"Bir müzisyen ve bir beyefendi" Neşet Ruacan...

"Bir müzisyen ve bir beyefendi" Neşet Ruacan...

Tunçel Gülsoy’un geçmişten bugüne güncelliğini halen koruyarak gelen söyleşi/yazı/röportaj dizilerinden bir yenisini cazseverlere yeniden sunuyoruz. Türk cazının en saygın isimlerinden olan NEŞET RUACAN ile 1999 yılında yapılmış olan bu görüşme halen güncel! Neşet Ruacan’ın ismi cazseverler için saygınlığı ve ustalığı temsil eder. Gelin on yıl öncesinden gelen bu yazının bugün halen aynı güncelliği koruyan hayatına Tunçel Gülsoy’un gözüyle yakından tanıklık edelim. Tabii önce Gülsoy’un yazıyı yeniden gözden geçirerek, günümüze kimi detaylarını uyumlu hale getirerek ve girişine yeni bir önsözüne bakalım;

Cazkolik.com


"Bu satırlar Neşet Ruacan’ın yaşamından 10 yıl önce çekilmiş bir fotoğraftır, aradan çok zaman geçti, bir çok şey değişti. Ama yıllar sonra JAZZ dergisi için yaptığım röportajı okurken Neşet Ruacan’ın söylediği şeylerin çoğunun zaman içerisinde değerinden hiçbir şey kaybetmediğini gördüm, kendi yazdığım yazıyı yeniden okuyunca birçok güzel şeyi yeniden hatırladım. Neşet Ruacan ile 1999 yılının Şubat ayında Moda’daki evinde görüştüm, o sırada eşinden yeni ayrılmıştı ve doğal olarak da pek keyfi yoktu.

Gene o günlerde rahmetli Barış Manço aramızdan ayrılalı birkaç gün olmuştu, onun evi de Neşet Ruacan’ın evine çok yakın bir yerde idi. Dönüşte o evin önünden geçerken hayranlarının Barış için yaktığı mumları görmüş ve yazdığı yazıları okumuştum. Sanki Barış’ın evindeki hüzün Neşet’in evine de sinmiş gibi gelmişti bana. Neşet ile görüştüğümüz gün mümkün olsa idi rahmetli Nükhet Ruacan ile de görüşecektim, ancak Neşet ona telefon edip sordu ve bugün olamayacak dedi.

Nükhet de çok keyifsizdi. Neden keyifsiz olduğunu daha sonra onunla röportaj yaparken öğrenecektim. Daha sonra bir gün de Neşet’in eski eşi Nilüfer Verdi ile röportaj yapınca aileyi oğulları Nedim hariç üç aşağı beş yukarı tamamlamış oldum. Bu röportajlar sırasına gerçek bir İstanbul hanımefendisi olan anneleri ile de tanıştım. Nedim şimdi otuzlarına gelmiş olmalı, eskiden jazz’a pek ilgi duymuyordu, şimdi o da hidayete erdi ve bizim mahalleye taşındı, röportaj yapma zamanı da geldi.

Neşet Ruacan da ülkemizin gerçek müzik insanlarından birisidir. Sessiz, derin, bilgili ve görgülü bir Kadıköy çocuğu olarak yıllardan beri inandığı değerlerin peşinden sabırla yürüyen, güzel bir insan. Ne yazık ki bu yazıda benim hayalini kurduğum Neşet Ruacan albümü aradan 10 yıl geçmesine rağmen henüz gerçekleşmedi.

Neşet Ruacan’ın çizgisi de hiç değişmedi. TRT Caz Orkestrası şefliğini başarıyla sürdürmeye devam ediyor.

Bana kovboy usulü nohut sözü vermişti, bunu da yiyemedim ama birçok hayranı gibi ben de çok sevdiğim, takdir ettiğim Neşet Ruacan’ı izlemeye devam ediyorum. Bir yandan da onun içindeki derinliğin tanığı olacak albümünü sabırla bekliyorum.

İyi ki varsın Neşet Ağabey.

Tunçel Gülsoy

13 Eylül 2009, Pazar

(Bu yazı ilk olarak 2000 yılında JAZZ Dergisi’nde yayınlanmıştır.)


 

Neşet Ruacan; "Bir müzisyen ve bir beyefendi"

Bazı insanları tanıdığınızı sanırsınız, sanki hep var olmuşlardır. Neşet Ruacan da benim için böyle bir kişi idi; değişik jazz olaylarında gitar çalan sessiz bir beyefendi.

Bazen selamlaşırdık da, ama gün geldi soğuk bir Mart günü onu ne kadar az tanıdığımı öğrendim.

Benim çocukluğumda yapılmış bir Moda apartmanında oturuyordu. Kapıyı çaldım, her zamanki kibar ve sessiz hali ile beni karşıladı ve içeri buyur etti. Kendime rahat edebileceğim bir yer aradım, sigarasını ve cep telefonunu yerleştirdiği yemek masası müzik setini de dinlemeye uygun bir yerde idi, karşılıklı oturduk. Plaklar ve hatıra plaketleri ile dolu raflara baktım, onlar müzik ile geçen bir hayatın sessiz tanıkları gibi idiler. Yan odada ise gitarlar ve notalar vardı. Bir pazar günü uzun uzun konuştuk.

Onu tanıyan birilerinden duymuştum ve doğru mu diye merak ettiğim bir şey vardı. New York’ta olduğu bir gün çok önemli jazz müzisyenlerinin olduğu bir ortamda çalma sırası ona geldiğinde belki de meslek hayatının dönüm noktası olabilecek bir fırsatı son anda çalmaktan vazgeçerek reddetmişti. Bu tip hikâyelerin kişiden kişiye aktarılırken ne kadar dejenere olabileceğini bildiğimden olayın aslını çok merak ediyordum.

Sözlerimi sessizce dinledi, gözleri bir an için daldı, ne evet ne de hayır dedi. Ama duyduğum öykünün gerçeğe oldukça yakın olduğunu hissettim. “Çay içer misin? ” diye sordu ve bardağımı doldururken söze başladı: 

“Rekabet ortamını sevmiyorum ama bir yandan da kendimi yenileyerek rekabete hazırlıyorum. Bence rekabet ortamı bir marifet gösterisidir ve müzikten uzak bir şeydir. New York rekabet ortamının en uç noktalarından biri, orada her şey sanki bir şeyler yapan ve çalan kişilerin kafasını eziyor gibi. Büyük bir baskı var, ama New York’a enerjisini veren de bu ortam. Ben kendimi Türkiye’de arkadaşlarımın içerisinde rahat hissediyorum.”

Etrafıma baktım, düzgün bir bekâr evi, aile apartmanında bir daire. Stüdyo gibi düzenlenmiş, tüm mekânlar yatak odası hariç açık. Mutfaktaki en önemli aletler su ısıtıcısı ve çaydanlık. Bir kaç tane bıçak ve bez de görünüyor. Burada dolma pişirilmediği çok açık. Konuşmaya ve çay içmeye devam ederken sohbete onun çocukluğundan başlayarak devam ettik.

“İstanbul’da doğdum, 1948 yılında, Tüm çocukluğum Moda da geçti. O yılların Modası çok farklı idi, sanat ve kültür düzeyi çok gelişmiş idi. Bizlere yol gösteren çok değerli insanlar oldu.

Adnan Benk, rahmetli oldu, keman çalardı, bir yandan da Meydan Larousse ansiklopedisini çıkartmıştır, bize müziğin felsefesini öğretti. Neyi dert edip neyi etmeyeceğimizi ondan öğrendik. Şadan Çaylıgil Grunding teybine yaptığımız müzikleri kaydeder bize dinletirdi. Sonra yaptığımız müzik hakkında düşüncelerini söylerdi. Bu bana konservatuar eğitiminden bile üstün gelmiştir. Çok heyecan verici bir şeydi. Onun sayesinde birçok yeni kavram ile tanıştık veya bilip de tarif edemediğimiz şeyleri fark ettik. Doğru yolda olduğumuzu hissettik. Başkaları da vardı. Bir tanesi Mehmet Akterdi, o da rahmetli oldu, klarnet çalardı. Fazıl Abrak o devrin efsane gitaristi idi, aslında cerrah idi, çok samimi olmadık ama çok etkilendik.

Tüm bu insanlar Türk jazz’ının kuyruklu yıldızlarıydı, bugün pek az kimse onları hatırlar.”

Pencereden sokağa bakarken aşağı yöne yürüyen bir grup genç gördüm, “Barış Manço’ya mı gidiyorlar ?” diye sordum. Barış birkaç gün önce aramızdan ayrılmıştı, Moda’da oturduğunu biliyordum ama evinin yerini hiç görmemiştim. “Evi bir sokak aşağıda, tanıyordum, güzel insandı” diye karşılık verdi. Aynı devrin Moda’sında çocukluklarını ve gençliklerini yaşamışlardı. Yeni bir sigara yaktı ve devam ettik:

“Babam Ethem Ruacan kıdemli piyade albay idi, çok müzisyen olmak istemiş ama kısmet değilmiş. Halalarım ve anneannem de ud çalarlarmış. Biz üç kardeşiz hepimiz bir şeyler çalarız. Ruacan isminin kökleri çok eski. Rua, Hun kralı Atilla’nın hukuk konularına bakan amcası imiş, bizim ailede de çok hukukçu var, dedelerimin yaşadığı Erzincan’da insanlar birbirlerine “can” diye hitap ederler. Biz de Ruacan olmuşuz.

10 yaşına kadar mızıka çaldım, sonra ilk defa gitarı elime aldım. Sadece açık telleri kullanarak bir melodi besteledim, bunu yüzlerce defa çaldım, bir daha da gitar elimden hiç düşmedi. Önce Modalı Rıza Başeskioğlu’ndan klasik gitar dersi aldım. Sonra Doktor Metin Bulut’dan elektro gitar dersi almaya başladım, o başlayınca klasik gitar bir kenara kondu.”

Biraz müzik dinleyelim dedi, o bir albüm seçerken ben müzik setini inceledim, çok değişik “speaker”ları vardı. Konik sürücüler speaker kutularının tepsinden aşağı asılmış gibi dik olarak yerleştirilmişti. Merak ettiğimi görünce bana hikâyelerini anlattı. Bunları Amerika’dan 500 dolara almadan önce çok değişik “speaker” dinlemiş. Ama bu “speaker”daki sesin doğrudan insanın yüzüne doğru değil de sürücülerin diplerinden yayılarak gelmesini sevmiş. “Tıpkı Miles Davis’in trompeti gibi insana dolaylı yönden ulaşan sesi seviyorum” dedi. Sonra İstanbul’daki konserinde izlediğim Miles Davis’in utangaç bir çocuk gibi sık sık seyirciye sırtını dönerek çaldığı konseri hatırladık, jazz beklenmedik bir noktadan konuşmamıza girdi:

Jazz bence çok şey demek. Baskı altında bir toplumun otoriteye başkaldırısı olarak ortaya çıkmış. Bu başkaldırı dolaylı yoldan, müzik ile yapılan bir başkaldırı. Jazz’ın ruhunda bu dolaylı yoldan anlatım hep var ve müzikal dile zenginlik getiriyor. Doğrudan ve buyuran bir tavır çok kolay, yetenek de istemiyor, sadece güç istiyor.

Bence insanların buyurma yetkisi yok, sadece düşüncelerini ifade hakkı var. Yenidünyanın felsefesi de bu. Ama dolaylı olarak aynı güçte bir etki yapabilmek yetenek ve çalışma istiyor. Zaten sanatı zenginleştiren şey de bu, mecaza verilen önem.

Jazz hiç bir düşünceyi yalın ve kaba olarak iletmez. Bir defa da duyup anlaşılabilen hiç bir şey sanat eseri olamaz. Sanat içine girip baktıkça yeni boyutları keşfedilen bir doku içerir. İlk girişteki çarpışın verdiği motivasyon ile tekrar keşfetmek üzere yeniden içeri girmelisin.

Çaylar bitmişti, yeniden demlemek üzere kalktı, çay konusunda deneyimi olduğunu hissettim, döndü ve kaldığımız yerden yeniden söze girdik ve onun gençlik günlerine döndük.

“İlk grubum "Vahşi Kediler"i Kadıköy Maarif Kolejinde okuduğum yıllarda Arda Uskan, Selçuk Oskay ve Murat Sümen ile kurduk. Çoğunlukla Shadows, Cliff Richard gibi günün popüler müzisyenlerinin parçalarını çalardık. Ergun Özer ve Şerif Yüzbaşıoğlu’nun dikkatini çektim, bana iltifat ettiler. Profesyonel olmaya karar verdim, bir yandan da askerliği ertelemek için derse devam etmenin gerekmediği bir yüksek okula yazılmıştım. Erol Büyükburç, Şerif Yüzbaşıoğlu, Yalçın Ateş ve Süheyl Denizci ile çalıştım. O devirlerde kötü olan popüler müzik pek olmazdı ve hepsi insana bir şeyler öğretirdi.

İsmet Sıral Orkestrası’nı dinlerken güzel müziğin ardındaki gerçeğin jazz müziğini bilen müzisyenler olduğunu keşfettim. Özellikle armonik duyarlılıktan etkilendim. Günnur Perin ve Ayhan Yünkuş’u da yakından tanıyınca yolumun jazz olduğunu keşfettim. Ayhan ağabeyden iyiyi takdir etmek için başka birinin kötülüğü ile kıyaslamak gerekmediğini öğrendim.

1965–72 yılları arasında jazz normal mesaiden sonra çalınan bir kaçamak müzik idi. Bir tek Erol Pekcan sadece jazz çalarak hayatını kazanırdı. Tuna Ötenel ve Kudret Öztoprak ile beraber çalışırdı. O bizlere jazz çalarak var olunabileceğini öğretti. Toprağı bol olsun Erol Ağabey Türk jazz müziğinde gerçek bir öncü olmuştur.”

Müzik bitmişti. Ayağa kalktı ve bir başka CD koydu. Kapağına baktım: “Mads Winding Trio, The Kingdom Where Nobody Dies-Kimsenin Ölmediği Krallık.”  Bunun ne güzel bir hayal olduğunu düşünürken ona sordum, “Senin bir hayalin var mı?”

“Bir hayalim var mı, evet var. Keith Jarret Triosu’nun düzeyinde bir grup ile çalmak isterdim. Ama ben de o düzeye çıkabilmeliyim. Kendimi aşmaya çalışıyorum. Demin dinlediğimiz albümdeki basçı Mads Winding ile çalmak istiyorum. Davulcum ya Cem Aksel ya da Woody Williams olmalı. Her ikisi ile de iyi iletişim kurabiliyorum ve ev ödevlerini iyi yapmış insanlar. İletişim birçok seviyede olabiliyor, o olmazsa diyalog olmaz ve yanlış iletişim beni en çok mutsuz eden şey. İletişimin olduğu ortamda herkes bir ucundan besleniyor. Benim isteğim risk alınabilinen oldukça üst düzeyde bir iletişim. Risk alabilecek kadar yedekleri olan insanları seviyorum. Gönlü risk almaya açık insanlarda savunma mekanizması iletişimin önüne geçmiyor.

Bence trio ve kuartet gerçek grup kavramına en çok uyan şeyler. Bu düzenlerde hiç bir müzisyen tek bir görev ile sınırlı değil, roller birbiri arasında değişken olabiliyor. Doğrudan iletişim en üst düzeye çıkıyor. Grup büyüyünce bu özellik kayboluyor.”

Aslında Neşet Ruacan iletişim ve risk alma konusunda çok engin bir geçmişe sahip ve müzik hayatında birçok kişi ve grup ile beraber çalışmış bir müzisyen. Konuşurken bu kişilerden bir çırpıda ilk aklına gelenleri şöyle sıraladı, ben de önümdeki not defterime yazdım:

Kerem Görsev, Nilüfer Ruacan, Nükhet Ruacan, İmer Demirer, Tuna Ötenel, Erol Pekcan, Süheyl Denizci, Selçuk Sun, Kürşat Ant, Önder Focan, Salena Jones, Ertha Kitt, Alan Clark Orkestrası, Nathan Davies, Woody Willams ve John Ormond.

Bunların içerisinde Herbie Hancock ile üç gün üst üste yaptığı jam sesison’un onun anılarında ayrı bir yeri olduğunu söyledi.

Bir de unutamadığı jazz olayları var. Elvin Jones’un İstanbul konserini babasının rahatsızlığı yüzünden kaçırmış, buna hala üzülüyor. Ben Webster’i yıllar önce İngiltere’de dinlemiş, “yere yapışmış” olarak konserden çıktığını hatırlıyor.  

Kendi meslektaşları arasında Wes Montgomery, Jim Hall, Tall Farlow, Johnny Smith ve Berney Kessel’i beğeniyor ve gülerek şöyle diyor:

“Ben bunların hamurundanım, hepsinden birer parça al ve karıştır, ortaya bir Neşet çıkar."

Ben onları karıştıramıyorum ama evdeki plak ve CD’leri karıştırmaya devam ediyorum, gözüm bir Neşet Ruacan albümü arıyor ama yok. Hayalindeki iletişimi kurarak yapacağı albümü beklemekten başka çare yok. Albümlerin çoğu plak ve eski TRT kontrbasçısı Eray Turgay’ın koleksiyonundan. Ev sahibimin tabiri ile kontrbasçının kendisine sattığı 300 plak herhangi bir insanı jazz sever yapabilirmiş. Ama jazz sadece albüm değildir diye itiraz ettim, o da gülerek devam etti.

Doğru söylüyorsun, aslında jazz bambaşka bir şey. Demin bahsettiğim Woody Williams’ı ele alalım, olağan üstü bir davulcudur. Benim konserimde çalarken “her şey senin istediğin gibi olacak” dedi. İşte bu yaklaşım jazz’cıların diğer mesleklere göre üstünlüğüdür, başkasının projesinde kolayca yer alabilirler. Hem şef hem şefin izleyicisi olabilmek, bu çok değerli bir kavramdır.. Bunu yapabilmek için güçlü bir müzikal benlik ve şeffaflık gerekiyor. Diğer müzisyenlerin titreşimlerini algılayabilmek ve iletişim kurabilmek jazz”ın en önemli yönüdür.

Jazz”ın protokolü böyledir, düzgün, insanca, hep gelişmeye ve paylaşmaya açık. Ön yargılara yer yoktur. Duke Ellington “jazz müziği yoktur, sadece iyi ve kötü müzik vardır” demişti. Bence iletişimin olmadığı yerde kötü müzik ortaya çıkar.

Arada sırada telefon çalıyor ve arkadaşları arıyor. Böyle bir anda bende onun gitarlarını inceliyorum. Gitarları kafamda zarif ama isterse vahşi olabilen iyi cins kedilere benzetiyorum. Yanıma geliyor ve bir tanesini eline alırken anlatıyor:

Gitarın perdelerini vücuduma çizilmiş gibi hissediyorum. Hiç bir şey beni bu kadar etkileyemez. Tren rayı gibi, gitar sapı beni büyülüyor.

Gitarım Ivanez Art Star, jazz gitarında iyi bir marka. Fender ve Marshall amfiler kullanıyorum. Bütün gitarlarda çalanın tercihlerine göre bazı eksiklikler oluyor. Bu yüzden gitarımda standardın dışında kendime göre bazı değişiklikler yaptım. Manyetik ve köprüler Gibson’dur. İçine bazı balkonlar ilave ettim, göğsü ağırlaştırdım, feedback’i azalttım. Zaten gitarlarda sürekli geliştiriliyor, tamamen oturmuş bir model yok.

Derken saatine bakıyor, öğle vaktini geçirmişiz, “yemek yer misin?” dediğinde gözlerim umutsuzca o “fare düşse başı yarılır” tipi mutfağa kayıyor. Her yer bomboş. O ise mutfak yerine cep telefonuna yöneliyor ve günün en önemli sorusu geliyor: “Kebap mı Çin yemeği mi?”  Ben de ona bir Tatar atasözü ile cevap veriyorum. Ancak laf arasında tatlı ekşi bir Çin tavuğuna gönderme yaparak kişisel tercihimi ima ediyorum. Biraz sonra kapı çalıyor ve çok güzel yemekler geliyor. “Misafir ev sahibinin eşeğidir, nereye bağlarsa orda otlar.” Tuğrul Şavkay’ın kulaklarını çınlatarak yerken konuşuyoruz.

“Yemekte sınır tanımıyorum, sağ yağlı yaprak dolma, pilav, bezelye, bakla, nohut, fasulye, hepsine bayılırım. Bak, sana bir kovboy usulü nohut pişirsem parmaklarını yersin. Kovboy usulü aslında bir kahve terimi, kahveyi öyle koyu ve ağdalı pişireceksin ki at nalını içine atınca çakılıp kalacak, batmayacak. Bol soğanlı ve domatesli, kısık ateşte uzun pişireceksin ve sarımsağını da ihmal etmeyeceksin. Bu günlerde et yerine soya kıyması da kullanıyorum, kız kardeşim Nükhet vejetaryendir, eve o almış, hem et gibi de değil, epey bozulmadan durabiliyor. Dolmayı da annemin usulü severim, uzun ve iyi pişmiş. Biliyor musun, müzik de böyle olmalı, uzun ve iyi pişmiş, ama içine bir pürüz gelmeyecek.”

Tevekkeli değil, aç ayı oynamaz demişler, temel içgüdülerimizden en önemlisini halledince Dünyayı ve Türkiye’yi kurtarmaya karar veriyoruz. Onun görüşlerini çok ilginç buldum:

“Günümüzde dünyada çok fazla saldırı var. Saldırganların başında da Amerika var. Saldırganlık mutlaka dizginlenmesi gereken tehlikeli bir gidiş. Amerika’ya karşı gelmeye çalışan İslami güçlerin yaratıcılıkları yok. Dünya IMF, Dünya Bankası, Çok Uluslu Şirketler gibi kurumların eline kalmış ve bu kurumlar uzun vadede insanlar için adil davranmıyorlar. Fakir daha fakir zengin daha zengin oluyor. Bunun alternatifini ben bir müzisyen olarak bulamam ama görüyorum ki bu konuda dünyada gittikçe artan bir duyarlılık var.

Türkiye bu gelişme içerisinde bir yara almadan var olamaya çalışıyor ama bir şey de yaratamıyor. İyi değerlendirmeler yapacak kadrolar olduğunu sanmıyorum. Atatürk den beri de mühim bir devlet adamı yetişmedi.”

Devlet adamı dağda yetişmeyeceğine göre herhalde entelektüel kesimden yetişmesi gerekir diyorum ama onun bu insanlardan beklentileri de oldukça zayıf:

"Türkiye’de durum çok vahim görünüyor. Entelektüellerimizin kapasiteleri dünya entelektüellerine göre çok düşük, kavimsel ve yöresel müzik tarzlarına çok ilgi gösteriyorlar. Saf temiz ama eğitimsiz insanlara büyük müzisyenlik payeleri veriyorlar. Basit bir blues, rock veya folk şarkıcısı onların idolleri olabiliyor. Gerçek anlamda müzik entelektüeli olmak çok zor ve bundan kaçıyorlar. Entelektüellik verilen emeğin ve yaratılan çok boyutluluğun gerçek değerini ölçebilmektir. İnsan bir konuda entelektüel olup başka bir konuda ilkel olana âşık olamaz. Düşünceye ve hizmete saygı gösteren insan sanata gelince primitife olabiliyorlar. Bizim entelektüeller için bu çoğu zaman böyle, seçiciliklerini çoğu zaman yanlış yerde kullanıyorlar."

Bu noktada sanat ve onun değerlendirme ölçüleri konusundaki görüşlerini de ilave etti:

“En büyük yanlış sanatsal ortamları yanlış ortamlarda değerlendirmektir. Tınısal ortamdaki bir eser ancak tınısal ortamda değerlendirilebilir. Sözel ortamda onu değerlendiremezsiniz. Resim bir lekeler ortamı, o ortamda tanınıp anlaşılması lazım. Ama ne oluyor, tüm sanat ortamları sözel ortama çekilip tanımlanıyor. Yanlış ortamda değerlendirilince müziğin değeri kayboluyor. Bir şey sizi sözsel ortamın dışına çıkarabiliyorsa orda gizli bir değer vardır. Müzikteki diyalogun yüksekliğini anlayabilen onu sözsel ortama getirmek istemez. Entelektüellerimizin her şeyi sözel ortama çekmek yerine diğer ortamları tanımaya çalışmaları lazım.

Müzik sessizliği bozma sanatıdır ve sadece tınılar ortamıdır ve tınılar ortamının entelektüeli olarak Âşık Veysel’in tınısı bana yetmez.

Bill Evans der ki ne kadar çok konuşursanız o kadar kötü çalarsınız. Müzisyenler için esas olan çalmaktır, dinlemek müzisyen olmayanlar içindir.    

Timur Selçuk’tan duymuştum, Türkiye kültürel zenginlik açısından belli başına bir planet, bu hem iyi hem de kötü. Türk halk müziği, klasik Türk müziği, tasavvuf müziği, çok köklü ve çeşitli tarzlar var ve hepsi de çok gelişmiş. Bu işin iyi tarafı oluyor. Kötü tarafı ise şu; entelektüellerimiz bu zenginlikte bardaklarını doldurabiliyorlar ve Türkiye dışında neler olup bittiği ile ilgilenmiyorlar. Ben dolu bardağa karşı değilim ama diyorum ki bardağı büyütmek lazım, hem yerel hem everensel kültür zenginliklerini kucaklamak lazım.”

Everensel zenginlikleri kucaklamanın söylerken hoş ama uygulamada zor olduğunu biliyordum. Bunu yapmak üzere yola çıkan insanın ne kadar yalnız kalabileceğini ona hatırlattım ve bazı örnekler de verdim, o ise güldü.

“Yetişirken şunu fark ettim. İki aynı seviyede arkadaştan biri zaman içerisinde daha fazla yol almaya başlayınca diğeri yalnız kalmaktan korktuğu için onun yolunu kesmeye çalışıyor. Bunun en iyi yolu da geride kalanın ileri gideni övmesi oluyor. Bu şekilde onun kendisinden uzaklaşmasını ve aranın açılmasını önlüyor. Ben buna karşı bir savunma mekanizması oluşturdum ve belki de biraz aşırıya kaçarak ihtiyacım olan övgü beslenmesini de alamadım. Ama övgüyü kabul etmemek ile daha çok ilerledim. Akıllı eleştiri iş görür bu yüzden acı dilli insanları severim. “Olağanüstü gitarist” denilmesi yerine devamlı kendini aşıyor denmesini tercih ederim.”

Onu dinlerken aklıma geldi, ölünceye kadar kendini aşmaya çalışan bir jazz gitaristinin hayatının güzel bir film senaryosu olabileceğini düşündüm. Hemen yazmaya başladım, şöyle bir kurgu ortaya çıktı:

Moda da bir pazar sabahı müzik dinleyen beyaz saçlı adam sokakta ilk gitarını sahip olmuş genç bir çocuğu görür, ilk gitar, ilk sevgiliden de önemlidir ona göre. Sonra kendi çocukluğu aklına gelir. Sportif oyunlarda başarısızdır. En çok sevdiği oyun ise miskettir. Bu oyunda atmak ve hedefini vurabilmek önemlidir, hedefi tutturup vurduğunda çocuğun yüreğinde duyduğu sevinç çok özeldir.

Hedefi tutturmanın dayanılmaz hafifliği. Bir gün gelir eline bir gitar geçer, sihirli bir el onu yönlendiriyor gibidir, gitarı tutar ve dört çıplak teli çalarak ilk defa bir gitardan kendi yaptığı müziği duyar,  şimdi artık misketler geride kalmış hedefi her zaman tutturabileceğini hissettiği yeni bir dünya önünde açılmaktadır. Sonra hocalar dersler ve gruplar derken bir jazz gitarına sığan yaşamdan sonra sokakta yürüyen bir başka çocuğa bakarken kendi yaşamının muhasebesini yapar:

Aslında senaryo o anda bana anlattığı şeylerden seçtiğim şeylerdi, kafamda yazdığım senaryoyu sözleri bitince ona aktardım ve güldü. Senaryo yazılmıştı ama şimdi de kahramanı canlandıracak aktörü seçmek gerekiyordu, bunu da ona bıraktım:

Hayatım bir film olsa idi Sergei Regianni’nin beni oynamasını isterdim. Onun bakışlarındaki derinlikte kendimi bulabiliyorum.

Ben olur mu olmaz mı diye düşünürken o filmimize devam etti.

“50 yaşındayım, Nilüfer ile 1978 de evlendik, yakın bir zamana kadar da evli kaldık. 20 yaşında bir oğlumuz var, Nedim, davul çalıyor. Bu günkü yaşantımı devam ettirmek istiyorum, sağlığımı korumak önemli, yaş ile beraber bazı şeyler aşağı gidiyor ama fiziki eksiklikleri insan kafaca gelişim ile tamamlıyor.

Şu an Bilgi Üniversitesinde ders veriyorum. Gençler ile ilişkilerim iyi, onlara gitar ve kulak eğitimi dersleri veriyorum. Ben de onlardan çok şey öğreniyorum ve kapıyorum. Gençler bu güne kadar hayatımdan hiç eksik olmadılar. Kendi oğlumla da iyi ilişkim var ama yeterince beraber olamıyoruz.
Sanırım biraz daha seyahat etmek ve dünyadaki başka ülkelerin müzisyenleri ile çalmak isterdim. Ama maddi zorunluluktan Türkiye’de oturup çalışmak zorundayım. TRT Caz orkestrasından başka Bilgi Üniversitesinde çalışıyorum. Bunlar ister istemez beni kısıtlıyor”

Ama TRT Caz Orkestrası’na çok emek verdiğini bildiğimden biraz onun üstünde durmasını istiyorum, anlatıyor ve sesinde çocuğunu anlatan bir babanın şefkatini hissediyorum:

"TRT Caz Orkestrası’nın şefiyim. Bu orkestra 15 yıl önce kuruldu. Bir zamanlar böyle bir grubu hayal bile edemezdiniz, kurucu müzisyenler ona çok emek verdiler bu günlere getirdiler. En başta Süheyl Denizcinin büyük emeği var."

Süheyl Denizci kendisinden önceki şef ve ondan bahsederken saygı duyduğu hemen hissediliyor. Sonra kendi şeflik deneyimlerinden bahsediyor:

“Şeflik çok heyecan verici bir şey, aslında bu bana verilmiş bir görev, ben aday olmadım. Bence her müzisyen hayatinin bir döneminde şef olmalı, bir müzisyen bunu öğrenmezse eksik kalıyor. Şef olarak karsındakinden bir şeyler istiyorsun ve bunu istemenin bazı yolları var. Ancak şef olabilmek için kendine karşı da acımasız olmak zorundasın ve kendinden de bir şeyler istiyorsun. Somut olarak söylersek orkestrandan müzikal olarak bir şey istiyorsun, istediğin müzikal ölçülerdeki eşitlik ve genişliği kendinden de istemek zorundasın. Bence bu müzisyenliğin yapı taşı. Bu da kendini geliştirme zorunluluğunu getiriyor. Amerika da şeflik dersi almıştım, bence tüm müzisyenler almalı.”

Filmin son sahneleri gelir, gitarcı doğduğu dünya ile yaşadığı dünya arasında bir değerlendirme yapar. 2000 yılına bir kala hayallerini ve gerçeği sorgular.

“Teknoloji ilerledikçe insanlar kendi içlerine kapandılar ve gerçek insani iletişim geriledi. Bunu çok tehlikeli buluyorum. Bugün dünyanın üç ayrı noktasındaki stüdyoda üç ayrı canlı kayıt yapılıp bir başka stüdyoda birleştirilebiliyor. Internet müzisyenleri de birleştiriyor aralarında bilgi alışverişi gerçekleştirebiliyorlar. Dijital ortamın tınılar ortamında söz sahibi olması hoşuma gidiyor, Tınılar bu şekilde kanatlanıyorlar. Ama teknolojinin kullanım bilincinin de olması gerekir. Teknoloji bazı şeylerin kaybına sebep olmamalı. New York ta yaşarken bunu gördüm. İnsanlar gittikçe yalnızlaşıyorlar. Köşe başı sohbetleri ölüyor, insan ilişkileri ölüyor. İnsan ilişkilerinin ölmesine karşı tıpkı Greenpeace gibi örgütlerin kurulmasını ve karşılıksız, menfaatsiz sohbet ortamları yaratılmasını hayal ediyorum.”

Son sahne, beyaz saçlı adamın ülkesindeki tek jazz dergisi bir anket yapar, “En çok hangi Türk jazzcısının albüm yapmasını istiyorsunuz”. Derginin hanım editörü Sergei Regainni’nin oynadığı karaktere telefon eder, okuyucular büyük bir çoğunlukla onu seçmişlerdir. Demek ki insanlar işlerini sevgi ve saygı ile yapan kişiyi takdir edebilmektedir. Risk almanın zamanı gelmiştir, gitarist ilk kendi albümünü yapmak üzere müzisyen arkadaşlarını çağırır, stüdyoya girerler. Yıllardan beri ilk defa bir Neşet Ruacan albümü müzik severler ile buluşur.

Filmi burada bitirirken gerçek hayata döndüm…

Konuştuğumuz gün Neşet Ruacan ile vedalaştık diyemem, çünkü her röportaj bir başka yeni dostluğun kapısını açıyor. Ama vakit geçmişti, o gün için ayrıldık. Ben jazz dergisindeki tüm müzikseverler gibi ilk Neşet Ruacan albümünü heyecan ile bekliyorum.

TUNÇEL GÜLSOY

8 Mart 1999
 

Cazkolik.com

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Cazkolik.com

  • Instagram
  • Email

YORUMLAR

  • Gülay Çiftci
    14 Ağustos 2017 Pazartesi 01:30

    Merhaba. Oğlumun konservatuar sınavları hazırlıkları için değerli fikirlere ve önerilere ihtiyacım var. Neşet Ruacan bu anlamda ulaşmak istediğimiz kişi. Caz Anasanat Dalı okumak istiyor. Neşet Bey"in email adresi varsa sizlerde ve elbette uygun bulursanız yazabilir misiniz? Çok seviniriz. Selam ve sevgilerimle.

    Bu Yoruma Cevap Yazın »

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.