Uzun yıllardır rastlamadığımız kadar sıcaklara esir düşen İstanbul’da nefes almak bile zorlaştı, daha ne kadar süreceği belli değil. Bırakın yere düşmesini, havada kar görünce ‘beyaz felaket’ diyerek ekranları dolduran spikerlerin bu sıcağa herhangi bir isim taktıklarını duymadık. Belki de memnunlardır.
Araba kullanmayıp vapurla konsere gitmenin en güzel yanı boğaz rüzgarıdır (yani öyle olması lazımdı) ama bu sene rüzgar bile yorgun... Hafta sonundan itibaren özlediğimiz poyrazın kendini artık göstereceğini söylüyorlar, bekliyoruz.
Topkapı Sarayı avlusu İstanbul’un tartışmasız en güzel açık alan konser mekanlarından, daha Bab-ı Hümayun kapısına yaklaştığınızda heyecanlanmaya başlıyorsunuz, kapıyı geçip avluya girdiğinizde dingin bir serinlik karşılıyor, önünüzde uzanan ağaçlı yolun ucunda, iç avlunun görkemli kapısının önünde kurulmuş konser sahnesini uzaktan gördüğünüzde birazdan şahit olacağınız konserin gelecekteki anı bahçenizde ne denli özel bir yerin sahibi olacağını düşünüyorsunuz, öyle olmasını umarak.
Peki, öyle oldu mu?
Maalesef hayır!
Topkapı Sarayı bahçesi güzel bir yer olmasına rağmen caz konserleri ile arasında uyum sağlaması zaman alacak gibi görünüyor. Burada bahçenin yapacağı bir şey yok elbette, yetkililerin konserlere tahsis etmiş olmaları bile çok önemli ama diğer yaşananlar için açıkça ’karmakarışıklık’tan başka bir kelime aklımıza gelmiyor. Bir gün önce Hürriyet’te Hadi Uluengin’in Anouar Brahem konseri için yazdıklarını okuyunca izlemediğimiz için acaba mı demiştik içimizden. Acaba falan yok! Mutlaka sevgili Hakan Erdoğan’da aksaklıkları takip edip, notlarını almıştır, bundan sonraki konserlerin daha rahat ve sorunsuz geçeceğine inancımız tam. Bir gözlem olarak kendisine yardımcı olalım, en başta siyah etkinlik tişörtü giydirdikleri genç arkadaşların görev tanımlarını yaparak başlayabilirler işe. Çünkü bu kişilerin hiç bir görevi yok, ne yapacakları söylenmemiş belli ki! Dinleyiciler soru sorunca gidip bir yerden cevap alarak geri dönüp dinleyiciye yanıt veriyorlar, durum böyle yani!
Gözlemlere devam...
Konserin girişindeyiz, kapının iki ayrı yanında iki ayrı masa kurulmuş, solda davetliler ve benzeri durumlar için ilgili kişiler var, sağda ise Biletix masası... O esnada tanınmış bir sinema yazarı davetli masasına yaklaşıp listeden adını soruyor, oturacağı yerin sahnenin solunda olmasına hayli içerleyen ve söylenen ünlü yazar hemen telefonuna uzanıyor, o sırada işimiz bittiği için gerisini takip edemedik ama muhterem yazarın konserin önden üçüncü sırasında oturduğunu görünce ’ilginç’ diye düşünmeden edemedik. Yüksek tondan, hadi doğruyu söyleyelim, alenen bağırarak ’ben sahnenin yanından falan izlemem’ deyişi halen gözümüzün önünde, bunca ego oldukça düşündürücü! Ahmad Jamal için gelip gelmediği konusunda sıradan müzikseveri kuşkuya düşürücü bir tepki, istediği yer olmasa çekip gideceği muhakkaktı yazarımızın.
Amacımız kişi ile ilgili değil, basından kalem ve köşe sahibi insanların böylesi konserlere ilgi gösterdiğini biliyor, görüyoruz ama gerçekten müziğe mi geliyorlar ona emin değiliz.
Tabii, burada açık söylemek lazım, sözü edilen yazar kişi kendi gibi diğer yazar ve basından tanınmış insanların olduğu yerde olmayı istiyor, biraz bile olsa dışında olmayı değil, çünkü yanında bir başkası var ona dönüp bir şey diyor, arkasında bir başkası onunla da iki laf... Önde bir başka tanıdık kalem, ona da bir selam filan... Bu sosyallik her an, her an ve her an çok önemli... Galiba aslında sadece bu önemli.
Sonunda Ahmad Jamal
Üzerinde bembeyaz, şık bir giysi, gözünde siyah gözlükler, piyanosuna doğru ilerleyip, belli ki sonradan edinilmiş ama içten ve içselleştirilmiş bir selam verdi hepimize; "Salaam Alaikum".
Yaklaşık yirmi dakika kadar süren ilk bölümde perküsyonist Manuel Bedrana ile ünlü davulcu Herlin Riley’nin karşılıklı atışmaları, Bedrana’nın hızla girip çıktığı trans halleri hiç de gerekli değildi, Jamal’ın bu ilk bölümde kesintisiz üç dakika bile çaldığını söylemek zor.
Daha müziğin ne olduğunu anlamadan, kelimenin tam anlamıyla hakikaten hiç bir şey anlamamışken başta Jamal ve tüm ekip sözleşmişcesine bir anda kalkıp gittiler, yüzlerce kişiyiz, öylece kaldık, bir dakika... iki dakika... herkes birbirine bakıyor ve merakla bekliyoruz, o sıra Hakan Erdoğan sahneye çıkıp yirmi dakika kadar ara verildiğini söylemese emin olun bir anda tepkiler başlayacaktı, allahtan açıklama geldi, elbette herkesi çok şaşırtı ama hiç değilse bir açıklamaydı. Hemen bir kaç dakika sonra okunmaya başlayan ezan bir anda bir çok kişinin acaba ezandan dolayı mı ara verildi diye düşünmesine neden oldu. İnsanların böyle düşündüğünü anlamak kolaydı çünkü bir dinleyicinin tanımadığı belli olan bir ünlü gazetecinin yanına yaklaşıp ’bunu artık yazarsınız di mi?’ demesinden siz ne düşünürsünüz, kaldı ki ezan öyle yakındı ki o sırada çalınmakta olan müziği olumsuz etkileyeceği kesindi, eğer hakikaten öyle ise keşke bunu daha açık söyleseydi birisi, yaşananlara bakınca Hakan Erdoğan’ın da bir şey bilmediği belli oluyordu, müzisyenlerin sahneyi bırakıp gitmesinden bir kaç dakika sonra ancak çıkıp açıklamayı yapabildi, baştan biliyor olsaydı hemen müdahale ederdi kuşkusuz, bu yüzden ona da fazla bir şey diyemiyoruz, belli ki alenen emrivaki gelişen bir durumdu.
Yeme, içme, serinleme faaliyetlerinden sonra müzik yeniden başladı, nihayet tanıdık bir kaç nota... "A Quiet Time" artık bahçenin her yerinde, eski yerimizde değiliz en arkadaydız, müzik buradan da çok güzel, arka sıralar oldukça rahat ve boş, önde oturan iki koruma görevlisinin sessiz ve ilgiyle dinlemesi güzeldi. Jamal bu kez daha çok piyanosuyla meşgül ama en başından bu yana kendisiyle ve sahnesiyle kuramadığımız dostane iletişimi kurmak artık ne yazık ki hayal! "A Quiet Time"ın notaları bile bunu sağlayamıyor.
Cazkolik.com / 18 Ağustos 2010, Çarşamba
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.