Cazkolik Notu: Ayşe Tütüncü aşağıda okuyacağınız yazıyı 2010 yılında yazmıştı, katıldığı Suriye Caz Festivali ise 2007 yılında gerçekleşmişti. Şimdi, Suriye`yi yakıp yıkan iç savaş yoktu ve yüzbinlerce günahsız insan hayattaydı. Okuyacağınız izlenimler artık çok uzak bir hayal ama umarız yine Suriye`de insanlar yeniden birarada yaşamaya, müzikler çalmaya, festivaller düzenlenmeye başlanır, Ayşe Tütüncü ve pek çok caz müzisyeni yeniden oraya gider, yeniden konserler verir. Umarız. On yıl bile geçmeden her şey nasıl bu kadar kötüye gider, gidebildiğine göre yine eskisi gibi olmaz mı, olamaz mı? Kimbilir, belki bu ümide faydası olur diyerek Ayşe Tütüncü`nün yazısını yeniden yayınlıyoruz.
“Kendimiz” nedir?
Piyano Perküsyon Grubu olarak 2007 yılında Suriye Caz Festivali`ne katılmıştık
Daha önceleri orada bir caz festivali düzenlendiğini bilmiyordum, o seneki üçüncüsüymüş, ama biz zaten oralardaki hayat ve hayatlar üstüne ne biliyoruz ki, haberdar mıyız ki deseniz haklı olursunuz. Sanki merak ve öğrenme isteğimizin okları hep batı ve kuzey yönümüzde atılmış da, doğu ve güney yönünde ilerlemiyorlar, o yönlerimiz tıkanmış. Buralardan bir yerlere gitmeye kalktığınızda ise tıkalı olan yönler tam da öbürleri; Londra’ya, Hollanda’ya gitmeye kalktığınızda giderek bir tez çalışması halini alan bir vize alma süreci yaşarken Suriye’ye yarım günde vize alıveriyorsunuz.
Uçakla Şam’a indiğimizde Büyükelçiliğin şöförü bizi aldı, tabii yolda hemen sorular, cevaplar ardı arkasına... mesela Suriye’de yolda diyelim kaza yapıldı, küfür sallamak yerine "kusura bakma gözüm" deniyor ve zaten sokaklarda sinirli korna sesleri de yok, çünkü ilişkilerde genelde bir saldırganlık eksikliği var :) onun yerine bir yumuşaklık, şefkat ve anlayış hissediliyor... Kadınlar gecenin üçünde, dördünde kendi başlarına güvenle sokakta dolaşıyorlar.
Bizlere pek güzel sahip çıkan ve her an el üstünde tutan elçilik mensupları hem gezdirip yedirip içirdiler, hem de her tür acil ihtiyaç için hazır ve nâzır bulundular. Gerçi insan Türkiye’den gelen biri olarak Suriye’de kendini zaten pek hoş hissediyor, nasıl bir sevgi, ilgi, dostluk ve kolaylıklar silsilesinin içinde sürükleniyorsunuz anlatamam, yol sorduğunuzda gideceğiniz yere kadar götürüvermeler, herkese 10 lira - size iki lira olmalar... Konserden önceki gün Şam’da gezindik, yemeklerini tattık, sokaklarını, birkaç mahalleyi, evleri cepheden ve eskiden ev/ konak olmuş olan lokantaları içinden gördük... bazen sokağın sağı Müslüman, solu Hristiyan mahallesi oluyor veya bir sokak boyunca ilerlerken, bir cami, bir Ermeni kilisesi, sonra bir sinagog peşpeşe geliveriyorlar, öyle içiçe, yanyana, dirsek dirseğe duruyorlar yüzyıllardır… e bu bize de yabancı değil aslında ya...
O gün birkaç saat de piyano çalmak istediğim için beni konservatuara (klasik batı müziği) götürüp bıraktılar. Çok enteresan bir his yaşadım, bize hem çok benzer, hem de farklı olan şeylerin karışımı. Piyano çaldığım odanın penceresinden bakıyorum, Temmuz ayı, çok sıcak, ama kuru sıcak, ora ağaçları pencereden içeri eğiliyorlar ve içeri tozlu bir ışık seli giriyor, sicim gibi ter dökerek çalmaya devam ediyorum. Yan odada konservatuar öğrencileri “caz takılıyorlar”, aynen bizdeki gibi, acaba diyorum bu burada da illegal bir durum mu? 70’li yıllarda İstanbul’da konservatuarda caz çalarken yakalanırsanız disipline verilirdiniz... disiplini“bozan” hangisiydi acaba, cazın klasik müzik disiplinine yabancı olması mı, yoksa o yıllarda Türkiye’ye ve müziği hissedişimize yabancı olması mıydı bilemiyorum... bir ara verip koridora çıkıyorum; simsiyah, kıvırcık saçlı Arap bir trompet öğretmeni ile iki çift laf ediyorum, üstüme sanki ben Avrupa’lıymışım gibi bir hal geliyor, bir trompetçinin Arap olmasını handiyse yadırgayacağım..,“ideolojik düşünme” bu olsa gerek.
Evet, Şam kalesindeki konserimizin başında seyirciyle üç cümle kadar Arapça konuştum: “Komşuyuz ama yine de ancak İngilizce konuşup anlaşabiliyoruz, Arapça bilmeyi isterdim” dedim. Bir “Aaa” ve dalgalanma oldu Arapça konuştum diye.. birisi kırık bir Türkçeyle “çok güzel söyledin” diye bağırdı, ki Suriye’de zaten çoğunluk biraz Türkçe konuşuyor. Seyirciler Arap, Kürt, Filistinli ve Ermeni’lerden oluşuyordu. Sıra geldi “Kapılar” parçamıza, biz sondaki “Barış istiyorum / Huzur / Birliktelik / Kardeşlik / Bütünlenmek istiyorum…” sözlerini Ladino, Kürtçe, Ermenice, Rumca sıralarken Kürtçe’de seyircilerin sağ tarafı “Yaşaaa” diye ayağa fırlarken, Ermenice’de sol tarafı galeyana geldi, öbek öbek oturup kalktılar.. bir çeşitliliğe hitap ettiğimizi hiç bu kadar dolaysızca yaşamamıştım.
Sıra geldi sürprizimize, yani benim geçen sene Eylül de Barış Günlerinde Feyruz’dan öğrenip Arapça söylediğim parçaya, (anlamışsınızdır Arapçaya bayılmaktayım, o sesleri çıkarmak için ağzımı, gırtlağımı şekilden şekile sokmak, ve benzetebildikçe pek sevindirik olmak…) “Baadek ala beeli” parçanın ilk sözleri, tabi yazılışı bu değil.. aramızda önceden konu olmuştu, aman baltayı taşa vurmayalım bakalım Feyruz Suriye’de seviliyor mu, kadın Lübnan’da yaşıyor, soğukluk olmasın şimdi diye, meğerse, aaa ne demek Araplar sabahtan öğlene kadar Feyruz, öğleden akşama kadar da Ümmü Gülsüm dinler imiş. İyi o zaman, anons ettim, “şimdi korku içindeyim çünkü size bir parça söyliyeceğim, ama siz onun alasını binlerce kere dinlediniz”, parçanın serbest girişini çaldık, yine bir dalgalanma oldu Arapça olduğu için, ama pek de değil, ammaa parçanın ritmi ve esas melodisi oturduğu anda anladılar ki bu Feyruzdur, bir çığlık silsilesi, bir feryat figandir koptu gitti.. İyi çaldık, çok güzel bir konser oldu, ama daha çok hatırladığım konserin sonunda seyircinin kucaklamak için üzerimize koşup bizi hasretle bir kuşatması vardı ki, o zaman Türkiye’den gelenler olarak oralarda ne kadar çok izlenip düşünülüp sevildiğimizi, zihinlerinde adeta tahtlarda oturduğumuzu ve buna karşılık bizlerin de ne kadar onları unutup sırt çevirdiğimizi, kendimiz olmak için yıllar önce nasıl kaçarcasına ruhumuzu onlardan ayırdığımızı hissettim.. ki, bu “kendimiz” nedir?
First Lady ve Araplar, Türkler ve İsviçrelilerce düzenlenen bu festivalde Suriyeli, Kanadalı ve çeşitli Avrupalı ekipler vardı, CD satış tezgahında duran genç Arap adam konserden sonra bana: “Siz seyirciyi çok ciddiye aldığınızı onlara hissettirdiniz ve bu onlar için çok önemliydi” dedi.
Perküsyoncumuz Timuçin orada Zovik’i buldu (hani Agos’ta hikayesi anlatılan Dzovig), Zovik konsere geldi, hep yanımızda oldu - Halep kalesi muhteşem bir yerdi – Kebabı da – Yee Yee Yee – Organizatörlere, Elçilik ve Konsolosluğumuza çok teşekkür ettik – ve Büyükelçimizin bize mektubundan bir not: “..Çeşitli otantik enstrümanların kullanımı sayesinde caz müziğine getirmiş olduğunuz farklı bakış açısı ile Batı ve Doğu ritmlerinin kaynaşmasının eserlerinizde ortaya çıkardığı kompozisyon, iki kültür arasında önemli bir bağ olan ülkemizin benzersiz yapısının Suriye halkına da sergilenmesi fırsatını vermiştir..”
Yine gidelim.
Ayşe Tütüncü, Eylül 2010
Cazkolik.com / 25 Aralık 2015, Cuma
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Devrim Dikkaya
Geç keşfettim bu yazıyı ama çok duygulandım. Savaş öncesi Suriye'nin sevgi dolu ortamını bisikletçi dostlarımdan dinlemiştim. O gece konserde sizi dinlemek isterdim Ayşe Hanım. "“Siz seyirciyi çok ciddiye aldığınızı onlara hissettirdiniz ve bu onlar için çok önemliydi” cümlesi ise beni hiç şaşırtmadı. Çok yaşayın, hep çalın...
Bu Yoruma Cevap Yazın »