Dinlediğiniz müziklerin listesini yazının sonunda bulabilirsiniz
Çok seyahat ettiğim için istediğim yere istediğim zaman gitme lüksüm varmış gibi görünür ama bir sürü nedenden durum aslında hiç de böyle değildir. Hatta bazen tersine, hayatıma bunca yolculuğu sığdırabilmek için herkesten daha planlı olmam, gideceğim yerleri ve zamanı özel bir özenle seçmem gerekir. Ben de bunu yaparken, doğal güzelliklere tüm hayranlığıma rağmen, farklı yaşamlarına her şeyden çok tutkun olduğum kentlere öncelik veririm; bir gezide en uzun zamanı çoğunlukla şehirlerin içinde kaynayan coşkuya ayırmak isterim. Kısacası eğer seçim yapmam gerekiyorsa tercihimi doğal fenomenlerden çok geleneklerden, insanlardan, sanattan yana yaparım. Gerçi dünyada görülmesi gereken pek çok doğa harikasını tabii ki görmüşümdür ve örneğin, Afrika’da yıldızlara aşık olmuşluğum, Bled Gölü’nün huzur veren güzelliğinde kaybolmuşluğum veya Provence’da lavanta tarlalarını Doğu Anadolu’nun rengarenk kır çiçekleriyle kıyaslamışlığım vardır. Zaman olmuş, Sahra çölünde bir deveyle unutulmaz bir arkadaşlık kurmuşumdur; gün gelmiş, Sinop’ta şelaleye tırmanırken Endonezya’nın bambu ormanlarında nasıl şaşkın bir mutluluk hissettiğimi hatırlamışımdır ve de yıllardır birçok farklı coğrafyada tekrar tekrar gün batımının eşsiz renklerine vurulmuşumdur... Ama ben yine de çoğunlukla yeni bir yeri görmeye kentler, o kentlerde tanıyıp seveceğim insanlar ve bu ikisinin birlikte yarattığı yaşam incelikleri için giderim.
Bu yüzden de Brezilya’ya, yeryüzündeki yağmur ormanlarının en görkemlisine, dünyanın en büyük nehrine ve en haşmetli çağlayanlarından birisine sahip olduğu halde, ben aslında kentlerdeki hayatı görmek; Latin kültürünün ateşli ruhunu yerinde yaşamak; dostlarımla bossa nova dinleyip kendi kendime samba yapmak ve hatta karmaşanın yuvası olarak tanımlanan tekinsiz favelalarda macera yaşamak için gittim. Kendimi bildim bileli dinlediğim bir sürü farklı öykünün ve kulağımdaki sayısız melodinin mekanı olan Rio’da Copacabana plajının kalabalığına karışıp kendimi unutacaktım, örneğin. Üstelik de bunu Karnaval gibi olağan dışı bir zamanda değil, kentin normal akışının sürdüğü bir tarihte yaparak daha da gerçek bir Rio macerası yaratacaktım kendime. Sonra, mimarlık dünyasının en sıradışı örneklerinden birisi olarak kabul edilen, ülkenin başkenti olduğu halde pek çok kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı Brasilia kentini tanıyacaktım. Ve dünyada İstanbul ile kıyaslanabilecek karmaşa ve canlılığa sahip, sayıları bir elin parmaklarını geçmez şehirlerden biri olan Sao Paulo’nun hızlı temposundan aldığım keyfi, yorgunluk attığım kolonyal bir kıyı kentinde, diyelim ki Paraty’de yeniden hatırlayıp hafızamda vazgeçemeyeceğim yerler için ayrılmış özel bölüme yerleştirecektim... Ama Brezilya’da beni çok şaşırtan başka bir şey oldu!
Aslında söze böyle başladım diye bu seyahate gitmeden önce hayalini kurduğum keyifleri gerçekleştiremedim zannetmeyin çünkü bu doğru değil. Ama işte zaten ilginç olan da işin burası zira Brezilya’da bu saydıklarımın hepsini tıpkı planladığım gibi tadını çıkartarak ve ömür boyu her hatırlayışta mutlu olacağımı çok iyi bilerek yaşadım. Güzelim kentleri doya doya gezip çoğunu gönlümde “benim olan” şehirlerin arasına kattım; bir sürü ilginç insan tanıyıp yeni dostluklar kurdum; bol bol caipirinha içip yeterince keyif yaptım; yakın zamana kadar uyuşturucu baronlarının sokak savaşları yaptığı mahallelerde bambaşka türden hayatların izini sürdüm ve Michelin yıldızlı restoranların seçkin lezzetleriyle ev yapımı mütevazi yemeklerin eşsiz tatlarını aynı günde tattım ama gelin görün ki gittiğim güzelim kentlerde yaşadığım tüm bu keyiflere rağmen Brezilya’dan, hiç ummadığım biçimde ruhuma bunlardan birisi değil de Amazon nehri ve yağmur ormanları yer etmiş olarak döndüm. Ormanın insanı derinlerine çağıran yaban cazibesi; ağaçların kendi aralarında sürdürdükleri konuşmalardan yansıyan yumuşacık uğultu; gözümü her kapattığımda yanı başımdan gürül gürül akan ihtişamlı nehir; gece vakti doğanın mutlak sessizliğinin mırıltılı sesi ve bir de nereden dilime takıldığını bilmediğim, başını sonunu kestiremediğim şu dizeler o zamandan beri aklımdan hiç gitmedi: “rio negro / suları kızıl / kara nehir / kim bilir / bir gün bana belki / amazonun / hiç büyümemiş çocuğundan / bir esinti getirir.”
Brezilya Amazonları benim dağarcığıma dünyanın en keyifli yerlerinden birisi olarak yerleşti ama doğrusu ben bu dev ülkede kentlerden ve kent geleneklerinden de ayrıca çok etkilendim; dönüş uçağında orada yaşadıklarımı baştan hayal ederken, beni bir sonraki sefer için hangisinin daha fazla geri çağırdığını bilemedim! Galiba hiçbir ülke benim aklımı bu kadar karıştırmamıştı! Aslında zaten Brezilya gezisi daha planlama aşamasında bir maceraya dönüştü. Güney Amerika’nın tümünü bir kalemde “gezilecek yerler” listesinden “görülen yerler” listesine aktarmak peşinde olmamaya dikkat ederek ve epeyce bozup yeniden yaparak bu kocaman ülkeye hak ettiği kadar zaman ayıran bir program oluşturdum. Çünkü düşünsenize, Brezilya aslında neredeyse tüm bir kıta demek! Güney Amerika’nın en büyük ve kalabalık ülkesinin yüzölçümü tüm kıtanın hemen hemen yarısı kadar yani neredeyse Avrupa’nın tümüne eşit! Sadece Amazon ormanlarının Brezilya’da kalan kısmı Türkiye’nin toplam yüzölçümünün birkaç katı; ülkenin içindeki iç hat uçuşları bile ortalama üç saat dolaylarında. Üstelik bu kadar geniş ve böyle farklı tarih kaynaklarından beslenen bir ülkenin içinde çok renkli bir kültür barındırması da beklediğim bir şey. 1500’de Portekizli denizci Pedro Alvarez Cabral tarafından “keşfedilen” Brezilya o gün bu gündür Güney Amerika’nın en ilginç, en canlı, en sıcakkanlı ülkesi; bunu biliyorum ama nedenlerini tam anlayacak kadar bilgim yok bu ülke hakkında. Sadece aklımda yıllar öncesinden kalma bir “Köle Isaura” imgesi var! Hani, son yirmi yıldır dilimize bir deyim olarak yerleşmiş bulunan Brezilya dizilerinin ilki. O zamanlar ben de tabii herkes gibi dalga geçip eleştirerek, saçma yanlarına sinirlenip bu iş için harcadığım zamanı asla tasvip etmeyerek diziyi başından sonuna seyretmişim ve hayalimde yüzlerce kez kolonyal Brezilya’ya gitmişim... Üstelik o diziyi izlediğimiz yıllarda henüz ortada ne Havaianas sandaletler var ne de benim akuamarin takılara merakım... Bu durumda tabii Köle Isaura kolayca kafamdaki Brezilya imgesinin başköşesine yerleşiveriyor! Öyleyse, ben şimdi bu dizilerin çekildiği, öykülerinin yeşerdiği, maceralarının yaşandığı ülkeyi ve sosyal yaşantısını nasıl merak etmem? Sonra Brezilya’daki kentlerin hemen hepsinde mevcut olan gecekondu mahalleleri var aklımda ve gözümün önünde yanılıp da buraya giren yabancılarla mahallenin yerlisi uyuşturucu tacirleri arasında geçen serüvenlerin gazete haberi olmuş halleri; hem korkuyorum hem de çok merak ediyorum o kenar mahallelerdeki renkli yaşamı. Ve tabii futbolla ilgisi ne olursa olsun, Brezilya denince insanın aklına ister istemez futbol düşüyor. Dünya Kupası maçları, görkemli stad Maracana, efsane oyuncu Pele, dünya şampiyonu Brezilya... Yeryüzünün en iyi futbolunu oynayan oyuncuları ve en iyi maç seyreden seyircileri Brezilya’da ama doğrusu oraya gitmeden önce futbolu bu ülkeye ilk kez memleketini özleyen İskoçyalı bir göçmenin sevdiği oyunu burada da oynamak istediği için tanıttığını, Brezilya’ya ilk futbol topunun onun ailesi aracılığıyla İskoçya’dan geldiğini ve ilk maçın 1890’larda beşer kişilik takımlarla onun çalıştığı fabrikanın bahçesinde yapıldığını bilmiyorum. Kısacası, daha gitmeden bana öyle geliyor ki bu ülkede birbirine çok zıt ve uzak gibi görünen kalabalık dünyalar iç içe; mahmur gözlü kolonyal kentlerde ve fıkır fıkır kaynayan modern plajlarda güzellikler de çirkinlikler de yan yana, yanı başınızda… “Fıkır fıkır kaynamak” dedim de, sonra tabii Karnaval! Gitmesem de görmesem de bu ilginç olguyu yaratan ülkeyi yakından tanımak istiyorum. Bilmek istiyorum bakalım Rio’lu kadınlar gerçekten o kadar dünyalar güzeli mi?
Yola çıkmadan eksik kalan bilgileri okuyup öğreniyorum: Brezilya’nın Avrupalılar tarafından bulunuşu bildiğimiz “Amerika kıtasının keşfi” öykülerinden; Portekiz’in zenginlik peşinde koşan “övünç kaynağı” gemicilerinden birisi de buraya ayak basıyor ve hazret karaya çıkar çıkmaz burayı Portekiz kralının malı ilan ediyor ve de üstelik bunu yaparken kendisini Hindistan’da zannediyor! Bilindik hikayenin, İspanyol yerine Portekiz ve Küba yerine Brezilya versiyonu yani. Bundan sonrası Brezilya için uzun yıllar süren ve bağrında taşıdığı altın, kauçuk, değerli taş ve benzeri tüm zenginlikleri yalayıp yutan bir sömürgelik dönemi, ardından bir süre Portekiz/Brezilya ortak krallığı, sonra bağımsız Brezilya İmparatorluğu ve nihayet Brezilya Cumhuriyeti. Yani her ne kadar Portekizliler, Güney Amerika’da imparatorluk kurup sürekli yerleşmeye kararlı İspanyollardan farklı olarak, burayı sadece sömürgen ticaretleri için bir geçiş noktası olarak kullanmış olsalar da ülkenin tarihinin aynı dönem açgözlü Avrupalı sömürgenlerin boyunduruğunda yaşamak zorunda kalan diğer Latin Amerika veya Güneydoğu Asya ülkelerinden fazla farkı yok. Böylece yerli kültür önce Portekiz’den gelen Avrupa etkisiyle hemen ardından da köleler sayesinde Afrika etkisiyle tanışıp karışmış ve sonuçta birçok değişik faktör bir araya gelince ortaya inanılmaz derecede renkli ve keyifli, çok özel bir kültür çıkmış. Hiç şüphesiz, bu kültürün en belirgin ve çarpıcı boyutlarından birisi de Brezilya’da doğan ve gelişen Latin Müziği. İster yüzyıllık taş sokaklarda tarihin izinde yürüyor olun, ister cânım kumsallarda güneş ve denizle bugünün tadını çıkarın; nerede ne yaparsanız yapın bu ülkeye ayak bastığınız andan itibaren alçak perdeden kendi kendine sürekli kulağınızda mırıldanan müzik... Ülkedeki farklı yaşamların farklı tempoları bir araya gelerek insanın kanını kaynatan, içini yaşama sevinciyle dolduran Latin müziğine dönüşmüş sanki. Samba yani Brezilyanın ünlü ritmik müziği ve bunun canlı dansı, tabir yerindeyse “esas çocuk”; aynı zamanda da meşhur Karnavalın neredeyse simgesi. Orijinalinde Karnavalda herkesin tek başına yaptığı samba sonradan, özellikle Amerika’da popüler olan salon dansı versiyonuna dönüşmüş ve bir çiftin yaptığı bir gösteri dansı haline gelmiş. Eğer müzik benim gibi özel ilgi alanınızdaysa tabii ki bu noktada durmayıp biraz daha öncesine de gidiyorsunuz ve “burnunun dibindeki Arjantin’e damgasını vurmuş meşhur tango kültürü Brezilya’da ne durumda acep?” diye bir bakıyorsunuz. Bunu yapınca da ünlü Brezilyalı besteci Ernesto Nazareth ile tanışıp onun deyimiyle “brezilya tangosu”, halkın tabiriyle maxixe’i öğrenmiş oluyorsunuz. Afrika kökenli lunlu dansı ile Avrupa kökenli polkanın esintilerini taşıyan bu müziği de seviyorsunuz ister istemez çünkü çok güzel, çok keyifli! Ve tabii sonra bossa nova... 1950 ve 60’larda sambanın caz ile füzyonundan ortaya çıkmış ve sadece Brezilya’ya değil tüm dünyaya yepyeni ve çok farklı bir hüznün uysal tınısını armağan etmiş. Bunlara bir de klasik müzik bestecisi Hector Villa-Lobos’un insanın içine işleyen müziğini ekleyelim isterseniz... Kısacası tıpkı Brezilya kahvesi gibi Brezilya’dan gelen müzik çeşitleri de ait oldukları toprakları görüp tanımadan çok önce zaten keyfini çıkarttığım, vazgeçmemek üzere yaşamıma kattığım güzellikler ve doğdukları yeri görmek için doğrusu sabırsızlanıyorum...
Yaklaşık on dört saat süren uçuştan sonra Brezilya’ya ulaşır ulaşmaz ilk gözlemim şu: Yanılmamışım, sadece müzikte değil yaşamın hemen tüm alanlarında bir canlılık, bir yaşam sevinci, bir kıvraklık söz konusu burada. Anlatması kolay değil ama ülke bütünüyle samba yapmakla meşgul sanki! Brezilya, komşusu olan tüm diğer ülkelere kıyasla çok daha “Latin”. Örneğin, Meksika çok yerli, çok Aztek; Arjantin fazla beyaz, fazla Avrupai Brezilya’ya göre. Doğrusu gitmeden bu kadar yakınında olduğu kültürlerden bu kadar az etkilenmiş olacağı hiç aklıma gelmemişti. Nasıl olmuşsa olmuş, Aztekler ve Mayalar buraya hiç ilişmemiş veya daha doğrusu hiçbir iz bırakmamış gibi. Brezilya’da Mezoamerika uygarlıklarının tipik basamaklı piramitlerden görmedim mesela hiç; zaten bu ülkeden UNESCO Dünya Kültür mirası listesine giren tüm yerler ya kolonyal dönem kentleri ya da koruma altındaki doğa alanları. Doğanın yaptırımları çok güçlü olduğu için buradaki Amazon kabilelerinin yaşam biçimini de ister istemez orman ve nehir belirlemiş; yakınlardaki diğer yerli toplumlarına göre Amazon insanlarının kültürü çok daha naif kalmış. İnsanın dili “ilkel” demeye varmıyor ama gerçekten hala başka bir dünyada yaşayanlar çoğunlukta... Aslında bugün “Brezilyalı” diye tek tip bir insanın tarif etmek çok zor. Üç ırkın karışmış özelliklerini taşıyorlar ve görülebildiği kadarıyla sosyal yaşamda insanları bu fark ve onun gereği olan fiziki özellikler üzerinden ayırmıyorlar. Tıpkı Küba gibi; aynı oranda şaşırıp hayran oluyorum. Üstelik köleliğin Amerika kıtasında en son Brezilya’da kalktığı düşünülürse bu durum daha da ilginç bir hal alıyor. Benzer bir biçimde, karnaval öyküleri sayesinde düşündüğümüzün aksine, normal hayatta sokakta gördüğünüz sıradan Brezilyalılar güzellik, seksapel, kilo, kavramlarıyla Avrupa’da ve Türkiye’de görmeye alışkın olduğumuzun onda biri kadar bile ilgili değiller. Ama bu cazibeye önem vermediklerinden veya çekici olmayı umursamadıklarından değil; özgüvenleri çok fazla olduğu için sadece. Kadın, erkek hepsi kilolarına, ten renklerine, giyimlerine hiç aldırmadan kendilerini büyük bir enerji ve gururla taşıyorlar ve bu denli hayat dolu olabildikleri için de fiziki görünümlerinden bağımsız olarak inanılmaz derecede çekiciler. Kentlerde sokaklar hiçbir dertleri yokmuşçasına mutlu mesut güzel ve cazip yaşayıp giden insanlarla dolu sanki ve sanırım insanın bu şehirlerden çok büyük keyif almasının temel nedeni bu enerji.
Madem Brezilya kentlerinden aldığım keyfe geldi söz, sizinle birkaç kent öyküsü de paylaşıp öyle devam edeyim Amazon’a doğru giden yoluma. Gezim Rio yakınlarındaki minik kolonyal kent Paraty’den başlamıştı; size anlatacaklarım da oradan başlasın. Paraty, Brezilya’nın Costa Verde (Zümrüt Sahil) bölgesinde Rio de Janeiro ile Soa Paulo arasında, çok keyifli, çok özel bir tarihi kent; hatta kent tanımına ölçü olarak kabul ettiğimiz boyutları büyük tutuyorsak belki kasaba demek daha doğru. 1700’lü yıllardan kalma parke taşı döşeli eski sokakları; birbirinden sevimli kafe ve lokantalarla süslü, sadece yayalara açık tarihi merkezi; meydanda rengarenk ve birbirinden cazip bir sürü eşya ile dolu minik dükkanlarda oturmuş sizi seyreden, canlı olmadıklarını iyice yaklaştığınızda ancak anlayıp irkildiğiniz rengarenk giysili yerli kadın heykelleri; hangi köşeyi dönünce karşınıza çıkacağı belli olmayan eşsiz deniz görüntüsü; rengarenk çerçeveli pencere ve kapılarıyla sakız beyazı çılgın evleri; Akdeniz kıyı kentlerinin yaşamını anımsatan canlı, renkli ama başlangıçta kendini hiç ele vermeyen keyifli yaşantısı; kent meydanındaki dans barları ve bu tabloya büyük katkıda bulunan yerli rom cashaça’yı ayaküstü tadabileceğiniz ilginç içki dükkanları; limanda pembe, acı sarı, mor, zümrüt yeşili, gece mavisine boyalı türlü çeşit tekne ve kayıkları... Kısacası tüm özellikleriyle insanın ilk görüşte vurulacağı, sizi hemen avucuna alan bir yer Paraty. Kentteki evler tarihi eser oldukları için koruma altında; hepsi beyaz boyalı. Kapıları ve pencere çerçeveleriyse 19. Yüzyıldan beri rengarenk parlak renklerle boyanmış durumda ama bunun bir karmaşa veya görüntü kirliliği yarattığı sanılmasın çünkü bu renkler kent yönetimi tarafından seçilmiş olanlarla sınırlı ve bir sokakta yan yana bulunanların uyumlu renklerde olmasına dikkat ediliyor. Kısacası, daracık sokaklarında rengarenk tarihi evleri olan, içinde müzik ve keyif kaynayan bu minicik kentte, insana bir film setinde olduğu duygusu verecek kadar tüm detaylar yerli yerinde. Bunlara bir de buraya adımımı atar atmaz iliklerime işleyen huzurunu katarsanız, benim zamanın durduğu bu şehre ilk andan itibaren nasıl aşık olduğumu tahmin edebilirsiniz. Bir zamanların kalabalık altın madeni kenti, uzun bir unutulma döneminin ardından şimdi tekrar insan içine çıkmış olmanın rehavetli keyfini yaşıyor ve tabii ziyaretçilerine de yaşatıyor. Bu ziyaretçiler şimdilik çok fazla değil ve belki de benim kendimi “turist” değil “yerli” hissetmiş olmamın bir nedeni de bu. Paraty’den aklımda son gün yaptığım tekne gezisinin huzuru kalıyor en çok; o teknede zamanı unutup bulutlara ve körfezin dinginliğine ve kentin eşsiz manzarasına dalıp uyuyakalacak kadar kendimi “iyi” hissetmiş olmam… Bir de komik ama içimde takılı kalan diğer duygu var: Her yıl temmuz ayında tekrarlanan Uluslararası Edebiyat Festivali’ni izlememe yarayacak olan Portekizce bilgisinden yoksun olduğum için kendimi nasıl “kötü” hissetmiş olduğum! İkisi zıt ve bir arada tuhaf biliyorum ama Latin mizacı böyle bir şey; zıtlıklardan enerji ve uyum doğuyor… Hem birbirinden ilginç birçok yazarın Portekizce yazılmış veya bu dile çevrilmiş eserlerini dinlemek, izlemek, okumak ne büyük bir keyiftir kim bilir! Düşünsenize, bu kentin yerlisi olan Jorge Amado’nun “Tarçın Kokulu Kız”ını böyle bir festival gününde kendi öz dilinde dinleyebilsem fena mı olurdu? Neyse, sonuçta çaresiz bu hicranımı içime gömüp bu kitaptan uyarlanan ve başrollerinde Sonia Braga ve Marcello Mastroianni’nin oynadığı kült filmin çekildiği yerleri dolaşıp kente bir de bu gözle bakıyorum. Bir de tabii yaşadığım bu efkarı dağıtmak için şehrin birbirinden keyifli barlarından birisine girip adını bu kitabın kahramanından alan Gabriela’dan yani tarçınlı cashaça’dan içiyorum bol bol.
Ama gelin, biz en iyisi sizinle damağımızda Paraty’nin güzel lezzetlerini muhafaza ederek ülkenin başkenti Brasilia’ya geçelim çünkü benim bu efkarım bu ülkenin karakterine hiç uymuyor doğrusu. Gerçi Brasilia ile ilgili izlenimlerim ne denli ülkenin genel enerjisine uyuyor, şüpheliyim ama benim için hayatta (umarım) bir kez yaşanacak özel deneyimlerden olduğu için paylaşmak isterim. Brasilia, başkenti ülkenin ortasında bir yere taşımak amacıyla tamamen sıfırdan yapılmış bir kent. Ünlü sürrealist mimar Oscar Niemeyer kenti bir ütopya olarak tasarlamış ve ülkesinin yüzünün ne denli geleceğe dönük olduğunu tüm dünyaya göstereceğine inanmış. Şehrin inşası 1956-1960 yılları arasında gerçekleşmiş ve bana biraz dehşet veriyor ama 1960’da kentin “açılışı” yapılmış! Bundan da tahmin edeceğiniz üzere, kendisi hayatta gördüğüm en yapay şey olarak hafızama kazınmış bulunuyor; hatta daha açık sözlü olmam gerekirse “tam anlamıyla bir kabus” da diyebilirim. Düzenden hoşlananlara belki benim kadar itici gelmeyebilir ama bencileyin kentleri karmaşalarından ötürü seven, canlı kent yaşamının gerçekliğine vurgun birisi için Brasilia’da bulunmak gerçekten zorlu bir deneyim. Çünkü bir şehircilik ütopyası olarak tasarlanan bu kent sonuçta tam anlamıyla bir fiyasko olarak gerçeküstü bir “distopyaya” dönüşmüş, bana sorarsanız. Verdiği ruh darlığı o kadar fazla ki insan neredeyse bedeninin üzerinde fiziki bir baskı bile hissediyor.
Brasilia dev bir kuş veya uçak biçiminde tasarlanmış. Ortasında kenti bir baştan bir başa geçen çok geniş bir bulvar var; kuşun bel kemiği gibi. Bu bulvar üzerinde trafik hep aynı yönde akıyor. Herhangi bir yere hep sağa dönerek ulaşılıyor; geriye veya sola dönmek yok! Bu yol üzerinde kavşak da yok zaten; dolayısıyla kentte trafik sıkışmıyor. Brasilialılar dünyanın en hızlı akan trafiğine sahip olmakla övünüyorlar. (Tanrım! İstanbul’un trafiğini sevgi ve özlemle anacağım hiç aklıma gelir miydi?) Havaalanından tüm otellere ulaşma süresi on iki dakika! Ama buna şaşmamak gerek çünkü tüm oteller aynı yerde; kent kuşun kanatlarında yer alan fonksiyonel bölgelerden oluşuyor. “Hastaneler bölgesi”, “elçilikler bölgesi”, “oteller bölgesi”, “evler bölgesi” gibi! Bunların kesişme noktalarında ticari ve kültürel alanlar var. Her meydan tek bir tür faaliyete ayrılmış, “sanat meydanı”, “pazar meydanı” gibi ve bu meydanlarda belirlenmiş olandan farklı bir şey yapmak yasak! Yani kentte karışık ve doğal hiçbir şey yok! Şehrin merkezi olarak kabul edilen “ticari bölge”de dükkanlar ve iş yerleri var ama orada yaşamak kesinlikle yasak çünkü Niemeyer orayı ofisler için tasarlamış! Ama merak etmeyin, kentin müzesi, kütüphanesi ve tiyatrosu, olmaları gerektiği gibi “resmi daireler bölgesi”nde! Sonra işte, tabii üçte ikisi yeşillik olacak şekilde hesaplanarak inşa edilmiş şehrin ve bir de yapay gölü var ve bunlardan ötürü doğmuş olan, insan yapımı, elden düşme, rahat yaşamaya çok uygun bir mikro kliması! Binalar ağaçlardan yüksek olmasınlar diye en fazla üç katlılar ve üç buçuk milyon nüfuslu kentte on taneden fazla üniversite mevcut ve evlerin yer aldığı yerleşim bölgesi trafiğin (olmayan!) sesi duyulmasın diye ses kesen ağaçlarla yoldan ayrılmış ve bu bölgede korna ve hatta yüksek sesle müzik çalmak yasak. Ve tabii tahmin edebileceğiniz gibi, tüm otoparklar bedava... Ve siz de şimdi sakın bu kente hayran olmaya mı başlıyorsunuz? O zaman size daha “uygar” başka bilgiler vereyim: Evet, Allah için her şey insanları düşünerek, onların rahatı için planlanmış ama estetik, güzellik, renk gibi kavramlar hiç düşünülmemiş! Söz konusu evler çok, pek çok çirkinler! 60’lı yıllarda yapılan yüzü beton renkli lojman evlerine benziyorlar ya da komünist rejimin işçiler için yaptığı tek tip kooperatif evlerine. Şimdi gelelim bu akıllara seza yapılaşmanın insanlar üzerindeki etkisine... Aslında bunu bizden başka düşünen olmuş mu, bilmiyorum çünkü kentin insanı üşütüp donduran tarafı zaten insan faktörünün inanılmaz biçimde dışlanmış ve saptırılmış olması ve üstelik de bunun insanları rahat ettirmek adına gerçekleştirilmiş bulunması! Bana sorarsanız, kentte pek çok mutsuz insan var gibi sanki. Hükümet binaları önünde gördüğüm protestocuların uzun süredir orada yaşadıklarını öğreniyorum. Şehirde suç oranı çok yüksek; Brasilia hiç güvenli bir kent değil. Üstelik polis çok sert olduğu halde... Kenti anlatan rehber kitaplarda daha önce başka hiçbir yerde görmediğim şekilde, kesinlikle polise mukavemet edilmemesi gerektiği yazıyor! Gelin görün ki, beni boğan bu açık hapishane konusunda rehberimiz kesinlikle benimle aynı fikirde değil. Belki de kentin bana bu kadar ürkütücü gelmesinin asıl sebebi onun bu şehre ve onu yaratan faşist yaklaşıma olan hayranlığı; Brasilia’yı fanatik düzeyde övünülecek bir şey gibi görüp anlatması. Ama torun sahibi bu yüksek eğitimli hanımefendiye fikrimi söylemeye korkarım! Bu kente bu denli aşık olduğuna göre, akıl sağlığından şüpheliyim çünkü. Bu kadın eğer bir robotsa ve ateşli bir inançla muhaliflere kahırlar yağdırıp Niemeyer’a övgüler dizerken ansızın kurgusu bitip kafası yana düşerek susarsa, çok korkarım ama şaşırmam sanki; bence o denli abartılı ve yapay!
İçinde bulunduğum şehir bir beton ve demir yığını olarak zaten çok sevimsizken bir de üzerine yıpranmış. Sanki hiç bakılmamış, sanki tüm binaların boyaları dökülüyor. Ya da benim algım böyle çünkü bence modern tasarımlar için kullanılan malzemeler eskiyince iyice hurda yığınına dönüyorlar ve bana feci karanlık kent enkazı görüntüleri içeren “ertesi gün” filmlerini hatırlatıyorlar. Nedense çelikler, betonlar, demirler asla tuğla, kiremit, ahşap kadar güzel yaşlanmıyor; bunlardan yapılmış tarihi binalar gün geçtikçe güzelleşirken, diğerleri eskiyince iyice çirkinleşiyor. Ve doğrusu ben Brasilia’nın aslında böyle olmak için hiçbir mazereti olmadığını düşünüyorum! Ne bazı kentler kadar teknolojik üstünlüğü ile bilinen duygusuz bir ülkede yer alıyor ne de bazı diğer kentler gibi geçmişindeki bir dikta rejiminin izlerini ve görsel kalıntıları taşıyor. Ne fakir ve ne de bir doğal afet yaşamış! Tersine, umudun, geleceğin, refah ve mutluluğun kenti olarak tasarlanıp özel olarak bunun için yaratılmış. Öyleyse niye? Çünkü galiba kentin ruhu yok! Doğal gelişen hiçbir yanı yok; tarihi yok! İnsan faktörü doğru biçimde dikkate alınarak tasarlanmadığı için, özgürlükler kurallarla kısıtlanmış olduğu için ve de bu yüzden asla gerçek bir kültür gelişmemiş olduğu için şehrin hiçbir zaman gerçek bir “yaşamı” da olmamış. İnsanlar benim gözüme, yazılıp ellerine verilmiş bir rolü okuyup oynayarak ortada gezen robotlar gibi görünüyorlar bu sahicilikten uzak kentte... Kısacası Brasilia, bir sürü gereksiz detaya sahip, ince ince düşünülüp hayattan kopuk bir sürü anlamsız “çözüm”le donatılmış, sevimsiz mekanlarla dolu, bilim kurgu gibi bir yer. Tabii ki Niemeyer’in tekil olarak gerçekten çok güzel olan birçok eseri var; modern gotik tarzda yapılmış ve içinde vitraylarından yansıyan benzersiz ışık oyunları bulunan Mavi Katedral gibi. Ama bu ve benzeri binaların bu kadar çoğu bir araya gelince, insan kendisini Disneyland’de alışveriş caddesindeymiş gibi hissediyor. Hani ilk bakışta girip çıktığınız yerlerin farklı dükkanlar olduğunu zannedersiniz de sonra kısa sürede bu mağazaların ve lokantaların aslında aynı yerin değişik mekanlar gibi gösterilmiş farklı bölümleri olduğunu anlarsınız; onun gibi. Brasilia kentinin içinde yaşayanlara empoze edilen yaşama biçimi de bana George Orwell’in kült romanı “1984”ü hatırlatıyor; sanki herkesi gözetleyip yönlendiren bir “büyük birader” var bu kentte de! Şimdiye dek hiçbir zaman hiçbir distopyaya bu denli yakın olmamışım ben; sanırım bu benim hayatta en çok korktuğum şeylere en fazla yaklaşma halim. Asla beni geri çağıran bir kent değil Brasilia tabii; onunla bir geleceğimiz kesinlikle söz konusu değil! Yine de böyle bir deneyim yaşayabildiğim, bu tuhaf kenti atlayıp geçmediğim ve köşe bucak gezdiğim için çok mutluyum. İyi ki gördüm bu kabusu! Ama iki günün sonunda “haydi artık” diyorum kendi kendime, “bu maceranın tümü ‘Truman Show’a dönüşmeden yani henüz sana birileri ‘Burası Hotel California, istediğin zaman çekip gidemezsin’ dememişken yavaş yavaş ayrıl bu ruhsuz kentten!”
Ben bu kabustan sıyrılmanın çaresini onun tam zıddı olan rüya şehir Rio’ya geçmekte buldum; gelin sizinle de öyle yapalım. Aslında, Brezilya’dan döndüğümden beri Rio de Janeiro’nun sözü her geçtiğinde neden yüreğimin sıcacık bir mutlulukla dolduğunu tam olarak belirlemeye çalışıyorum. Rio’da çok da fazla özel bir şey yapmadan, kendimi sadece kentin ritmine bırakarak geçirdiğim günleri anımsayınca doğrusu içimi ısıtan bir keyif ve özlemle doluyorum. Yaşarken sonraları bana klişe gibi görüneceğini düşündüğüm plaj sefaları, bossa nova’lı bar geceleri, kentin kenar mahallelerinde tanıdığım insanlar, denizin üzerinde şıkırtılı oyunlar yapan güneşin teknelerin bembeyaz pırıltısıyla buluştuğu körfez görüntüsü, kentin içinden plajların herhangi birisine inen herhangi bir yoldaki minik bir kafede verilen gerçek Brezilya kahvesi molası... Bunların hiçbirisi teker teker çok da çarpıcı olmadığı halde hepsi kendine özgü bir lezzet taşıyor ve birleştiklerinde ortaya damağımda Rio’dan kalan eşsiz lezzet çıkıyor. Yaşadığım bu minik mutlulukların bir araya gelerek oluşturduğu kent bütünü aklıma düşünce sanki çocukluğumun geçtiği şehri, sevdiğim birinin yaşadığı uzak memleketi, hayatımın uzunca süren keyifli bir bölümünü geçirdiğim bir mahalleyi hatırlamışım gibi gülümsetiyor beni; iç geçirtiyor.
Aslında doğrusu Rio öyle çok özel bir tarihi dokusu olan şaşırtıcı derecede farklı kentlerden değil. Ülke tarihindeki pek çok siyasi olaya sahne olmuş, yüz yıl üç ayrı devletin başkenti olarak yaşamış bir kentte geçmişe dair çok daha fazla iz bulacağını zannediyor insan. Ama durum öyle değil; tersine, Rio bir hafıza kaybı yaşıyor gibi, sanki hiç tarihi olmamış! Bugünün ziyaretçilerine aktarılan doğru dürüst bir anısı yok sanki. Tarihi bir kalıntı, geçmişe ait çok çarpıcı bir öykü, eskiden kalma değişik binalar... Bunlardan hiçbiri gündemde değil Rio’da. Bir de üstelik “dünyada trafik yüzünden tamamını göremediğim tek kent” olarak benim özel tarihime geçtiğini düşününce, hala her anışımda neden içimin sımsıcak bir huzur ile dolduğuna şaşırıyorum doğal olarak. Sanırım bu çok kendine özgü büyünün nedeni kentin günlük yaşamında gizli; Rio’nun kimliğinde bugünkü yaşamın temposu her şeyden daha baskın. Karnaval eğlenceleri, kanun kaçaklarının yuvası olan kenar mahalleleri, duvarlarda dünyanın en ilginç grafitileri ve Corcovado tepesinden tüm kenti kucaklayan ünlü İsa heykeliyle kentin bugünü öyle güçlü bir enerjiye sahip ki kimsenin aklına geçmişi ne sorgulamak ne de korumak gelmiyor anlaşılan. Bunun en güzel göstergelerinden birisi, kentin meydanlarından birindeki bildiğiniz güzel, gösterişli ama özelliksiz bir fıskiyeli havuz. Başkenti Rio’dan Brasilia’ya taşıyınca, nasılsa artık gerek kalmadı diye tarihi parlamento binasını yıkıp yerine bu havuzu yapmış Brezilyalılar!
Bu saydıklarımın tümü Rio’yu gerçekten unutulmaz yapmaya yetiyor ama sanırım beni en çok her tür maceraya gebe hali etkiliyor. Kentin ilk bakışta hiçbir özellik taşımayan günlük yaşamı, içine girmeyi becerenler için hem keyif, hem zorluk, hem güzellik, hem de tehlike dolu. Ben kendi hesabıma olabildiğince kocaman kucaklamayı istediğim bu güzelim kenti aklıma koyduğum güzergah üzerinden gezip yaşamaya çalıştım. Rio’da kaldığım sürece Sugar Loaf tepesine çıkıp istesem yanımdan geçen kuşlarla birlikte uçarak körfeze konabileceğime inandım; bir zamanlar kral tepede keyif yapabilsin diye döşenen tren yolundan Corcovado’ya tırmandım ama sis yüzünden ünlü İsa heykelinin sadece ayaklarına dokunup beline kadarını görebildim ve yine de onunla yoğun sisin içerisinde olabildiğince halleştim doğrusu; kendisini yakından görüp tanışmayı çok istemiştim çünkü! (İnanmayacaksınız ama o ana kadar Rio’ya öyle vurulmuştum ki, bu şanssızlık karşısında bir yandan hayal kırıklığına uğrayıp Corcovado’dan görünen meşhur manzarayı kaçırdığım için de ayrıca üzülürken bir yandan da buraya gelecekte bir gün mutlaka geri gelmek için bir nedenim oluştuğuna sevindim!). Kentin en meşhur favelası olan Rocinha’ya bir ziyaret yaptım sonra. Eski görüntüsünden eser kalmamış, artık bildiğimiz “mahalle” olmuş bu gecekondu bölgesindeki dükkan sahipleriyle sohbet edip çocukların sokakta oynadıkları oyunlara katıldım. “Eskiden olsa” yani uyuşturucu baronları ile sulh yapılmadan önce gezmeye kalksam başıma gelecek olanları öğrendim! Ardından kentin merkezine inip Travesso do Comercio sokağını gezdim; akşamüstü 1800’lü yıllardan beri aynı adreste hizmet veren Confeitaria Colombo yani Colombo Pastanesi’nde kahvemi içip iyi müzik dinlemek ve dans etmek için Rio’nun en keyifli gece kulübüne Rio Scenarium’a geçtim. Bunların hepsi iyi hoş ama yine de benim hep duyup merak ettiğim hareketli yaşamın eksenini, kentin herhangi bir başka özelliğinden çok daha fazla, ünlü plajlarında buldum. Dünyada çok az insanın “Birleşik Portekiz ve Brezilya Krallığı”ndan haberi var herhalde ama Ipanema ve Copacabana Latin kültürüne meraklı olan herkes için ikon niteliğinde. Bu ikisi, Rio de Janeiro’nun çeşitli nedenlerden çok ünlü olmuş Atlantik plajları. Ama Rio’da bu ikisi kadar ünlü olmayan, kendi ilginç öykülerine sahip başka plajlar da mevcut. Takvim manzarası güzelliğindeki Guanabara körfezinin ucunda yer alan kentin sadece Atlantik’e açık olan kıyısında değil hemen her köşesinde bir plaj var dense yalan olmaz; şehrin ünlü plajlarının uzunluğu toplamda seksen kilometreyi buluyor. Copacabana aslında yapay bir plaj. Eskiden kayalık olan bu alan 1960’larda kayalar kum ile doldurularak plaj yapılmış ve Rio istediği kadar eski pırıltısını kaybetmiş olsun, Copacabana hala dünyanın en ünlü plajı olarak kabul ediliyor. Yerli dillerinden birisinde “pis kokan göl” anlamına gelen Ipanema ise şöhretini bossa nova’nın varlığına ve Antonio Carlos Jobim’in ünlü bestesi “The Girl from Ipanema”ya borçlu. Bir de tabii Karnaval zamanı üzerinde yer alan sınır tanımayan eğlencelere... Bana sorarsanız da Vidigal tepesinin ardından eşsiz bir güzellikte batan güneşin plajı sarı, turuncu ve ateş kırmızısı renklerine boyadığı nefes kesici güzellikteki gün batımına. Ve bu gün batımının yarattığı inanılmaz huzur atmosferine. Ve o saatlerde plajda hafifçe ürpererek oturup bir yandan içinizde çalıp duran melodinin devamını akşam hangi barda getireceğinizi düşünürken bir yandan da bu ülkenin mucize içkisi caiprinha’yı keyifle yudumluyor olmanıza...
Sanırım Rio’daki günlerimi kentin doğa ile iç içe olmasından aldığım keyifle biraz sarhoş geçirdim. Bazı açılardan İstanbul’u andıran bir deniz kenti olduğu için onu daha da çok sevdim. Günlük hayat, koskoca bir megapolün karmaşası, sosyal canlılık o kadar denizle, ormanla, dağ ile iç içeydi ki elimde olmadan kendi kentimi düşündüm. Tıpkı İstanbul gibi Rio’da da nefes kesen bir gün batımı izleyip dünya güzeli bir deniz manzarası seyrettikten beş dakika sonra böyle sakin ve huzurlu bir doğa güzelliğiyle pek bir arada düşünemeyeceğiniz kadar hızlı, çarpıcı, sarhoş edici bir büyük kent gecesine geçebiliyordunuz. Doğanın verdiklerini yaşarken ve kentin sunduklarının tadını çıkartırken kendini iki ayrı gezegende veya iki ayrı zaman diliminde gibi hissetmek işten bile değildi. Sırf bu özellik Rio’yu bu kadar çok sevip benimsememe yetti belki de.
Brezilya’nın birbirinden ilginç birçok kentinden beni en çok etkilemiş olanlara böylece bir göz attıktan sonra asıl maceraya yani Amazona dönmek gerekirse, nehrin kendisi mi daha etkileyiciydi, Amazon ormanları mı tam bilemiyorum doğrusu. Birbirinin bu denli içinde iki yeri böyle ayırmam garip gelebilir ama ben orada bulunduğum sürece ikisinden ayrı tat aldım; ikisini de ayrı sevdim çünkü resmen kendi başına kimlikleri olan canlı iki varlıktılar ve bir bütün olarak olduğu kadar ayrı ayrı da çok özeldiler. Bu yüzden sanırım sırayla anlatmak en iyisi... Önce biraz ansiklopedik bilgi: Amazon ormanı yeryüzünün en büyük ormanı ve her ne kadar toplam beş buçuk milyon kilometre karelik alanıyla Güney ve Orta Amerika’da dokuz ülkeye birden yayılıyorsa da büyük bölümü Brezilya’nın sınırları içerisinde. Kırk bin dolaylarında ağaç çeşidi ve yüz binlerce değişik canlı barındırıyor. Ne yazık ki “uygar” beyazların ağaçları çeşitli sebeplerden kesmesiyle orijinal alanı küçülen ve bu yüzden yavaş yavaş bir kuraklık dönemine yaklaşan bu ormanın yok olup yerini bir çöle bırakması gibi çok ciddi bir tehlike söz konusu. Onun kurumasıyla ortaya çıkacak olan belirsiz macera tüm dünya için ölümcül olabilir çünkü bu orman, hepimizin coğrafya derslerinden beri bildiği gibi “dünyanın akciğeri”!
Bu saptamalar ormanın makro düzeydeki değerlendirmesi. Benim mikro dünyamdaki Amazon macerası ise tehlikeli veya sevimsiz olmaktan çok uzak; aksine çok keyifli bir anı… Minicik ama şaşırtarak mutlu eden detaylar daha kalacağım otele beni getiren tekneden karaya ayak bastığım an başladı. İndiğim iskele yemyeşil ormanla çevrili minicik bir koyda çok güzel bir kumsalın kenarındaydı ve ben nedense önce karşımdaki ağaçlara değil de dönüp arkamdaki nehre baktım. Ve öylece kalakaldım. İskeleye yanaşırken hiç fark etmediğim, inanılmaz dinginlikte dupduru bir görüntüydü karşımdaki. Su teknemizin az önce yarattığı sarsıntıya rağmen şimdi tamamen kıpırtısızdı. Sanki uygarlığın zorladığı bu beklenmedik kesintiyi başından savar savmaz öz haline dönmüş, yine aslında hep olduğu gibi dingin ve kusursuz “doğa” olmuştu! Bir kere ben Amazon nehrinin üzerinde ormanın içinde böyle uysal, böyle ehlileşmiş bir plaj bulmayı kesinlikle beklemiyordum. Sonra da indiğim kıyının az açığında suyun ortasında bir ağaç vardı. Bir başına bir ağaç. Yapayalnız bir ağaç. İncecik, sanki bir demet dal gibi. Buraya birlikte geldiği arkadaşlarını kaybetmiş de ister istemez sürüklendiği bu noktada kalakalmış gibi şaşkın görünüyordu. O ağacın orada karadan uzakta öyle tek başına, yalın, dingin duruşuna fark eder etmez vuruldum. Çok ama çok güzel olan tarafı nehrin kıpırtısız yüzündeki aynaya yansıyış biçimiydi. Bu öyle net, öyle kesin ve eşsiz bir yansımaydı ki ilk anda ağacın dallarının gökyüzüne uzadığını gördüğüm gibi köklerinin de ters yönde ve dallara simetrik biçimde şeffaf suyun dibine doğru uzanışını görüyorum sandım. Oysa görüntü sadece dalların suyun aynasındaki yansımasıydı; nehir aslında şeffaf falan değildi; hatta Amazonun bulunduğumuz noktadaki kolu, “Rio Negro” yani “siyah nehir” ismini suyunun çok demli bir çay gibi koyu bir kızıl renkte olup özellikle derin yerlerinde siyah gibi gözükmesinden almıştı. Ağaç hafifçe eğilmiş dallarını saçaklandırıp suya değdirmeye çalışmıştı; etrafında birkaç tane suda yetişmiş çalı türünden kısa bitki daha vardı. Altında da yerlilerin kullandığı cinsten bir tekne... Sanki her şey bir kompozisyon yaratmak için özel olarak ayarlanmış gibiydi ama tabii öyle olmadığı da belliydi. Ağaç bolluğu ve bitki karmaşası görmek için geldiğim bir yerde ilk aşık olduğum şeyin tek başına kalmış bir ağaç olması garip gelebilir size belki ama ben orada kaldığım sürece bu ağaca her bakışımda aynı hayranlıkla karışık huzuru duydum; attığım her adımda onun çevresinde yarattığı dingin sessizliği ve huzuru bozmaktan korktum. Tabii bu ilk dakikalarda henüz onun akşamın karanlığına nehirden yansıyan doğal ışıkta ve gecenin ilerleyen saatlerinde suya baştan çıkartıcı biçimde akseden mehtabın altında ne
denli büyülü bir görüntü aldığını bilmiyordum. Zaten o anda daha bu ormanda beni en çok çarpan şeylerden birisinin suyun içinde yaşayan, görüntüleri suya yansıyan kalabalık ağaçlar olacağını da bilmiyordum. Bu ağaçlar düpedüz nehrin içerisindeler... Orman resmen suyun içerisinde büyümüş, daha doğrusu karanın bittiğine aldırmayıp suyun içerisinde de devam etmiş olduğu için doğrusu insanı tuhaf bir çekingenlikle ürpertiyorlar. Sık ağaçların altındaki beni zaten ürkütecek bilinmezlerle dolu alan üstelik bir de toprak yerine su olunca iyiden iyiye masalların karanlık sahnelerine benziyor. Sanki ağaçların altında bilmediğim bir düşmandan kaçmaya çalışırken mutlaka kökler uzanıp bacağımdan aşağıya çekecekler; kurtuluş yok. Tam “bu tekne sağlam mı?” diye kuşkulanıp gerçekten korkacakken başımı çeviriyorum; yanımda güven veren gülüşü, korumaya programlanmış güçlü bedeni, gece karası saçları, muzip gözleriyle Amazon insanı İurys… Karabasanın içinden çıkıp ağaçların arasından nehre şerit şerit akan güneşin huzur veren aydınlığına dönüyorum. Ve sanırım o andan itibaren Amazon’da en az orman ve nehir kadar insanlara da takılıyor aklım. Bütün okumuşluğuna karşın hala ağrıyan bir yeri olunca kayığıyla Amazonun derinliklerindeki köyüne gidip başını annesinin kucağına koyup onun bitkilerden yaptığı ilacın iyi gelmesini bekleyen kocaman bir adamdan söz ediyorum. Bizim dünyamızdan bu denli habersiz birinin normalde bize eksik gözükmesi beklenir; bir çeşit küçümsemeyle karışmış bir hoşgörü gösteririz sadece ama bu Amazon’da değilseniz olur! Çünkü Amazon öyle haşmetli, size öyle yabancı, hatanızı affetmemeye öyle karalı ve o kadar yabani ki bu korkunç “varlığı” iyi tanıyıp ona hükmedebilen bir insan, az önce zaaf olduğunu düşündüğünüz tüm eksiklerine rağmen kahraman oluveriyor aniden gözünüzde. Çok da mantıklı değil mi bu sizce? Belki de haklısınız ama kendi güvenli dünyanızda, bilgisayarınızın başındayken haklısınız. Oysa ormanda birazdan acıkacaksınız ve bulduğunuz meyvelerden zehirli olmadığını düşündüğünüz birisini yiyeceksiniz. Çok emin misiniz, zehirsiz olanı tanıyabileceğinize? Ben de değilim ama İurys imdadıma yetişiyor; “eğer bir meyvenin saçı/tüyü yoksa, sütü akmıyorsa ve tadı acı değilse zehirli değil!” Böyle bir bilgi ne işinize yarayacak hayatta değil mi? Nasılsa manavda zaten sadece zehirli olmayan meyveler var! Aynı şekilde hangi ağacın yaprağını çiğnerseniz kinin tableti içmeye gerek kalmadan ormanda bol miktarda mevcut olan sivrisineklerden korunmuş ve sıtma tehlikesini savuşturmuş olursunuz; bunu da normal dünyanızda bilmenize hiç gerek yok! Ama işte bu da tam Amazon’un size anlatmaya çalıştığım büyüsüyle ilgili. Orada, ormanın ortasındayken, aslında uygarlıktan fazla uzakta olmayan, sizin gezmeniz için özel hazırlanmış bir parkuru kat etmekte olduğunuz geçeğini unutup hava kararmadan yiyecek bir şeyler bulma derdine düşüyorsunuz ve kendinizi o sırada ayağınızın üzerinden geçmeye çalışan dev karıncaya sanki çocukluk arkadaşınızmış gibi şefkatle bakarken buluyorsunuz. Tabii ki yumuşak batak zeminli alanlara düşmekten, görmediğiniz bir yılanın üzerine basmaktan, tanımadığınız allı yeşilli bir uçan böcek tarafından ısırılmaktan korkuyorsunuz çok. (Biliyorum, büyük olasılıkla hiçbiri olmayacak! Ama bir an gözünüzü kapayın lütfen ve bu oyunu benimle oynamaya devam edin...) Ve tabii ki bir yandan karmakarışık bir bitki örtüsünün içinde yürürken, bir yandan da havadaki muazzam nemle başa çıkmaya çalışmak da hiç kolay değil. Çünkü Brezilya ormanları daha önce Güneydoğu Asya’da gördüğüm tropik ormanlardan çok farklı. Ağaçlar onlarınki kadar yüksek değil ama çok daha sık ve yerler hep ıslak. Bir de üstelik orada hiç denk düşüp de başıma gelmeyen bir şey burada sık sık karşıma çıkıyor; durmadan üzerime incecik ve ısrarlı yağmurlar yağıyor. Bu durumda hala kendimi emniyette hissetmek bir yana sanki zaten hep buralarda yaşamışım gibi rahat olabilmenin yani bu eşsiz yaşam tecrübesinin gerçek tadına varmanın sırrı biraz da bu yaşı belirsiz Amazon adamının yanında olmaktan, onun anlattıklarını can kulağıyla dinlemekten geçiyor.
Ama bu kadar “Amazon insanı” öyküsü yeter diyorsanız eğer, gelin ormanın derinliklerinden çıkalım artık. Peki, siz Amazon nehrini nasıl hayal ediyorsunuz? Herkesin bildiği malum gerçekler belli: Amazon, altı bin dört yüz metre uzunluğuyla dünyanın Nil’den sonra ikinci uzun nehri... Debisi ve suladığı alanın genişliği açısından ise dünya birincisi; sahip olduğu su miktarı yeryüzündeki toplam nehir sularının yüzde yirmiden fazlası. Nehrin ortalama akış hızı, mesela Mississippi nehrinin on iki katı. Atlas okyanusuna dökülmeden önce altı ülkeden geçiyor ve üzerinde birçok liman ve hatırı sayılır bir gemi taşımacılığı var. Peki tüm bunlar ne anlama geliyor? Her şeyden önce, Amazon nehri öyle bildiğimiz gibi bir nehir görüntüsünde değil. Belki bir göl; hatta deniz? “Amazon” deyince, denize döküldüğü nokta 1500’lerde keşfedildiği halde kaynaklarına ancak 1940’larda ulaşılabilmiş ve iki kıyısı hiçbir noktada tek bir köprüyle birleştirilememiş bir nehirden bahsediyoruz. Yöredeki birçok hatırı sayılır büyüklükte ırmağın sularının bir araya gelmesinden oluşuyor ve son noktada iki ayrı ana kolun birleşmesiyle söz konusu olan görkemli boyutuna ulaşıyor; Colombia’dan gelen Rio Negro ve Peru’dan gelen ve ismi Brezilya topraklarına girer girmez değişip Solimoes olan nehir. “Suların Buluşması” adı verilen noktada (ki bu Amazon’un en büyük kenti olan Manaus’un açıklarına rastlıyor) bu iki ana kol birleşiyorlar ve on kilometreye yakın suları birbirine karışmadan yan yana akıyorlar. Renkleri birbirinden çok farklı olduğu için de bu olay çok net bir şekilde izlenebiliyor. Rio Negro’nun kızıl kara rengi, Solimoes nehrinin çamur rengiyle yan yana, tıpkı dikkatle boyanmış bir resimde birbirine karışmadan kuruyan suluboya renkleri gibi net bir ayırım çizgisinde gürül gürül akıyor. Bu ilginç doğa olayının nedenleri tam da bilinmemekle beraber bazı mantıklı bilimsel açıklamalar var. Bir kere, nehir sularının kimyasal bileşimlerinde tabanlarının farklı yapılarda olmasından kaynaklanan bir farklılık var; Rio Negro volkanik bir zeminde akarken Solimoes’in tabanı çok daha yumuşak bir topraktan oluşuyor. Bu yüzden nehirlerin yoğunlukları, içlerinde taşıdıkları mineraller ve sularının asit dereceleri de farklı. Bir de üstelik akış hızları ve ısıları da aynı olmadığı için birbirlerine akıp karışmaları zaman alıyor.
Ben kendi hesabıma bu teknik detayları bir yana bırakıp beni şaşkınlıktan mutluluğa, keyiften heyecana gönderip duran doğa güzelliklerinin tadını yeterince çıkartmaya bakıyorum ve Brezilya gezimin bu bölümünde Amazon nehri üzerinde çeşitli noktalara gidip yerel hayata dair farklı deneyimler yaşıyorum. Bir kere ormana ayak bastığım an beni cırtlak sesiyle “hallo!” diye bağırarak karşılayan kırmızı/yeşil Amazon papağanı Laura ile arkadaşlığımı sürdürüyorum. Laura ünlü çizgi film “Rio”nun kahramanı Blu’nun cinsinden. Amazondaki konukluğum boyunca beni hiç yalnız bırakmıyor. Sabahları kapımı açınca onu verandamda buluyorum, örneğin. Kahvaltıya giderken omzumun üstünde uçarak bana eşlik ediyor veya akşamüstü caipirinhamı yudumlarken karşımdaki ağacın dallarına oturup beni seyrediyor. Arada başkalarına da aynı yakınlığı gösterip bana ihanet ettiğinden kuşkulanıyorum ama sonra hemen bunu sorun yapıp keyfimizi kaçırmamaya karar veriyorum! Zaten insan canlısı bir yaratık ama kızdırmaya hiç gelmiyor; hemen ciyaklamaya başlıyor. Ben de arkadaşlığımız boyunca hep onun suyuna gidiyorum. Ne de olsa bana her bakımdan yabancı bir memlekette düşman kazanmamın alemi yok! Hem sonra onunla dostluğum sürdüğü sürece kendimi “Rio” filminde oynayan bir star gibi hissediyorum. Cayman kovalıyorum Amazonda sonra; tukan kuşlarını gözlüyorum, pirana avlıyorum. Yerlilerden, nehrin kıyısında yaşayan annelerin çocuklarını korkuttuğu kırmızı solungaçlı dev pirarucu balıklarının öyküsünü dinliyorum. Ve tabii bunların hiçbirisinin normal yaşantımda yeri olmadığı için durmadan hem çok mutlu olup hem de çok şaşırıyorum. Bazı günler bir koyda plaj sefası yapıyorum; bazı geceler sadece küreklerin şıpırtısının ve ormanın gece seslerinin duyulduğu nehir gezilerine çıkıyorum. Sonra bir gün yakındaki bir koya, kızıl siyah suda pembe yunuslarla yüzmeye gidiyorum. Aslında klişe olacak ama her şey bir rüya gibi... Saçlarımda tüm kaygılarımı uçurup yok eden bir rüzgar, bir sürat teknesiyle Amazon nehrinin üzerindeki bir yüzen evde yenilen öğlen yemeğinden dönüyorum; sofrada sadece bu nehirde yaşayan balıklar ve hayat köşedeki büfeden tost almaya gitmişim kadar doğal ve kolay! Etrafımda çepeçevre yağmur ormanları; uzakta bir yerlerde, içinde hayatta gördüğüm en beklenmedik güzelliklerden birisini barındıran bir minik kentin, Manaus’un, antrasit siyahı gün batımına bulaşmış olan silueti... Güneşin batması çok uzun sürüyor buralarda ve gökyüzü hiç kararmıyor; sadece beyaz bulutların yerini koyu renkli olanlar alıyor; fon biraz koyulaşıyor ve gök uzun süre üzerine bu antrasit boyanın bulaştığı kızıl, turuncu, pembe ateş renklerinde bir fon olarak kalıyor… Şimdi, yani sonradan, bu kadar yakın bir zamanda bu kadar uzak bir mutluluğun bu kadar içinde olabildiğimi düşününce her şey gerçekdışı gibi geliyor. Sonra aklım beni dürtüyor; “gerçekten yakın zamanda mıydı?” Yoksa hem bugünün gerçekliğinde hem de ışık yılları kadar uzak bir zamanda mı? Gerçek bunlardan hangisi olura olsun, o gittiğim yerde gökyüzü öyle net ve açık, öyle tertemizdi ki bir bakışta bulutların değişik katmanlarını görmek mümkündü, bunu biliyorum. Kat kattı bulutlar; bazıları sabitti ama bazıları da onların altından akıp gidiyordu ayrı bir katman olarak. Ve tabii bu henüz hepsi kar beyazıyken, henüz gün batıp da hepsini birden koyu griye boyamadan önceydi.
Amazon nehrinin en güzel yanlarından birisi de üzerine yerleşmiş olan kolonyal kent Manaus bence. Çok fazla bir özelliği veya unutulmaz bir güzelliği olduğundan değil ama yeryüzünün böyle bir noktasında bu şekilde var olmayı sürdürmüş olduğu için. Aslında nehirden limana yaklaşırken sizi birçok modern binadan oluşan son derece tanıdık, kişiliksiz, Avrupai bir siluet karşılıyor çünkü günümüzde artık tipik bir liman ve endüstri kenti Manaus. Yani anlayacağınız, şehrin asıl keyfi içine girip tarihi bölgesini tanıdıktan sonra başlıyor. Ve de tabii birçok özelliği olan böyle bir kentin ortasında, bir kafede kahvenizi yudumlarken, bir parkta oynayan çocukları seyrederken veya bir kiliseyi gezerken, kısacası Avrupa’da herhangi bir kentte yaptığınız sıradan eylemleri kanıksamış bir şekilde tekrarlarken birden durup nerede olduğunuzu, dünyanın hangi noktasında, neyin ortasında, neyin yanıbaşında bu çok sıradan hareketleri yapmakta olduğunuzu hatırlamak bu keyfi en yoğun haline ulaştırıyor. Manaus bir zamanlar ismi “Amazon’un Kalbi” olacak kadar yeryüzünde başka hiçbir kente nasip olmayan zenginlikte bir bitki örtüsüne sahip. Ayrıca kente sadece nehir veya havayoluyla ulaşılabildiği için oldukça korunaklı bir konumda ve bu yüzden Brezilya’da yerli kabilelerin kültürel özelliklerinin en iyi korunduğu ve geleneklerinin en fazla sürdürüldüğü yerlerin başında geliyor. Kent 19. Yüzyılın sonlarında, o dönem Brezilya’da yaşanan “kauçuk patlaması”nın merkezi haline dönüşmüş. Ve kauçuk ağaçlarının tohumları ülkeden gizlice kaçırılıp Güneydoğu Asya’da da yetiştirilmeye başlayıncaya kadar yani Brezilya bu üretimde tekel olduğu sürece, inanılmayacak denli zengin olmuş. Öyle ki, “yatlar, atlar, katlar” gibi klişe zenginlik sembolleri Manaus için çocuk oyuncağı kalmış. Kentteki kauçuk zengini baronlar arasında atına su yerine şampanya içirenler veya evinde evcilleştirilmiş aslan besleyenler varmış mesela. Aynı dönemde Manaus kentinde jeneratörlerle üretilen elektrik mevcutmuş ve bu sözü edilen dönem, henüz Avrupa’nın pek çok ülkesindeki evlerde elektrik olmadığı bir dönemmiş. Yine bu zamanlarda yağmur ormanlarındaki vahşi yaşamın ortasında ilginç bir yaban çiçeği gibi ışıl ışıl açıp canlanan Manaus’ta birbirinden güzel binalar yapılmış. Kolonyal dönemden kalan bu ilginç binaların hepsi brik, pembe, turuncu rengarenk boyanmış ve pencerelerine sarı, su yeşili gibi renklerden çerçeveler yapılmış. Bazı binalar ise açık maviye boyanıp yüzeyleri beyaz rokoko süslemelerle kaplanmış.
Kısacası Manaus bugün, Paris’teki Les Halles’e öykünerek aynı modelde yapılmış ve günün her saati kalabalık Mercato Publico çarşısı, Temmuz’da Amazon çok yükselince suların altında kalan kıyı sokakları, minicik San Sebastian meydanının coşkusu, insanlarının tasasız ve telaşsız hali, güzelim kolonyal binaları, çarşıdaki capcanlı balık pazarı ve sebze hali ve ille de belle epoque stili opera binasıyla çok ilginç ve keyifli bir kent. Aslında bu opera binası insanın dünyanın bu noktasında görmeyi hayal edeceği en son şey ve Manaus kentini dünyanın en ilginç yerlerinden birisi yapan unsur. Ben opera severim… Ama Manaus’taki şaşırtıcı opera binasından etkilenmek, hem de çok etkilenmek için bence opera sever olmaya da gerek yok. 1896’da inşa edilen ve Teatro Amazonas ismini alan bu opera aslında tabii kauçuk zenginliğinin yöreye cezp ettiği Avrupalıların kente getirdiği kültürün ve sanat merakının bir meyvesi. Kentin “Tropikal Bölgenin Paris’i” lakabını almasını sağlayacak düzeye ulaşan zenginliği ve lüksü, buraya Avrupa’dan zenginlerin hücum etmesine neden olduğu için buna şaşamamak gerek. Şaşırtıcı olan binanın Avrupa’dan getirilen tuğlalar ile yapılıp Fransız camı ve İtalyan mermeri ile süslenmiş olması! Çünkü ne de olsa amazon’un göbeğindeyiz ve ne de olsa Avrupa’dan buraya temsil vermeye birçok grup geliyor ama mesela konuk tiyatro gruplarından birisinin kadrosunun tam yarısı Manaus’ta sarı hummadan ölebiliyor! Sonra mesela salonun kubbe biçimindeki güzelim tavanında Eiffel kulesinin taban görüntüsünden ilham alınarak yapılmış çok hoş bir resim var ve binanın parmaklıkları on dört karat altın ve avizeler Murano ama salon planında orkestraya yer kalmadığı için garibim müzisyenler üst galeride çalıyorlar! Böyle de komik bir yer. Her halükarda kauçuk patlaması ani olarak sona erince, kentin lüks yaşamı da başladığı gibi aniden bitmiş. Manaus Amazon’un yağmur ormanlarının ortasında kaderine terk edilip unutulmuş bir kente dönüşmüş ve mesela kente bundan sonra yıllarca elektrik verilememiş. Doğal olarak, Teatro Amazonas da perdelerini kapatmak zorunda kalmış; ta ki doksan yıl sonra tekrar restore edilip sanat yaşantısına dönene kadar… Ben bu salonda kendimi kah dinleyici olarak koltuklardan birinde kah sanatçı olarak sahnede hayal edip mutlu olurken, fark ediyorum ki Amazonun eşsiz doğasına duyduğum tüm hayranlığa rağmen kent yaşamının beni mutlu eden boyutları burada da aklımdan çıkmış değil.
İşte böyle... Anlattıklarım ve anlatamadıklarımla Brezilya gönlümün başköşesine yerleşmiş durumda. Bugünlerde bir yandan yeni yerlere doğru yeni yolculukların planını yaparken bir yandan da özlemle Brezilya’yı anımsıyorum. Söz bu güzelim ülkeye gelince, “anımsamak” kelimesi nedense yetersiz kalıyor. Orada gördüklerim ve yaşadıklarım her aklıma düştüğünde bir sambanın tınısı da içime düşünüyor nedense ve ben Brezilya macerasını hatırlamıyorum da tekrar yaşıyorum sanki. Nasıl anlatsam? Sanki iki boyutlu bir fotoğrafa bakmakla üç boyutlu bir görüntüyü görmek arasındaki fark gibi… Brezilya’ya gittiğimden beri ne zaman Astrud Gilberto Corcovado’yu söylemeye başlasa içim aynı anda hem hüzün hem mutluluk doluyor. Sanki memleket özlemine, nostaljiye benzer bir şey! Acaba keramet Portekizcenin anlamadan sevdiğim tınısında mı? Bilemiyorum… Ama bildiğim bir şey var; aklım hala Brezilya’da. Üstelik bunun daha Pantanal’i, İguasu Şelalesi, Peabiru Yolu var. Amazon daha fazla yıpranmadan ormanın derinliklerinde bir süre bir teknede yaşayıp nehrin gerçek hayatını daha yakından görmesi var sonra. Minik kolonyal kent Recife’de Karnaval’a katılıp Sao Louis’de raggae dinlemesi; ama en çok Ipanema’da güneşin batışını bir daha izlemesi var. Ben berrak bir havada Corcovado’dan körfezin eşsiz görüntüsünü İsa ile birlikte izlemek, Paraty’de tekrar tekne keyfi yapmak istiyorum. Sanırım, evet; ilk fırsatta geri gidiyorum Brezilya’ya ve Sao Paulo’da bohem sanatçı mahallesi Villa Madelena’daki tektekçilerden başlayıp bu keşfetmekte geciktiğim inanılmaz ülkenin henüz yaşamadığım boyutlarını tatmaya dalıyorum. Hem ne diyor Ary Barroso’nun zamanında çokça tartışmaya neden olmuş şarkısı? “Brazil! …. there`s one thing I`m certain of/return I will to old Brazil”. “Emin olduğum tek bir şey var/ben bu Brezilya’ya döneceğim!”
Güzin Yalın
Cazkolik.com / 02 Şubat 2016, Çarşamba
Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri...
01 Brazil / Pink Martini / "Sympathique" albümünden
02 Corcovado / Stan Getz & Joao and Astrud Gilberto / "Getz/Gilberto" albümünden
03 Bachiananas Brasilieras No5 / Joan Baez / "Joan Baez/5" albümünden
04 Copacabana / Barry Manilow / "Ultimate Manilow" albümünden
05 Elizete Cardoso / Manha da Carnabal / "Orfeu Negro 1959-2009 Celebracao" albümünden
06 Scaramouche III-Braziliera / Darius Milhaud / " Milhaud: Scaramouche / Villa-Lobos: Descobrimento Do Brasil" albümünden
07 Garato de Ipanema / Joao Gilberto, Astrud Gilberto / "A Garato de Ipanema" albümünden
08 One Night in Rio / Louie Austin / "One Night in Rio" albümünden
09 Azulao / Victoria de Los Angeles / "Brava Victoria!" albümünden
10 Desafinado / Joao Gilberto, Stan Getz / "Getz/Gilberto" albümünden
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Nazan Sürmeli
Güzin"ciğim nefis bir yazı çok beğendim Ben de bu kadar mükemmel olmasa da Nokta da her hafta çektiğim fotoğraffları paylaşmak amacıyla bir kaç laf ediyorum ama yazmak zor iş gerçekten sen de iyi becermişsin
Bu Yoruma Cevap Yazın »kemal taylan
Kalemine sağlık Güzincim, sevgiler
Bu Yoruma Cevap Yazın »