlaşmasını iptal etmişti, ama, o İngiliz müzisyenleri keşfetmeye devam ediyordu. Nick’in müziğinden çok etkilendi ve çalışmaya başladılar. Nick’in ilk albümü “Five Leaves Left” (1969) mistik, melankolik, pastoral bir atmosfer taşıyordu. Şarkılarda gözyaşlarının anlattıklarından, leylakların açma zamanından, bir cellonun çağrıştırdığı hüzünden, bir başkasına anlatılamayan düşlerden sözediyor, şiir okur gibi şarkı söylüyordu. Albümde akustik gitar çalan Nick’e Pentangle’ın double-bascısı Danny Thompson, elektrik gitarda Richard Thompson, yaylılarda şarkılara barok bir atmosfer kazandıran Robert Kirby eşlik ediyordu.
Şiir okur gibi şarkı söylüyordu
Bu albüm fazla ilgi görmedi, ama hemen arkasından “Bryter Layter” (1970) geldi. Bu albüm, ilkinden farklı olarak daha melankolik, daha melodikti. Fairport Convention’ın üç üyesi ve Robert Kirby’nin yaylılar grubu da Nick’le birlikteydi. Ayrıca, Velvet Underground’dan John Cale albümün temel şarkısı “Northern Sky”da celeste, piyano ve org çalıyordu.
Ancak Nick’in düşsel dünyasını yansıtan bu albüm de fazla satmadı. Nick daha fazla içine kapandı, psikolojik tedaviye başladı. İki yıl sonra yeniden stüdyoya girdi, iki gece boyunca, sadece akustik gitarıyla on şarkı kaydetti, kayıtları paketleyip Island plak şirketine götürdü, danışmaya bıraktı. Şirkettekiler paketi birkaç gün sonra farkedip dinlediler, ama yetersiz buldular. Nick’i çağırıp, albümün çok kısa (sadece 25 dakika) ve sade olduğunu, başka şarkılar eklenmesi ve düzenlenmesi gerektiğini söylediler. Nick, albümde başka şarkı duymak istemediğini ve nicelik değil niteliğin önemli olduğunu, başka enstrümana da gerek olmadığını, beğenmedilerse basmamalarını söyledi. Island ikna olmadı ama başka şansı da kalmamıştı. Bu çalışma “Pink Moon” (1972) adıyla Nick’in istediği biçimde çıktı, o da diğerleri gibi çok az sattı, ama bugün birçok kritik, bu albümü Nick’in en başarılı çalışması, aynı zamanda rock müzik tarihinin en karanlık, en yalın, en çıplak albümü olarak görüyor. Nick, albüm çıktıktan sonra dört şarkı daha yapmıştı, ama artık anlaşılamamaktan bıkmış, kapılarını tüm dünyaya kapatmış, bunalımını aşmak için anti depresan kullanmaya başlamıştı. Son aylarında ise bir çıkış aramaya yönelmişti, hatta artık şarkı söylemeyeceğini, sadece başka şarkıcılar için yazacağını açıklamış, sonra da Paris’e gidip, arkadaşlarıyla, Seine nehrinde bir botta yaşamaya başlamıştı. Ama bu değişim kısa sürdü, tekrar Londra’ya döndü. Bir sonbahar sabahı annesi kahvaltıya çağırmak için odasına girdiğinde, onu yatağında sessizce yatarken buldu. Aşırı dozda antidepressant almıştı. Pikabında Bach’ın Brandenburg Konçertosu duruyordu.
"Pink Moon" veda albümü mü?
Joe Boyd, Nick’in ölümünden çok sonra, yayınlanmayan şarkılarını toplayıp “Time of No Reply”ı (1986) çıkardı. 1967-74 arasındaki kayıtlardan oluşan bu albümde Nick’in bazı eski şarkılarının demo’ları yanında, diğer üç albümde yer almayan bazı şarkılarına yer verildi. Gene bir melankolik atmosfer oluşturan albümün açılış şarkısında Nick Drake “Sessiz zaman beni çağırıyor/ Merhaba yok, hoşça kal yok/ Terketmek için hiçbir yol yok” diyordu.
Bugün Nick Drake’in müziğini değerlendiren bazı eleştirmenler, onun Jacques Brel geleneğini izlediğini söylüyorlar. Bazıları ise onu Donovan’la, Van Morrison’la, Joni Mitchell’la karşılaştırıyorlar. Ama hepsinin ötesinde, Nick Drake bugün yeniden keşfediliyor, onun için Amerika’da, İngiltere’de saygı konserleri düzenleniyor, saygı albümleri yapılıyor, kitaplar yazılıyor. Ne yazık ki, zamanında anlaşılamayan birçok sanatçı gibi, bugünkü ününün özlemiyle yaşamıştı. Ama sanki bunu görmüştü. İlk şarkılarından birinde, “Time Has Told Me”de şöyle diyordu: “Zaman bana fazla sormamayı öğretti, okyanusumuz birgün kendi kıyılarını bulacak”.
Levent Varlık
Cazkolik.com / 05 Mart 2022, Cumartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.