Değerli okurlarımız, dinlemeye başladığınız müziklerin listesini yazının en sonunda bulabilirsiniz. Müzikler tek bir liste halinde olup başından sonuna kesintisiz olarak devam etmektedir. Yorumlarınızı hemen üstteki ya da sayfanın en alt kısmındaki mavi butona basarak ekleyebilir, en yukarda bulunan sosyal ağ butonlarıyla sayfayı paylaşabilirsiniz.
Benim hemen her uzak seyahat öncesi yaşamaya alıştığım, bir türlü mantığını anlamasam da artık kanıksadığım bir durum vardır; insanlar o gittiğim yere neden gittiğimi sorarlar. Ben de, “Tanrı aşkına ne işin var orada? Yorulmuyor musun? Niye gidiyorsun mecbur değilsen bu kadar uzağa?” türünden sorulara, her zaman her yolculuk adresi için geçerli olan “farklı coğrafyaları keşfetme dürtüsü, başka yaşamlara dokunabilmenin sonsuz cazibesi” gibi cevaplar veririm. Bu cevaplar hep aynı tepkileri yaratır; bazı insanlar yaptığımı onaylayıp içtenlikle ilgilenirler ve kendileri de benzer bir gezinin hayalini kurmaya başlarlar, bazıları da bir tür anlaşılmaz “kaçıklıkla” karşı karşıya olduklarını düşünüp olgun ve sakin “Allah akıl fikir versin” anlamında gülümserler. Son yaptığım Endonezya gezisinde durum biraz farklı oldu ama; bu sefer o meşum soruları soran hemen herkesin gözlerinde, aldığı cevaptan kaynaklanan meraklı bir pırıltı gördüm. Çünkü Endonezya yolculuğuna çıkmadan önce oralara niye gittiğimi soranlara her zamanki klasik cevapların yanı sıra, öğrendiğim günden beri beni büyüleyen bir iki gerçeği de fısıldayıverdim: “Hani Rockafeller’in oğlunu Güneydoğu Asya’da bir adada yamyamlar yemişti ya, işte o ada Endonezya’da! Bir de, oradaki bazı köylerde hala animist topluluklar ölüler için birbirinden çarpıcı bir sürü ayin yapıyorlar. Bir de, dünyanın en büyük Budist tapınaklarından birisi orada ama neredeyse bin yıldır kullanılmıyor. Ve bir de, sanırım Endonezya’da bazı ücra yerlerde hala paraya gerek yok; bunun yerine mal takas ediliyor..."
Güzin Yalın
Başka Yerler, Başka Diyarlar... Başka Yerler, Başka Diyarlar... “Başka diyarların caz lezzeti…”
Aslında itiraf etmeliyim ki, bu söylediklerim bana oraya gitme kararı aldırtmış gerçekler olmalarına rağmen, benim bilgi dağarcığımdaki geçmişleri de çok kısa; Endonezya’ya gitmeye niyetlenmeden orası hakkında ben de fazla bir şey bilmiyordum. Doğrusu, daha önce hiç kafa yormamıştım bu ülke üzerine; bilgim genel kültür sınırlarını fazla aşmıyordu. Makassar, Jokjakarta, Rantepao ve Denpasar kentlerinin adlarını bile duymamıştım örneğin ve Bali’yi sadece “denizi, güneşi ve kumu” yüzünden anlamlı bir yer sanıyordum. Bu ülkenin pek çok yerinde, insanlığın sosyal tarihine dair antropoloji kitaplarında yer alan bazı anlatıların hala birebir yaşanmakta olduğunu bilmiyordum. Java benim için sadece 1. Dünya Savaşının casuslar mekanı, Jakarta o dönem yaşanmış ve mutlaka ayrılıkla sonuçlanmış mutsuz aşkların ve sigara dumanıyla boğulan barlarda savaş yüzünden mecburen adaya gelmiş askerlerin yüksek sesle yaptığı tartışmaların kentiydi. Filmlerden karelerin yani… Ve sonra tabii Ekvator ve tropik ülke yaşantısı; egzotik, romantik, erotik diye bildiğim ne varsa hepsinin kendiliğinden mevcut bulunduğu mekanlar. Çoğunluğu benim hayal dünyamdan, gerçeklerden birkaç boy büyük bir takım benzetmeler ve yöredeki ülkelerin neredeyse tümünün siyasi kaderi olan sömürgelik döneminden kalmış kolonyal esintiler. Tek katlı bambu çatılı evlerin önlerindeki tik ağacından verandalarda biteviye dönerek yapış yapış havayı serinletmeye çalışan vantilatörler; beyaz ketenden tiril pantolonlar giymiş beylere uzun terleyen bardaklarda egzotik akşamüstü kokteylleri sunan yerli uşaklar; bir yerlerde unutulmuş muz yapraklarından bir yelpaze; birazdan havadaki ağırlığı daha fazla taşıyamayıp kırılıverecekmiş gibi görünen, can sıkıntısından ölmek üzere Avrupalı sarışın hanımlar; belki bir kenarda içinde papağanlar olan bir kafes; uzaklarda, çok uzaklarda fillerin ürkütücü ayak sesleri. Nedense, biraz da gerçek yaşamdan bir kaç boy büyük “Indiana Jones”vari yağmur ormanı maceraları; sanki yakından tanıdığım, bir süredir kader birliği ettiğim birileri bir gün birden evlerinin bahçesinden ormana doğru yürüyüp bir daha hiç geri dönmemek üzere bir bilinmezde kaybolup gidecekmiş gibi… Yani gerçek yaşama dair sosyal, siyasal ve ekonomik somut veriler değil, “egzotik” kelimesiyle tek bir şablona sığdırılan çarpıcı imgelerdi Endonezya ile ilgili aklımın bir ucundakiler. Oraya gitmeye karar verene kadar...
Evet, Endonezya... Yani o müphem Uzakdoğu ülkesi. Daha doğrusu, kaba bir genelleme yaparak “Uzakdoğu” deyip geçtiğimiz ve aslında “Güneydoğu Asya” olan bölgenin bir parçası. Hani sık sık Malezya ile karıştırdığımız ve hatta ikisini de aynı ülkeye ait adalar zannettiğimiz... Evet, Endonezya bir adalar ülkesi; dünyanın en büyük Müslüman ülkesi; Ekvator yakınlarında tropikal bir ülke… Başka? Evet, biz batıdakilerin “sarı tenli” dediği ırktan insanlar yaşıyor orada. Başka? Ve evet deprem kuşağında ve adı haberlerde en çok tsunami olduğu zaman duyuluyor. Peki, başka? Mesela Endonezya’nın Ekvatorun sekizde biri uzunluğunda bir hat üzerine yayılmış toplam on yedi bin beş yüzün üzerinde adadan oluştuğunu ve bunların sadece altı bininde yerleşik yaşam olduğunu biliyor musunuz? Veya dünyanın yüzölçümü en büyük ülkelerinden birisi olduğunu? İnsanlarının pek de öyle zannettiğiniz kadar “çekik gözlü” olmadığını ve Hintlilere benzer koyu bir ten rengine sahip olduklarını? Büyük olasılıkla, Endonezya’nın iki yüz elli milyonu bulan nüfusundan da doğal olarak haberiniz yoktur benim gibi; alfabesi nasıldır, yüzyıllarca hangi istilacı Avrupa ülkesinin sömürgesi olmuştur, trafiği sağdan mı soldan mı ilerler; bunları da bilmezsiniz. Hele hele Endonezyalıların nasıl bir dil konuştuğu hakkında herhalde hiçbir fikriniz bulunmaz… Tüm bu “bilmemeler” de son derece doğaldır çünkü aslında doğrudan hiç bir ilişkiniz olmayan bir ülke hakkında bütün bu detayları neden bilesiniz ki?
Oysa bu detayların tümü belki de dünyada en fazla Endonezya’da ilginçtir. Ben de ancak gidince gördüm ki, Endonezya hayalimde yaşayanların hepsi ve çok daha fazlasıdır. Endonezya’da yalnız kent ve köylerdeki renkli yaşantı değil, doğa da gerçekten tüm beklentilerin ötesinde nefes kesicidir. Oradaki ormanlar, benim gibi tercihini hep kentlerden yana kullanan birisini bile büyülemeye muktedirdirler mesela. Benzerini belki ancak Karadeniz’in yarı vahşi bitki örtüsünde görebileceğiniz türden bir acı yeşil içerisinden yürüyerek zümrüt rengi taraçalardan oluşan pirinç tarlalarına ulaşabilirsiniz; sonrasında yine sık ormanlar... Bu ormanlar tanımadığınız ağaçlardan oluşur desem anlatmak istediğimi ifade etmekten çok uzak kalacak sözlerim. Ama ormanlar çok yoğun, çok derin, çok muhteşemdirler Endonezya’da. Kahve ve kakao ağaçları, envai çeşit ulu palmiyeler, bambu kümeleri ve yeryüzünün en ilginç bitkilerinden birisi olan kutsal banyan ağaçları başınızı döndürdüğü anda gözünüz, bizim buralarda minicik bir boyunu saksılarda yetiştirmek için debelendiğimiz bitkilerin azman hale gelmiş yabani versiyonlarına takılabilir ve ben hayatımda hiçbir yerde bu kadar güzel, bu kadar değişik ve böyle rengarenk çiçeği bir arada görmemişimdir. Endonezya’da ormanlar ve bitki örtüsü o denli çarpıcıdır ki, üç boyutlu demek yetmez; sanki daha çok boyutlu gibidirler. Buna karşılık kentlerin çoğu alabildiğine basit, renksiz ve yalınkat görünür insana; belki de doğanın ihtişamı ile kıyaslandığında öyle gelir… Bir iki tanesi hariç, şehirler bizim alışkın olduğumuz gibi ucu bucağı görünmeyen derinlikler değildir sanki. İçinden geçtiği kentlerin hemen arkası hiç bozulmamış ormanlar olduğu için, o kentlerin sanki sadece yemyeşil doğanın dekor türünden birer ön yüzü olduğu yanılsamasını yaşar insan. Orada gerçek olan ormanlardır yani, kentler değil.
Ben bu ilk seferde Endonezya’nın binlerce adasından sadece üçüne gidebileceğim; Java, Sulawesi ve Bali. Ve eminim döndüğümde kalanlardan mümkün olduğu kadarını daha mutlaka görmek istiyor olacağım; özellikle de Borneo, Sumatra, Timor, Papua gibi hayallerime yakın olanları. Ekvatorun hemen altında olacağımı bilmek bana her zamanki gibi büyük heyecan veriyor. Buralara ilk gelişimi hatırlıyorum; böyle bir şeyin var olmadığını bile bile gözle görülür bir ekvator çizgisiyle karşılaşmayı beklemiştim galiba... Bu sefer ilk durağım olan Java, tüm Endonezya adalarının sadece idari değil, kültürel açıdan da merkezi olarak kabul ediliyor. Yüz otuz milyon kişilik nüfusu ile dünyanın en kalabalık adası. Biz Java adını en çok kahvesiyle birlikte duyuyoruz; kahve içsek de içmesek de hepimiz “Java kahvesi”ni biliyoruz. Batılı gezginlerin yazdığı pek çok yazıda “Uzakdoğu” diye geçen yer aslında Java olduğu için, oraların kültürüne ve doğasına özgü diye okuduklarımızın çoğu da Java’ya ait özellikler. Ayrıca bir hatırlatma: İki milyon yıl önce yaşamış olan ilk “homo erectus” bir “Java Adamı”.
Java’nın başkenti Jakarta, 1945’de Endonezya’nın sömürge yönetiminden kurtulup özgürlüğüne kavuşması ilk olarak burada ilan edildiğinden beri, ülkenin de başkenti. Aslında Endonezya’nın “başkent”inden bahsetmek biraz tuhaf çünkü bu ülke, sömürgen belasından kurtulabilmek için mecburen oluşmuş epeyce yapay bir ülke ve Jakarta da onun sadece idari başkenti. Yoksa kültürel olarak böyle bir birlik ve o birliğin merkezinden bahsetmek çok zor; neredeyse her ada ayrı bir dünya. Zaten tüm adaların, bazıları Jakarta’dan çok daha gelişmiş olan kendi “başkent”leri var. Jakarta’da kaldığım sürece, nerede olduğumu her düşündüğümde şaşkın bir mutluluk yaşıyorum. Bu duygu Jakarta kentinin özelliklerinden ziyade bulunduğum noktanın büyüsünden kaynaklanıyor. Yoksa aslında Jakarta “yok hükmünde” bile diyebilirim çünkü Sukarno ülkenin bağımsızlığını ilan eder etmez, üç yüz elli yıl süren kolonyal dönemden kalmış Hollanda esintili her şeyi buldozerle yerle bir etmiş. Kent sömürge döneminin de merkezi olduğu ve büyük ölçüde Hollandalılar tarafından şekillendirildiği için, bu yıkım Jakarta’nın kimliğini oluşturan hemen her şeyin yok edilmesi anlamına gelmiş. Bugün o dönemden geriye sadece ismini Jakarta’nın kolonyal dönemden önce ait olduğu Sunda Krallığından alan Sundaklapa yani eski liman bölgesi ve limanla birlikte kentin tarihi bölümünü oluşturan Fetaillah Meydanı kalmış. Günümüzde Fetaillah meydanında sadece birkaç tane kolonyal mimariyle yapılmış bina var; bunlardan bir tanesinin içinde de ünlü Cafe Batavia yer alıyor. Buradan içeri adımınızı atar atmaz, görmeyi umut edip de Jakarta’da bulamadığınız için hayal kırıklığına uğradığınız pek çok şeye kavuşuyorsunuz; insanı hemen saran kolonyal esintili bir mekan. “Batavia” aslında Fetaillah Meydanının da eski ismi. Hollandalılar, bu kenti Amsterdam’a benzetmeye niyetlenmişler ve Amsterdam’ı ilk kuranlar Batavia yerlileri olduğu için hem burada yeni kurdukları kente, hem de onun ana meydanına bu ismi vermişler.
Java adasında mutlaka görülmesi gereken ikinci adres Jokjakarta’yı ve yakınlarındaki biri Budist, diğeri Hindu iki muhteşem tapınağı, yani Borobudur ile Prambranan’ı da gezip ülkenin tam ortasına, ikinci durağım olan Sulawesi Adası’na doğru yola çıkıyorum. Bu ismini bile büyük olasılıkla duymamış olduğunuz, üzerinde farklı iki yüz yetmiş dil konuşulan yerde, hayatımın en ilginç deneyimlerinden birisini yaşayacağım ama ne yalan söyleyeyim bu aşamada göreceklerimin ilginçlik boyutunu ben de henüz kavramış değilim; bu ülkede gerçekler hayalleri aşıyor zira. Yolum, Sulawesi’deki dağların tepesinde bulunan Hıristiyan bölgesi Toraja’ya. Macera, dünyanın bu yöresinde hemen her zaman olduğu gibi, yolculuğun kendisiyle başlıyor. Alt tarafı üç yüz küsur metre yüksekliğe tırmanmak için kat etmek zorunda olduğumuz üç yüz otuz beş kilometreyi, yol boyunca türlü çeşit zorluklar yaşayarak tam on üç buçuk saatte nihayet tamamlıyoruz. Aslında bu “yol boyunca” sözü de lafın gelişi çünkü gerçekte pek öyle bildiğimiz gibi şehirlerarası bir yol falan yok! Ancak belirli bir boyda vasıtaların geçebildiği güzergahta, tahmin edebileceğiniz gibi hiç bir trafik kuralı geçerli değil. Ama asıl heyecan tepeye doğru yaklaşınca başlıyor. Yolun iki kıyısındaki ormanların ardında, ağaçların tepesinde kayıkla gemi arası bir şeylerin toplu halde durduğunu görüp gözlerimi kırpıştırıyorum. Ormanın ortasında, ağaçların üzerinden giden gemiler? Görüntü aynen böyle; bir göz yanılgısı söz konusu değil ama gördüklerim kayık filoları da değil, ormanın içinde yeşillikler arasında kaybolmuş köyler. Bu görüntüyü oluşturan, Toraja’nın geleneksel evleri. Toraja evlerinin mimarisi çok ilginç çünkü su baskınlarından korunmak amacıyla kazıklar üzerinde inşa edilmiş bu tahta evlerin damları kayık biçiminde! Torajalılar, güney Çin’den, Han hanedanının zulmünden kaçıp buraya gelmek için kayıklarını kullanmışlar. Kıyıya ilk ulaştıklarında da, evleri olmadığı için, bu kayıkları ters çevirip bir süre ev yerine onların altında yaşamışlar. Bu durum, nereden ve nasıl geldiklerini çocuklarına unutturmama isteğiyle de birleşince ortaya dünyanın en ilginç mimari tarzlarından birisi çıkmış. “Tonkonang” denilen bu evler, hemen her köyde yüzleri kuzeye dönük olarak yan yana diziliyorlar ve her birinin karşısında tıpatıp aynı biçimde ama birkaç boy daha küçük yapılar olan “alaung”lar bulunuyor. Bu ikinci yapılar, pirinç deposu olarak kullanılıyor. Evlerin üzerleri mutlaka geleneksel Toraja motifleriyle süslü oluyor. Bu desenler Torajalıların evreni algılama biçimini gösteriyor ve genellikle adaletin sembolü olan horoz resimleri ve zıtlıkların uyumunu sembolize eden güneş/ay ve gece / gündüz gibi ikili motifler içeriyor. Ayrıca her evin önünde içinde yaşayan aileyi kuran atalar için dikilmiş ve üzerinde sahibinin maddi gücüyle orantılı olarak artan sayıda bizon boynuzu asılı olan bir tahta sütun bulunuyor. Bu önemli bir nokta çünkü Torjalıların, resmi dinleri Hıristiyanlığa ve bunun gereği olarak her köyde mevcut bulunan kiliselere rağmen sürdürdükleri animist yaşam biçiminin sembolü bizonlar. Bizonlar Torajalılar için hem bu dünyadaki gücü ve zenginliği hem de öte dünyada ruhun bir an evvel menziline ulaşıp özgürlüğe kavuşmasını temsil ediyorlar.
Toraja halkı, ülkenin genelinde geçerli olan Müslümanlığı animizmden sonra çok zor uygulanacak kadar katı kurallı bulduğu için, daha kolay alışacaklarını düşündükleri Hıristiyanlığı seçmiş. Ama Hıristiyanlık da aslında misyonerlerin baskısından kurtulmak için zorunlu olarak “seçmiş gibi yaptıkları” bir din olduğu için hala kendi animist inançlarını ve bu inanca ait gelenekleri sürdürüyorlar. Bu geleneklerin en çarpıcıları ise, ölümle ilgili olanlar. Torajalılar ölümle son derece barışık olarak yaşıyorlar. Hıristiyanlığın tüm yasaklarına rağmen, onları öyle hemen gömmüyorlar; bir tür mumyalama ile çürüyüp kokmayacak hale getirip bir süre daha evlerinde ölüleriyle birlikte yaşamaya devam ediyorlar. Bu yöntemle içleri boşaltılan bedenlerin dış görüntüleri hiç bozulmadığı için, ölüler yaşamdaki gibi giydirilip evin bir köşesine, genellikle de karıkocanın yatak odasına oturtuluyor. Son yıllarda Hıristiyanlığın da etkisiyle bazı zengin köylerde artık herkesin ölüsünün kendi evinde durması yerine, tüm köyün ölülerinin bir arada bir “ölü evi”nde durması yöntemi uygulanıyor. Bu ölüler bekletiliyor çünkü ölenin ruhunun göklere yükselip huzurlu bir başka boyuta geçtiğine dair güçlü bir inanç var. Göğe yükselmelerini kolaylaştırmak ve öbür dünya ile bağlantılarını sağlamak üzere de elleri kucaklarında ve avuçları gökyüzüne açık biçimde oturtuluyorlar. Mesele bu geçişi gerçekleştirmek için ölenlere yardımcı olmak. Bunun için yapılması şart olan cenaze töreninin bel kemiğini de bizonlar oluşturuyor. Öbür dünyada uzun bir yol kat etmek, dağlar ve vadiler aşmak gerektiğinden güçlü bir taşıyıcıya ihtiyaç var. Torajalılar bu iş için bildikleri en güçlü hayvan olan bizondan medet umuyorlar. Aslında yakın zamana kadar var olan kafatası avcılığının temel nedeni de bu. Öldürdükleri insanları kafataslarını cenaze törenindeki ayinlerde kullanmak için öldürüyorlar. Üstelik bu ölülerin, tıpkı bizonlar gibi öbür dünyada ölünün kölesi olarak da işe yarayacağına inanıyorlar. Kafatası avcısı olmanın hiçbir kötü niyet taşımayan, son derece masum nedenleri var anlayacağınız! İnsanlar böylece, öldükten ancak ortalama iki üç yıl sonra aileleri yeterli sayıda kurban edilecek bizonu bir araya getirebildiğinde, günler süren çok ilginç cenaze törenleriyle gömülüyorlar. Bir bizonun maliyeti iki bin ila üç bin beş yüz dolar arasında değiştiği için yeterli sayıda bizon öyle herkes tarafından hemen kolayca tedarik edilemiyor. Nihayet yeterli miktara ulaşıldığında ölenin oğulları artık cenaze töreni vaktinin geldiğine karar veriyor ve bunu tüm köye ilan ediyor. Aslında bu bizon sayısı meselesi sadece öbür dünya ve ölenin ruh huzuruyla da ilgili değil bence çünkü kesilen bizonların toplam miktarı ailenin köy nezdindeki prestijini etkiliyor ve evlatlar mirastan kestikleri bizon sayısı oranında pay alıyorlar.
Bu cenaze törenleri başlı başına bir kültür gösterisi ve de açıkçası Sulawesi adasına gitmemin asıl sebebi oldukları için, “ya birisine rastlayamazsam?” diye bir kaygım var başlangıçta. Bu yüzden, Liatu köyünün ileri gelenlerinden birisinin cenazesine denk geldiğimi öğrenince duyduğum sevinçten, doğrusu ancak günler sonra hatırlayınca biraz utanıyorum! Ne de olsa, “yaşasın cenaze var!” çok doğal bir tepki değil ama öte yandan da, Toraja’da ölüm öyle korkulası sevimsiz bir şey değil. Çok haksız değilim yani; orada düğün töreni veya doğum günü kutlaması diye bir şey olmadığını ve en büyük şenliğin cenaze törenleri olduğunu düşünecek olursak… Zaten bu ilginç adetleri yüzünden, ölüm Torajalılar için bir üzüntü kaynağı da değil. Birisi öldüğünde, ölenin yakınları nasılsa gömülüp gitmeyeceği ve bedenen onlarla yaşamaya devam edeceği için, sonunda ölü nihayet gömüldüğünde de zaten en az iki yıldır ölmüş olmasına alıştıkları için fazla üzülmüyorlar!
Sonuçta katıldığımız cenaze töreni gerçekten beklentilerime değecek kadar ilginç bir şekilde gerçekleşiyor. Her ne kadar megalit benzeri taşlara bağlı biçimde ortada teşhir edilip sıraları geldikçe herkesin gözünün önünde resmen hunharca boğazlanan bizonlara bakmaya gönlüm razı olmasa da, törenin diğer boyutları ömür boyu unutamayacağım görüntüler arasına katılıyor. Tören için özel olarak hazırlanmış geniş bir alanda cenaze sahibi tarafından karşılanıyoruz. Bizim diğer konuklardan farklarımız var ama; hem çok uzaktan geldik, hem de taziye amacıyla çok makbul bir şey getirdik: karton karton sigaralar. Bu yüzden bir anda törenin onur konukları durumuna geçiyoruz. Geleneksel giysiler içerisindeki, ağır makyajlı genç kızlar, havadaki şenlik duygusuna uygun biçimde sürekli gülümseyerek bizi başköşeye oturtup hemen ikramda bulunuyorlar. Aslında bu kısım bizim geleneklerimize çok benziyor çünkü az ötede kurulu olan seyyar açık mutfakta sürekli, konukları ağırlamak için kazanlar dolusu yemek pişiyor. Böylece, kesilen o kadar bizonun etlerinin hiç değilse bir kısmının nereye gittiğini de anlamış oluyorum. Yerime yerleşir yerleşmez, her şeyden önce orada iki kişinin cenaze töreninin bir arada yapıldığını anlayıp şaşırıyorum. Bir yıl arayla ölen bir ana oğul, nihayet “ölü evi”ndeki iki ve üç yıllık beklemelerinin ardından, törenle öbür dünyadaki ebedi yaşamlarına uğurlanacaklar. Ölen kişi köyün ileri gelenlerinden olduğu için tam altmış adet bizon, bir o kadar da gri renkli iri domuzlardan kurban edileceğini ve bu törenin toplam on gün süreceğini öğreniyorum! Töreni yöneten yaşlılar heyeti uygun zaman olduğunu işaret edince, alanın ortasında bağlı duran bizonlardan bir veya iki tanesi hemen oracıkta kesilip yüzülüyor, kimlerin armağanı olduğu anons ediliyor ve ardından bir sonraki kesim arasına kadar bir süre daha yiyip içmeler, sohbetler devam ediyor.
Cenaze töreni on gün kadar aynı minval üzerine sürecek. Bizim izin isteme vaktimiz geliyor yavaş yavaş. Tören alanının karşısındaki kiliseye gözüm takılınca, bu dünyanın en terbiyeli ve en misafirperver insanlarıyla vedalaşmadan önce dayanamayıp soruyorum; “siz şimdi Hıristiyansınız aslında, değil mi?” Cenaze sahibi beni günün anlam ve önemine yakışan bir kahkahayla ve gözlerinin içi gülerek yanıtlıyor;”evet, tabii!” Ve kolumdan tutup alanın arka tarafından gelen ritmik bir sese doğru götürüyor. Burada köyün siyahlar giymiş kadınlarından on-on beş tanesi küçük bir kayık boyunda içi boşaltılmış bir ağaç kütüğünü yere yatırmışlar, ellerindeki uzun kalın sopaları hep birlikte ve belirli bir tempoda bu ağaç teknenin içerisine vurarak, duyduğumuz gong sesine benzeyen o ritmik sesi çıkartıyorlar. Yüzlerinde dünyanın en ciddi ve hüzünlü ifadesi; omuzları biraz çökük. Ev sahibimin yüzüne soru dolu bir bakış atıyorum. Bana huzurla gülümseyerek cevap veriyor: “Ölülerimizin ruhlarının öbür dünyaya kabul edilmesini desteklemek için ritim tutuyorlar. Bu işi önümüzdeki dokuz gün boyunca sürdürecekler. Zaman zaman onlara ölüleri anlatan şarkı ve danslar da eşlik edecek.” Anlaşılan kurcalamanın alemi yok; biraz önce sorduğum sorunun zaten baştan beri bildiğim yanıtı herkes için açık...
Artık gitme zamanı çünkü dağlara doğru çıkmayı sürdürüp farklı özellikleriyle mutlaka görülüp yaşanması gereken başka Toraja köylerini ziyaret edeceğim. Doğrusunu isterseniz, bu köylere ne görmeye gittiğim belli; bir takım değişik mezarları ve farklı mezarlıkları görmeye gidiyorum ama bunu baştan bu denli açık itiraf edersem, aklımdan şüphe etmenizden korkuyorum. İlk durağımız, ormanlar arasındaki bir vadide yer alan Lemo köyünün mezarlığı. Bu yöre aslında tamamen kayalık, bu yüzden tarım yapmak da çok zor, geniş alanlara yayılmış bir yaşam sürmek de. Yukarıdan ağaçların arasında kaybolmuş gibi görünen kayaların yanına indiğimizde, hayatımda rastladığım en garip görüntülerden birisiyle karşılaşıyorum. Kayaların üzerinde yapılmış olan balkonlardan bir sürü insan hiç kıpırdamadan sabit gözlerle bize bakıyor! Doğrusu, ilk anda çok irkiltici… Şaşkın ve ürkek adımlarla ilerleyip kayalara yaklaşınca, önce kayaların üzerindeki delikleri görüyorum, sonra da kıpırdamadan bana bakanların, gerçeklerinden ayırt edilemeyecek kadar güzel yapılmış ve gerekli tüm detaylarla donatılmış insan boyunda tahta kuklalar olduğunu. Gördüğümüz delikler, kaya mezarları; bu kuklalar da animist inancın gereği her mezara mutlaka konan ve içeride yatan ölüyü temsil eden kuklalar. Aslında Endonezya kültüründe kukla oynatmanın ne denli önemli bir yeri olduğunu düşününce gördüğünüzü yadırgamaktan vazgeçiyorsunuz ama mezarlıkta size boş gözlerle bakan onlarca giyimli kuşamlı insanla karşılaşmak beklenmedik bir şey; kukla olsalar bile. İnsana öte dünyaya geçmiş olduğu izlenimini verip ayağının altındaki toprağı hafifçe kaydırıyor bu durum. Bu tabii ilk etki; sonradan düşünüp bildiklerimi birleştirince, bu elleri kucaklarında toplu halde göklere yükselmeyi bekleyen kocaman tahta bebeklere ve onların temsil ettiği insanlara sadece sempati duyuyorum. Hatta bundan sonra pek sık rastlayacağım mezarlık yakınlarındaki kukla yapımcıları, yörede en fazla ilgilendiğim insanlar oluyor; yaratılarına doğrusu olağanüstü bir sanat gözüyle bakıyorum. Kuklaların animist inançlar gereği yüzlerce yıldır tüm mezarlara yerleştirildiklerini ve asıl mesele ölenin bir suretini yeryüzünde kalmasını sağlamak olduğu için günümüzde yavaş yavaş yerlerini çerçeveli fotoğraflara bırakmakta olduklarını öğrendiğimde ise, İstanbul’un sevdiğim bir köşesi hoyrat bir elin etkisiyle şekil değiştirince yaşadığım acıya benzer bir iç sızısı hissediyorum. “İnşallah böyle bir değişim kalıcı olmaz, inşallah bu kuklalar dünya durdukça Toraja köylerindeki görünüşte Hıristiyan olan animist toplulukların mezarlarında yerlerini korurlar” diye pagan/İslam karışımı bir de dua ediyorum hatta! Çevre, ölülere getirilen armağanlarla ve kayalara yerleştirilmek yerine tepeden iplerle sarkıtılarak boşlukta bırakılmış olan tabutlardan dökülmüş kemiklerle dolu. Böylece, cenaze evine götürdüğümüz sigaraların neden o denli makbul olduğunu da anlamış oluyorum. Ben yalnızca sigara içmekten hoşlandıkları için zannetmiştim; oysa ölülere getirilen armağanların arasında da sigara baş köşede duruyor.
Hayalimde Lemo’nun tüm kuklalarıyla teker teker el sıkışıp vedalaştıktan sonra aklım ve gözüm ardımdan beni yüzlerce ölünün seyrettiği kayalık balkonlarda, yeni bir köye doğru yola çıkıyorum. Bir sonraki durak, mağara mezarlarının bulunduğu Londa köyü. Toraja’da arazi kıt ve kıymetli olduğu için geniş mezarlık alanları yok. Bu yüzden en mantıklı olanı yapıyorlar; ölülerini kayalara veya eğer çevrede varsa, Londa Köyündeki gibi mağaralara gömüyorlar. Cenaze geleneklerinden ötürü gömülme aşamasına kadar bedenden geriye sadece kurumuş kemikler kaldığı için de bir mezara onlarca, hatta yıllar içinde yüzlerce ölüyü gömebiliyorlar. Bu yüzden de böyle bir kayadan mezarlık alanında ne yana baksanız, kimisi yüzlerce yıllık olan tabutlar, değişik boylarda kemikler ve tiyatro aksesuarıymış gibi gerçek dışı gözüken tertemiz pırıl pırıl kafatasları görüyorsunuz. Burada da, kayalara uyulmuş küçük oyuklar yerine geniş mağaralar var mezar olarak ve de tabii genişliklerinden ötürü içlerinde çok daha fazla sayıda ölü var. Tamam, Toraja’da bir kişiye özel bir mezar görmeyi beklemekten vazgeçtim ama burada içine girdiğim mezarlardaki kafatası ve kemik bolluğu beni biraz şaşırtıyor. Ve de tuhaftır, yer altında bir mağarada yüzlerce kafatası ve tabutla bir arada bulunmaktan hiç rahatsız olmadığımı fark ediyorum birden! Bir yandan aklımda hep olası yarasalar, gözüme kestirdiğim bir toprak tabutun içindekiler için duvarın kenarına bir miktar sigara bırakıp ölülere daha fazla “alışmadan” buradan uzaklaşmak için kendimi dışarı atıyorum...
Artık ölülerle yan yana yaşamaya alıştım gerçi ama bir sonra gördüğüm mezarlar, bu alışmış halimle benim bile şaşıp kaldığım bir görüntü sergiliyor. Ormanlık alanda bir süre yürüdükten sonra yirmi metreden uzun, gövdelerinin çevresi iki metreye yaklaşan ağaçların olduğu bir yere ulaşıyoruz. Ağaçların uzun ve dalsız / yapraksız gövdeleri var; üzerlerinde, beş metre civarı yükseklikten itibaren küçük küçük kapılar. Bu kapıların mezar kapıları olduğunu öğreniyorum, artık şaşırmadan! Henüz toprağa basamadan ölen bebekler daha kolay melek olabilmeleri için, göğe yakın olan ulu ağaçlara gömülüyorlar. Embriyo pozisyonunda ağaç liflerine sarılan bedenler bu kovuklara yapraklarla desteklenerek yerleştiriliyor ve mezar kovuklarına yine doğal sazlardan kapılar yapılıyor. Merakımı yenemeyip sizin de aklınıza geldiğini tahmin ettiğim bir şeyi soruyorum; cevap acıklı: Hayır, bebekler için bizonlar, domuzlar falan kurban edilmiyor; onlara birer küçük tavuk yeterli! Kilise, ağaç çocuk mezarlarını yasaklamış tabii ama bunu pek kimsenin ciddiye aldığını söylemek zor, özellikle de doğru dürüst yolu bile olmayan ulaşılmaz dağ köylerinde…
Buralarda ne denli olumlu karşılanıp huzurla yaşanır olursa olsun, ben artık ölüm teması etrafında dolaşmaktan sıkıldım. Ölümü arkamda bırakıp Toraja’nın merkezi Rantepao’ya geri dönüyorum. Kısa süre sonra da, aklımda yazılı bir dilleri olmadığı için geçmişleri masallara karışan Torajalıların türlü çeşit çarpıcı geleneği ve gözümün önünde tanıdığım dünya tatlısı insanların gülümseyen yüzleriyle, yaşadığım en ilginç deneyimlerden birisine veda ediyorum. Şimdi artık şöyle gözlerimi kapatıp güzel şeylerin hayalini kurarak kafamı dinlemek istiyorum ve bunun için ideal bir adres olan Bali adasına doğru yola çıkıyorum. Başkent Denpasar’a uçup dünya entelektüellerinin kaçış adresi, Hinduizm’e ve meditasyona meraklı olanların uğrak noktası, bohem yaşantı aşıklarının meşhur mekanı Ubud kentine geçeceğim. Ve tabii, bir kez daha Endonezya’nın kültür zenginliğine ve farklı yaşamları içerisinde barındırma kapasitesine hayran olacağım... Çünkü Marmara Denizi büyüklüğündeki Bali adası, dünyada Hinduizm’in Hindistan dışında canlı tutulduğu tek yer ve Bali tarihi, özgürlüğünü kısıtlayan güçlere karşı yapılmış ilginç hareketlerle dolu. Bir kere 1900’lere kadar Bali’ye kimse dokunamamış. Sonunda 1904’de Hollandalılar buraya nihayet ulaşınca, yeryüzünde benzeri az görülmüş bir direnişle karşılaşmışlar. Balililer, Hollandalıların işgaline “puputan” yaparak karşılık vermişler. Puputan, Bali dilinde, “öleceğini bilerek, bunu göze alarak ama yok olmadan önce düşmana azami zarar vermeye kararlı olarak saldırmak” anlamına gelen bir terim; yani tabanca ve tüfeklere karşı geleneksel kamalarla (“kris”) ölesiye saldırı... Düşmanıyla eşit silahlara sahip olmayan, kötülük ve saldırganlık bilmeyen, işgale ve haksızlığa uğramış masum bir halkın yapabileceği en anlamlı şey. Hollandalılar sonunda ancak tüm kraliyet ailesini öldürdükten sonra Bali’yi ele geçirmişler ama karşılaştıkları direnişten ve uğradıkları kayıplardan da şaşkına dönmüşler. Nasıl buldunuz? Biz Batılıların bildiğini zannettiği tatil cennetinden ve fazla düşünmeden inandığı yüzeysel “sadece huzur ve romantik maceralarla dolu Bali” imgesinden oldukça uzak, değil mi? Balililer, kurtuluştan sonra Endonezya’nın birliği kurulurken, hem bağımsız olmak istedikleri hem de inandıkları tanrılarından vazgeçip tek tanrılı Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalmaktan korktukları için bu birliğe katılma konusunda da direnç göstermişler. O zamanlar Bali kendi halinde, dünyada fazla bilinmeyen bir adaymış ve birliğe katıldıktan sonra da özellikle din konusunda merkezi yönetimle sürtüşmesi epey bir süre devam etmiş. Ancak 1970’lerde, doğu felsefesine ve bohem yaşama meraklı olan yabancılar tarafından keşfedilip turistik bir ilgi merkezi haline geldikten sonra, adanın cazibesinin farklı bir yaşam olasılığı sunmasından kaynaklandığını anlayan yöneticiler tarafından kendi haline bırakılarak rahatça Hinduizmi yaşamasına izin verilmiş çünkü Bali bu haliyle, yani yeryüzünde egzotizm, sanat, doğa ve Hindu inançlarının karışımının en özgür şekilde yaşandığı yerlerden biri olarak, uluslararası turizm pazarı için çok iyi bir ürün ve dolayısıyla Endonezya için de çok iyi bir gelir kaynağı. Geçtiğimiz yıllarda İslami terör örgütleri tarafından adanın sahillerinde patlatılarak beş yüz kişinin ölümüne yol açan bomba, turizmin hemen hemen sıfır düzeyine inmesine neden olunca, bu durumun gerçekliği de bir kez daha anlaşılmış.
Oysa Bali, politik koşulları ne olursa olsun, dünyanın gerçekten cennet diye adlandırılacak köşelerinin başında geliyor. Gerçi insan dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, egzotik ve değişik kavramlara dair en ufak bir merakı ve ilgisi varsa, Bali mutlaka bir ara bir biçimde aklından geçmiştir ve bu yüzden de Endonezya’nın diğer bölgelerinden farklı olarak, çevremizde hemen herkesin Bali ile ilgili bir hayali vardır ama Bali’nin cazibesinin sadece fiziki özelliklerden kaynaklandığını düşünmek çok yanlış olur. Evet, adada doğa insanın aklını başından alacak kadar güzel. Yemyeşil pirinç tarlalarının arasında bisikletle dolaşmak ve toprak yollarda ormanların ardından görünen ulu Agong dağına bakarak yürüyüş yapmak gerçek mutluluklar ama doğrusu bizim gibi Akdeniz’den kalkıp giden birileri için dünyanın hiçbir yerindeki denizin çok fazla bir cazibesi zaten olamayacağı için, gitmeden önce önemli bulduğunuz “deniz, güneş, kum” gibi doğa klişeler adaya ayağınızı bastığınız anda değerini yitiriyor. Onların yerini, hala bozulmadan yaşamaya devam eden birbirinden ilginç gelenekler ve dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz günlük yaşam hoşlukları alıyor. Sahilde bir sürüsü aynı anda uçurulan kocaman kalyon biçiminde uçurtmalar gibi; nedense benzer diğer Uzakdoğu danslarından çok farklı bir enerjiye sahip olan geleneksel “barong” dansı gibi; insanları kötü ruhlardan korumak için mümkün olan her yere koyulan etekleri fırfırlı rengarenk şemsiyeler gibi… Ya da büyük küçük tüm tapınaklardaki tanrı heykellerini süsleyen ve yaşamdaki zıtlıkların uyumunun bir simgesi olarak “ying ve yang” kavramlarını temsil eden, piknik örtüleri benzeri siyah / beyaz kareli kumaşlar gibi… Bali’de turistik tüm özelliklere rağmen gelenekler ve onların yarattığı gerçeklik duygusu ölmemiş. Balililer hala ölülerini yakmak için uğurlu ve doğru olduğuna inandıkları “iyi” günleri bekliyorlar ve hala dolunay ve yeni ayın kutsallığına inanıyorlar. Bugün Bali’de hala geleneksel tıp yaygın olarak uygulanıyor; hala büyü yapmak yaşamın doğal bir parçası ve özellikle kara büyü sıklıkla uygulanan bir ritüel. Balililere göre, dağlar tanrıların; bu yüzden kendi yerleşim alanları hep düzlüklerde ve yine bu yüzden geleneklerinin bozulmasına neden olmasından korktukları için uzun süre direndikleri turizme nihayet razı olduklarından beri, otelleri de yalnızca düzlüklere yapıyorlar.
Endonezya bir kerede bitip tükenecek gibi değil; bunu artık çok daha iyi biliyorum. Bali’ye de mutlaka geri gelmeli ve kaldığım yerden eksik bıraktıklarımı yaşamalıyım. Örneğin, dünyanın en önemli Hindu tapınaklarından birisi olan Besakih tapınağını bir kez daha gezmeliyim ve Klungkung’daki ünlü adalet sarayı Kertagosa’nın yapıldığı dönem hakkında daha çok bilgi edinmeliyim. Bali’nin beni çok fena ilgilendiren ilk yerleşik insanları Baliaggalar’ın hiçbir dinleri ve hiçbir tanrıları olmadan yaşamayı nasıl başardıklarını biraz daha araştırmalıyım. Güzelim sanat kenti Ubud’un arka sokaklarında tembel tembel dolaşıp insanın kalbini yerinden oynatan güzellikteki evlerin ve onların bahçelerinde yer alan minicik tapınakların yakınında biraz daha zaman geçirmeliyim. Belki geleneksel el işçiliğinin eşsiz ürünlerinin sergilendiği bir galeriye de uğrarım ve sonra adada anlaşılmaz yumuşaklıkta bir huzura kavuşmuş olan ruhumu okyanusun dalgalarına yakın bir yerde biraz daha dinlendirmek için Bali’nin dillere destan güneş batışını bir kadeh “kaypirinha” eşliğinde izlemek üzere sahile, Jimbaran’a giderim.
Beklediğimin çok ötesinde etkilendiğim bu güzeller güzeli ülkeden içimde her zamankinden çok daha güçlü bir “geri gelme” isteğiyle ayrılacağım. Burayı artık iyi tanıyorum; güler yüzlü ve yardımsever insanlarını seviyorum. Orada kaldığım on beş gün içerisinde bu davranış biçiminin dışına çıkan tek bir kişiye bile rastlamadım. Aslında Güneydoğu Asya’nın tüm insanları nazik, ağırbaşlı ve iyi niyetli ama Endonezyalıların gözlerinde Kamboçyalılar gibi yerleşmiş bir korku veya Vietnamlılar gibi yıllarca sürmüş bir bıkkınlık yok; insanlar çok daha yumuşak ve huzurlu. Burasıyla ilgili başlangıçta sorduğum masum soruların cevaplarını biliyorum artık. Trafiğin soldan gittiğini, alfabenin Latin alfabesi olduğunu, Müslüman bir ülke olduğu halde kadınların sosyal yaşamda erkeklerle eşit haklara sahip olduğunu biliyorum. Bundan böyle, ortak bir iletişim imkanı olsun diye misyonerlerin çabasıyla “yaratılmış” olan Endonezya’nın resmi dili “bahasa Endonezya”yı nerede duysam tanırım ve sanırım Anglosakson dillerindeki kelimelerin Türkçe okunması gibi görünen “telepon umum” ve “bagasi bisnis” benzeri kelimeleriyle nerede karşılaşsam aynı iyimserlikle gülümserim. Her ne kadar hayatımda ilk defa bir ülkenin doğası beni kültüründen fazla etkilemiş olsa da, Endonezya’nın beni büyüleyen geleneklerini bundan böyle hiç unutmam. Mesela herhalde “wayang” denilen kukla sanatı ve bu sanatın yarattığı pek çok çeşit kukla aklımda en canlı kalan şeylerden olur. Endonezyalıların kuklalara ne kadar meraklı olduğunu, sahnede çoğu kez kuklalar insan yerine kullanılacağına insanların kukla rolü üstlendiğini herkese anlatırım. Eminim, buradan aldığım sepetleri ve güzelim dokumaları severek ve Endonezya’yı özleyerek kullanırım. Sonra, sadece vurmalı çalgılardan oluşan ve geleneksel kabile müziği yapan “gamelan” orkestralarını ve boylarından büyük “kris” hançerleriyle dünyanın en ciddi işini yapıyormuş gibi müzelerde nöbet tutan sıskacık bekçileri sık sık sempatiyle hatırlarım.
Doğrusu artık eve dönüşe hazır olduğumu sanıyorum çünkü alışkın olduğumdan çok yabancı bir iklim ve ortamda, bunca şaşırtıcı şey izleyerek on beş gün geçirmenin yoruculuğunu inkar etmek güç. Ama sonra dönüş yolunda, Jakarta havaalanında İstanbul’a gelmek için Singapur uçağını beklerken, birden hiç ummadığım, bugüne dek bu kadar kuvvetle hiç hissetmediğim bir duyguyla şaşırıyorum: Kulağıma çalınan anonslarda duyurulan “Garuda Endonezya Havayollarının” iç hat uçuşlarını sanki benim olan yaşamlara, benim ezelden beri hep bildiğim ve sevdiğim yerlere giden uçakları duyuruyormuş gibi algıladığımı fark ediyorum. Anlatılmaz bir “ait olma” ve birlik duygusu… Sanki aslında uzak bir seyahatten memleketime dönmüşüm de orada yolun eve kadarki son bölümünü tamamlamak için bekliyormuşum gibi. Anons edilen uçuşlardan birisine ait olmayı, o uçaklardan birisine binip Endonezya denilen, aslında “yok” gizemli ülkenin derinliklerinde bilmediğim bir noktaya doğru yola çıkmayı anlatılmaz bir özlemle yeniden istiyorum. Ve Endonezya’dan gitmek üzere olduğumu, hiç değilse şimdilik bu sözü geçen uçaklara binmeyeceğimi sanki o ana kadar bilmiyormuşum gibi, bu sefer içten içe sarsılarak yeniden fark ediyorum; gurbete gidiyormuşum gibi, sevdiklerimden bir süre uzak kalacakmışım gibi ve de ayırdına hiç varmadan çok benimsediğim bir yer beni birden dışlamış gibi bir elem kaplıyor içimi. Anlaşılması ve anlatılması çok zor, tüm makul ölçülere göre son derece mantıksız ama bir o kadar da gerçek bir daüssıla ile içim yanarak gözlerimin dolduğunu, kendimi öksüz gibi hissettiğimi fark ediyorum… Garuda Endonezya Havayollarının anonsu ile uçağa çağırılan ben olmadığım için galibe uzun süredir hiçbir şey için olmadığım kadar üzgünüm!
O zaman anlıyorum ki, bu gezi çok uzun süren bir bekleyişten sonra bir tür kavuşma olmuş benim için çünkü aslında benim Endonezya maceram çok zaman önce oraya gitmeyi daha hayal bile etmezken başlamış. Yıllar önce bir Sydney yolculuğunda, üzerinden uçmakta olduğumuz ışıltılı yerin Endonezya olduğunu öğrendiğimde birden kalbimin daha hızlı çarpmaya başladığını fark etmem, “Sumatra’yı yeni geçtik; aşağıdaki Borneo” diyen hostesin sesinin kulağımdan bunca yıldır hiç silinmemesi; altımızdaki ızgara gibi muntazam kocaman kente içerisinde o an yaşanmakta olanları hayal ederek parlak görüntüsü yok olana kadar sessizce bakıp kalmam o günden beri her aklıma gelişinde beni yeniden heyecanlandıran ve sonunda buralara kadar getiren duygular olmuş. İyi hatırlıyorum, Borneo adasının gece ışıklarından oluşan haritasını görmek bana o an bir imkansız öykünün gerçekleşmesi gibi gelmiş, içimi kaynatıp beni gönendirmişti. O gece hissettiğim kıvanç ve heyecanı bugüne dek hiç unutmadım. Uçuşun dönüşü olmayan noktasını geçmiştik ve binlerce metre altımdan kayıp giden coğrafyaya ve gitmekte olduğum yere ne kadar yabancı olduğumu reddedilmez bir biçimde tam o an hissettim nedense. Bu “dönüşü olmamak” uçuşta kullanılan teknik bir terim olmaktan çıktı, benim gittiğim bilinmedik tüm adresleri sembolize eden bir gerçek haline geldi bir anda. Sonunda o yolculuktan aklımda beni ürperten bir imge olarak üzerinden uçarken sadece ışıklarını gördüğüm Borneo kaldı; bu duygu Sydney ile hiç ilgisi olmasa da tüm seyahatin en çarpıcı bölümlerinden birisi oldu benim için. Masal diyarlarına ulaşmanın da olanaksız olmadığını, bir gün mutlaka oralara da ayak basacağımı özlemle ama aynı zamanda da tuhaf bir ürpertiyle düşündürttü; sonradan yaşam biçimim haline gelen gezilerin ilk adımı oldu sanki. İtiraf etmeliyim ki, bugün dünyanın pek çok yerini gezdikten ve yıllar sonra Endonezya’ya gidip bu rüya ülkesini çok daha iyi öğrendikten sonra da, o uçuşun sözü her geçişte içimde bu ürpertiyi hala duyuyorum.
Güzin Yalın
Cazkolik.com / 10 Ocak 2012, Salı
Güzin Yalın’ın Müzikleri... Güzin Yalın’ın Müzikleri...
“Caz aslında benzersiz bir lezzet değil mi?”
01 Cirque du Soleil / Vai Vedrai / "Alegria" albümünden
02 Pink Martini / Silent Night / "Joy To The World" albümünden
03 Klaus Zundel, Ralph Hamm, Marcus Staab / Yeha-Noha / "Sacred Spirit" single albümünden
04 Tayfun Erdem / Hayali Bir Prenses İçin Balad / "Bir Kelebeğin Rüyaları ve Dansları" albümünden
05 Hugh Laurie / St. James Infirmary / "Let Them Talk" albümünden"
06 Renata Tebaldi / O Mio Babbino Caro (Gianni Scihicci, Puccini) / "Operas, Arias and Duets" albümünden
07 Amy Winehouse / The Girl From Ipanema / "Lioness Hidden Treasures" albümünden
08 Yansımalar / Yaradılış / "Bab-ı Esrar" albümünden
09 Iggy Pop / In The Death Car / "Arizona Dream" isimli soundtrack albümünden
10 Kardeş Türküler / Mirkut / "Hemâvâz" albümünden
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Şenay Lüle
Teşekkürler Güzin.Aynı şeylere sevinip aynı şeylere üzülmüşüz. Çok gezip çok yazman dileği ile...
Bu Yoruma Cevap Yazın »neslihan zabcı
Güzinciğim, ruhuna sağlık. Nefis müzikler eşliğinde öyle güzel gezdirdin ki Endonezya"yı, hep gitmek istediğim ve hala gidemediğim bu bambaşka ülkeye artık gitmeye gerek kalmadı mı acaba... Tabii ki değil, tam tersi; artık gerçekten gidilmeli. (müziklerin listesini bulamadım yazının sonunda)
Bu Yoruma Cevap Yazın »Melih Anık
O kadar güzel anlatmışsın ki Endonezya"mın geldiğini hissettim. Ama önce "puputan" yapasım var!!
Bu Yoruma Cevap Yazın »Canan Tigrel
Sevgili arkadaşım. çok güzel anlatmışsın eline sağlık. bali yi görmüştüm ama senin anlatımından sonra tekrar görmediğim adalara da gitmeye karar verdim. sen fest lemi buralara gittin ? yoksa ferdimi? İlknur da bu turu yapıyor fest ile. sana da bana da bol geziler diliyorum.... sevgilerimle.
Bu Yoruma Cevap Yazın »Murat Barlas
O geziyi bir de senin kaleminden hatırlamak çok güzeldi, ellerine sağlık
Bu Yoruma Cevap Yazın »taha selçuk çigdem
ben endonozyadan bır kızla konusuyom nıyetımm cıddı orda şeriat varmı havalr sıcakmı iş imkanı bi ev alsak ne kadara alırız yada turklerı sevıyolarmı bılgılendırmenızı ıstıyorum
Bu Yoruma Cevap Yazın »taha selçuk çigdem
ben endonozyadan bır kızla konusuyom nıyetımm cıddı orda şeriat varmı havalr sıcakmı iş imkanı bi ev alsak ne kadara alırız yada turklerı sevıyolarmı bılgılendırmenızı ıstıyorum
Bu Yoruma Cevap Yazın »serkan harun yigit
endonozya deyince aklıma erkek nüfusunun hayli azlıgından dolayı türbanlı türbansız evli bekar kadınların kızların erotik foto ve videolarını çekip internete yollamaları geliyor malezya filipinler endonozya buralar erkeklerin iştahını kabartıyor kadınları oldukça serbest ve cüretkarlar ..
Bu Yoruma Cevap Yazın »Eylül Eylül
Nereden baksan 10 yıllık bir yazı. Şimdi ellerimin altında. Ucu Türkiye'ye dek gelmiş bucağı Endonezya'da. Endonezya... Gözlerimi kapatsam göreceğim şimdi tüm detaylarıyla. Kısıtlı zamanımda içeriğin tamamını okuyamasam da okuduğum kadarıyla yazınıza hayran kaldım. İlk başta okumayacaktım gerçi. Şöyle üstünkörü birkaç cümle yeterdi bana. Hacmini görünce vaktim yok ne katabilir ki bu bana demiştim. Ne güzel yanıldım. Umarım hala gönlünüzce geziyor biz genç nesillere böyle güzel yol haritaları çiziyorsunuzdur. Bolca sevgiler.
Bu Yoruma Cevap Yazın »