Sartre okur, Charlie Parker gibi çalarsınız, onun gibi şeyler

Sartre okur, Charlie Parker gibi çalarsınız, onun gibi şeyler

John Scofield son albümü "Piety Street"i Nisan başında yayınladı. Müzik dünyasında merakla beklenen albüm çıkar çıkmaz büyük ilgi gördü elbette. Cazkolik olarak Scofield’ın albümünü yeni çıkan bir albüm olarak anlatmak doğru olmazdı, kapsamlı ele almalıydık, kendisi ile yapılan söyleşilerin hepsini gözden geçirdik ve Stuart Nicholson tarafından yapılmış olan bu röportaj hem albümle ilgili hem de Scofield ile ilgili bir çok şeyi net ve ayrıntılı işliyordu, sevgili arkadaşımız, sitemizin okuru, cazseveri ve çevirmeni sevgili Fethi Aytuna bu kapsamlı görüşmeyi bizler için Türkçeleştirdi, artık "Piety Street" ile ilgili çok daha fazla bilgiye sahip olabiliriz.

 


 

John Scofield’in 2002 tarihli albümü "Überjam"da davulcu Adam Deitch’in 20 saniye süren rap performansında “Sco Miles için rock yaptı, o bu alanın en iyilerinden” diye bir bölüm var. Deitch’in bu sözleri kullanması oldukça anlamlı. 60’ların çocuğu olan Scofield; Jimi Hendrix, Eric Clapton, Jimmy Page ve B.B. King dinleyerek büyümüştü. Bu müzisyenlerin yanı sıra Charlie Christian, Herb Ellis, Barney Kessel, Jimmy Raney ve Wes Montgomery gibi klasik caz gitaristlerinin yaratıcılığına hayranlık duyuyordu.

 

Scofield çocukluk yıllarında Berry Gordy’nin Tamla/Motown plak şirketinin hayranıydı. Blues ve RB’ye bayılıyordu. Bebop çalıştığı zaman bile bu tarz çalan lise gruplarında çaldı. Scofield’ın RB’dan hoşlanması ilerde onun işine yaradı. 70’lerde davulcu Billy Cobham’ın caz-rock grubunda çalışma şansı buldu (bu grupta ayrıca Randy ve Michael Brecker vardı). 80’lerdeyse Miles Davis’in funk ağırlıklı grubunda çaldı. Bir çok kişiye göre Scofield’ın çaldığı albümler – bunlardan biri Decoy idi – Davis’in son döneminin en iyi albümleriydi.

 

Uzun yıllar Enja, Gramavision ve Blue Note şirketleriyle çalıştıktan sonra, Scofield 1996’da Verve için albüm yapmaya başladı. O tarihten beri ortalama olarak yılda bir albüm çıkardı. Bu albümler müzik açısından çeşitliliğe sahipti. “Quiet”ta akustik gitar öne çıkıyordu. Medeski, Martin ve Wood’la birlikte yaptığı “A Go Go”da kafa göz yararcasına bir jam topluluğunun çaldığı türden melodiler vardı. “Bump”da ikinci dalga funk üzerine arayışlar yer alıyordu. Son albümlerindeyse dosdoğru jam yıldızları (Works for Me), Ray Charles müziği (That’s What I Say: John Scofield Plays the Music of Ray Charles) ve İngiliz klasik müzik bestecisi Mark-Anthony Turnage ile ortak çalışmalar (Blood on the Floor ve Scorched) vardı. Scofield’ın rahat durmadığını söylemek yanlış olmaz. Müzik türleri arasında kolayca geçiş yaparken her birine kişisel damgasını vuruyor. Son albümü de bunun dışında kalmamış. “Piety Street”, gospel müziğine yapılan bir yolculuk gibi. Scofield’ın bizzat seçtiği, çoğunluğu New Orleans’lı müzisyenlerden oluşan grup albüme farklı bir müzikal lezzet katmış ve Scofield’ın daha önce denediklerinden oldukça değişik bir albüm ortaya çıkmış. Konuşmamıza bu son projenin ardında yatan esin kaynağıyla başladık.

 


 

John Scofield Piety Street albümünü anlatıyor

 

- Ray Charles’tan Piety Street’e geçmek büyük bir sıçrama gerektirmemiş. Bu proje üzerine kafa yormaya başladığınızda aklınızdan geçenleri söyler misiniz?

 

- Aslında blues tarzı bir gitar kaydı yapmak istedim. İlk düşüncem buydu. Ancak bir sürü blues topluluğu var  her köşede, her barda 12 ölçülü blues çalıyorlar. “Biraz bundan farklı olmamız gerek" diye düşündüm. Yıllar boyunca New Orleans’lı müzisyenlerle beraber bir albüm yapmak için New Orleans’a gitmeyi istedim,  “ne çalacağız?” diye düşündüm. Gospel müziğine hayran olduğumdan yıllar boyunca şarkılar, kayıtlar toplamıştım. Bunların iyi bir malzeme temeli oluşturacağını düşündüm. Böylece oraya gidip bir grup müzisyenle beraber çaldım ve bu insanların bu iş için çok iyi bir seçim olduğunu gördüm. Bu işi benimsemişlerdi, böylece albümü yaptık.

 

- Bu adamlarla nasıl bağlantı kurdunuz?

 

- Bir çoğunu yıllardan beri tanıyordum, çünkü orada çok çaldım. Şarkıcı ve piyanist Jon Cleary’yi tanıyordum, onun hayranıyım. Kayıt yaptığımız stüdyonun sahibi olan kayınbiraderim Mark Bingham vasıtasıyla tanıyordum onu. Cleary ile 18 yıl önce tanışmıştım, yaptıklarını o zamandan beri takip ediyorum. Aynı şey basçı George Porter, Jr. için geçerli. Meters’i ve çaldığı bütün New Orleans albümlerini çok beğeniyordum, yani yaptığı işleri biliyorum. Onunla yedi sekiz yıl önce, New Orleans’ta bir organizatörün ayarladığı büyük bir jam session’da çalmıştım. Diğer şarkıcı John Boutté’nin adını duymuştum ama dinlememiştim. Onu bana Mark Bingham tavsiye etti.

 

Albümde turneye çıkacağım insanların yer almasını istedim. Sonradan turnede birlikte olamayacağım yıldızlarla çalışmak istemedim. Böylece turneye çıkabilecek yıldızları topladım ama buna uygun bir davulcu bulamamıştım. Çok beğendiğim iki davulcunun işi vardı, bu yüzden San Franciscolu Ricky Fataar’ı seçtim. New Orleanslı değil ama çok iyi davulcu ve o müziği çalabiliyor. Ayrıca tef çalan Shannon Powell’ı aldık. Aslında davulcu ama aynı zamanda inanılmaz tef çalıyor. Bir parçanın sonunda da davul çaldı.

 

- Albümde on dört parça var, bugünün standartlarına göre epey fazla. Şarkıları seçerken epey zorlanmış olmalısınız.

 

- Kolay bir iş değildi ama eğlenceliydi. Müziği biraz daha araştırmama yol açtı. Burada New York’ta, Paul Siegel diye gospel uzmanı bir arkadaşım var. Yıllardan beri bana bu müziği dinletiyordu, bu iş için daha da çok dinletti. İkinci albümü kolayca yapabiliriz.

 

- Bazı şarkılar üzerine konuşabilir miyiz? Özellikle ‘It’s a Big Army’ çok güzel olmuş.

 

- Evet  bu benim bestem ama mevcut gospel müziğinden bazı unsurlar alıp bir araya getirdim. Kabaca “When the Saints Go Marching In”den bölümler aldık. Bu en çok çalınan caz standartlarından biri olmanın yanında bir gospel melodisi. Bu melodiyi davul ataklarının arasında kullandık. (Şarkı söylüyor) ‘I am a soldier, in the army of love, I am a soldier in the army –’ bu tekrarları farklı gospel eserlerinde duyarsın. Bu bölümü kullandık. Shannon da burada çok güzel perküsyon çaldı. Bu Mardi Gras havası da var. Bana göre bu parça – gitar çalışım ve her şey – gayet iyi oldu.

 

- Dorothy Love Coates’ten iki tane parça var. Bunlardan bahseder misiniz?

 

- Çok iyi bir şarkıcıydı ve güzel besteler yapmıştı. Dorothy Love Coates and the Original Gospel Harmonettes diye bir grubu vardı. Ondan aldığımız iki besteyi Jon Cleary söyledi. Cleary’nin şarkı söylemesi ve piyano çalması acayip. Bence albümün yıldızı o. Üç şarkıyı John Boutté söyledi. Ama geri kalan şarkılarda ana vokal Cleary’nin. Birincisi “That’s Enough” – ‘I have got Jesus and that’s enough’. Bilirsiniz insanlar sizin hakkınızda konuşup yargılayabilir ama bunun önemi yoktur. Cleary’nin bu şarkıyı söylemesi hoşuma gitti.

 

- Bir de “The Old Ship of Zion”un coşkulu bir yorumu var.

 

- Bu Thomas Dorsey’in bir şarkısı. En büyük gospel bestecilerinden biri, ama Tommy Dorsey’le karıştırılmasın! Thomas A. Dorsey, eskiden bir blues şarkıcısıydı ve Georgia Tom adıyla biliniyordu. Sonradan dine dönüp “Oh Precious Lord” gibi şarkılar ve büyük standartlar besteledi.  Sevdiğim parçalardan biri “The Old Ship of Zion”, ama biz bunu tamamen değiştirdik. 10 ölçülü blues biçimi gibi kullandığımız bir 10 ölçülük bölümü var. Ben de tıpkı 12 ölçülü blues parçaları gibi art arda sololar çaldım ama 10 ölçü uzunluğundaydı. İlginç bir biçim. Kimsenin bu şekilde çaldığını duymadım. Sonra John Boutté de çok güzel söyledi. Parçanın sonuna doğru söylediği “I got on board early one morning” kısmı – işte buradaki sözler beni mahvediyor. Parçada bizim kullanmadığımız uzun bir bölüm var. Adamın nasıl okyanusta tek başınayken bu gemiyi gördüğünü, kaptanın işaret ederek onu çağırdığını, onun da gemiye çıktığını anlatıyor.

 

- Albüm oldukça ilham verici. Gospel için ne derler? “Tanrı sevgisiyle dolan kalp”.

 

- Evet. Ben aslında Hıristiyan değilim. Aslında hiçbir şey değilim sanırım. Hiçbir kiliseye mensup değilim. Soul müzik dinleyip onunla büyümüştüm. Sonra bir de bu tür bir dini soul müzik olduğunu ve daha iyi olabileceğini öğrendim.  Ama bu şarkılardan ve verdikleri manevi mesajdan epey ilham alıyorum. Tekrar doğmadım tabii – sadece bir kere doğdum – ama hiçbir şeyi küçümsemiyorum. İnançla ilgili bu şarkılar çok duygu yüklü, özellikle canlı söylendiklerinde. Bu müziği seviyorum.

 

- 1996’daki “Quiet”tan beri, her yıl yeni bir proje yapıyorsunuz. Bu herhalde bir baskı yaratıyordur?

 

- Albümlerin de bir kitap veya film gibi bir kavrama dayalı olması hoşuma gidiyor. Ama iş istemediğim bir müziği yapma noktasına gelseydi o zaman bırakırdım, çünkü güzel olmazdı. Bu konsept albümleri, örneğin Ray Charles albümü gibi, yapmak hoş çünkü kendi müziğimden oluşan albümler yapıyorum. “Quiet” biraz farklıydı. Naylon telli gitarla bir tür sakin bir albüm yaptım, ama yine hepsi benim bestelerimdi. Albümlerimin çoğu bu şekildedir. Her birine özel bir damga vurmayı severim. Ancak bundan sonra aynı üçlüyle on albüm yapabilirim ki bu plak şirketi için kötü bir iş anlamına gelir. Ama iş yapmak zaten kötüdür!

 

- Aynı grupla on plak yapmaktan bahsetmeniz ilginç çünkü cazda eksik olan şey düzenli grupların bir arada kendi müziklerini geliştirmeleri. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, çünkü geçmişte çok güzel gruplarınız vardı: Blue Matter Band, ve mesela Joe Lovano’lu dörtlü?

 

- Blue Matter grubuyla yeni bir şeyler yapmayı isterim. Hala Steve Swallow ve Bill Stewart’la ara sıra provalar yapıyoruz. Bahse girerim ki bir zaman gelecek ve yeni bir albüm yapacağız. Bence gruplar çok önemli. Plak şirketleri hep özel projeler istiyor ki bu da grubu öldüren bir şey. Ama sürekli albüm yapmaması gereken pek çok grup var çünkü sürekli birbirine benzer albümler çıkaracaklar. Onlar sürekli albüm çıkarmaktan memnun olabilir ama aslında birbirinden farkı olmuyor. Birçok albüm yapmak için özel bir grup olmak gerek.

 

- En başa geri dönebilir misiniz? Blues gruplarında çalmaya başladınız değil mi?

 

- Evet, doğru. Blues hayranı bir gitarcı olarak başladım. Delikanlılık yıllarımdan bahsediyorum. Blues çalmaya çalışıyorduk. O zamanlar yani 60’larda, lise balolarında çalan gruplar tarzında Top 40 grupları dinliyorduk. Ama 60’ların ortasında Top 40 grupları çok iyi müzik çalıyordu. Sadece Beatles ve Beach Boys yoktu. O gruplar gerçekten iyiydi ama bir de Tamla/Motown grupları vardı. Biz o müziği çalmaya çalışıyorduk ki bu da beni bluesa yöneltti. B. B. King ve koca bir tür. Blues 60’larda çok popülerdi, sadece Clapton ve Hendrix değil B. B. King ve Albert King de çok tutuluyordu. Böylece ben de bu adamları taklit etmeye çalışarak işe başladım.

 

- Peki cazla ne zaman ilgilenmeye başladınız?

 

- Müziğe bluesla başladım. Ama daha o zamanlardan, bluesdan başka bir şey bilmeyenlerden hoşlanmıyordum. Otuz yıl önce ezilen insanların müziğinden başka bir şey çalmayan beyaz banliyö çocukları. İşte bütün bunlara karşı biraz kuşkuluydum. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu gerçekten tuhaf. Bir gün Jimi Hendrix konserine gittim ve o anda blues gitarcısı olmaktan vazgeçtim, çünkü bluesun en alasını çalıyordu. Aslında çaldığı müzik psychedelic rock olmasına karşın gitarını konuşturması ve bütün gece çok sıkı çalması sonucu düşünmeye başladım. “Belki caz gitarcısı olurum, bu daha kolay olabilir, bütün yapmam gereken çalışmak”. Asla öyle onun gibi yırtıcı, inanılmaz bir adam olamazdım. İşte o gece bunları düşündüm.

 

Aslında cazı başlangıçta sevmemiştim. Caz hakkında pek bilgim yoktu. Küçükken babam bir Django Reinhardt plağı almıştı bana, işte caz gitarıyla tanışmam bu sayede oldu. Sonra Connecticut’ta, New York şehrinden 40 mil uzakta bulunan bizim kasabada birinden ders aldım. Bu adam bebopçu olmak isteyen biriydi. O zamanlar otuz yaşındaydı. Bana gerçekten çok yardım etti. Böylece 17-18 yaşıma geldiğim ve Hendrix’i dinleyip te o tür müziği çalamayacağımı anladığım zaman caz çalışmaya başladım. Bluesu seviyordum ama orada kaldı. 17 yaşıma geldiğimde cazı öğrenmeye başladım ve hala öğreniyorum.

 

- Ama sadece altı yıl sonra Carnegie Hall’da Gerry Mulligan ve Chet Baker ile çaldınız. Bu oldukça büyük bir hamle.

 

- Aslında epey şanslıydım. Doğru zamanda doğru yerdeydim. Liseye gidiyordum. Kendi kendime çalışıyordum. Gitar öğretmenim ve benden başka iki öğrenci daha vardı. Benim etrafımda pek caz yoktu. Caz New York’taydı ama orası bana yabancı bir dünyaydı. Bu yüzden 18 yaşımdayken Berklee’ye gittim. Boston’da yaşarken Mulligan’la tanıştım ve işte böylece şansım döndü.

 

- Caz eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

- Çok karışık şeyler düşünüyorum. Hepimiz öyle düşünüyoruz. Cazı hep çok canlı bir sanat biçimi ve bir sokak unsuru olarak görüyordum. Sanatçılar müthiş müzisyenlerdi ve çalıştıklarını bilmeme rağmen onları entelektüel olarak görüyordum. Çılgın, beatnik, vb. adamlardı. İşte Sartre okursunuz, Charlie Parker gibi çalarsınız, onun gibi şeyler. İşte böylece caz eğitimi ve üniversitenin kuralcılığı benimle hiç uyuşmadı.

 

Ancak bunlarla bir şekilde uyuşmanız lazım. İşte Berklee; benim gibi küçük bir kasabadan gelen birinin, gerçekten iyi müzisyenler olan ve aynı düşüncelere sahip olduğumuz gençlerle tanışmamı sağladı. O zamanlar öğretmenlik yapan bazılarını işte orada tanıdım. Bunlar bana gerçek anlamda nasıl çalmam gerektiğini öğretti. Gary Burton ve Steve Swallow – ikisiyle de orada tanıştım. Bir de ünlü olmayan, Boston dışında bilinmeyen isimler vardı. Boston 60’ların sonunda iyi bir müzik eğitimi ortamı ve oldukça güzel bir caz ortamına sahipti. Herb Pomeroy ve grubu gerçekten müthiş müzisyenlerdi, bebop kuşağının adamlarıydı. Onlarla birlikte çaldım, bir de Alan Dawson vardı, müthiş biriydi. Böylece Berklee sayesinde büyük müzisyenlerin çevresine girme imkânım oldu. Berklee insana böyle bir imkân veriyor.

 

Oysa şimdi caz dersleri olan büyük üniversiteler var. Buralarda hiç konserlerde çalmamış, sahneye çıkmamış adamlar ders veriyor. Bu adamlar aslında bu müziği çalabilir, ortalıkta ‘Giant Steps’i çalan bir sürü adam var ama hepsi o üniversite dünyasının içinde ve bu bana pek yaratıcı gelmiyor.

 

- Biraz Billy Cobham’dan bahsedelim. Siz onunla epey plak yapıp turneye çıktınız.

 

- Evet, 75 ve 76’da Billy’yle birlikteydim. Daha önce biraz Mulligan’la birlikte çalmıştım. Topluluğuna katılmamı istedi, ama çok fazla iş yoktu. O sırada Cobham’la tanıştım ama beni çağıracağından hiç haberim yoktu. Horacee Arnold diye bir davulcunun demo kaydının yapımcısıydı. Ben hala Boston’da yaşıyordum, ama ara sıra gelip bedavaya Horacee Arnold’la birlikte çalıyordum çünkü New York’tan sıkı genç cazcıların katıldığı konserler oluyordu. Cobham arkadaşı Horacee Arnold’un demo yapmasına yardım etmeye gelmişti. Derken Cobham birden “madem konserlere çıkmak istiyorsun, işte fırsat” dedi. Beni grubuna aldı. John Abercrombie’nin yerini almıştım. Grupta ayrıca Brecker kardeşler vardı. Daha sonra George Duke ve Alphonso Johnson katıldı. Müthiş bir tecrübeydi. Hiç durmadan iki yıl boyunca bütün dünyayı dolaştık. O zamanlar fusion altın çağını yaşıyordu. Biz de büyük konserlerde çaldık. Müthişti!

 

- Bilgi ve tecrübeye susamış bir genç gitarist olarak Billy Cobham’dan neler öğrendiniz?

 

- Bir bakıma Boston’da bir fildişi kulede yaşıyor ve bebop çalmaya uğraşıyordum. Bu grup beni gerçek dünyayla tanıştırdı. Rock şovlarında çalıyorduk. Average White Band ve Doobie Brothers’ın karşıtı müzik yapıyorduk. Ayrıca fusion açısından Weather Report ve Herbie Hancock’s Headhunters gruplarının da karşıtıydık. Aslında halk için çalıyorduk ve 70’lerdeki o heyecanlı müzikal manzaranın bir parçası olmuştuk. O zamanlar gerçekten böyle bir şey oluyordu. O zamanlar Led Zeppelin yıllarıydı, elbette o manzaranın içinde değildim ama o manzaranın yakınında bir yerdeydim ve çok heyecanlı bir dönemdi. Bu adamlar çok iyi müzik yapıyordu ve hepsi enstrümanlarında müthişti. Bu durum beni jazz-rock çalmaya sevk etti ki, daha önce hiç çalmamıştım. Ama daha önce blues ve rock çaldığımdan bu işte bir zorluk çekmedim.

 

- 70’lerin sonunda Enja şirketi için “Out Like a Light” gibi albümler yaptığınızı hatırlıyorum.

 

- Evet, Billy’nin grubu 77’de dağıldı. 70’lerin sonuna kadar New York’ta kaldım. Kendi gruplarımı kurmaya başladım ve böylece küçük konserlerde çaldım. 70’lerin sonunda Avrupa’da konserler vermeye başladım. Enja şirketi konserleri düzenlemede bana yardımcı oluyordu. Bazen sadece Almanya’da bir ay boyunca çalıyorduk. Bu çok güzeldi çünkü her gece grubun lideri olarak sahneye çıkıyordum ki Amerika’da bunu hiç yaşamamıştım. Arada bir New York’ta, Boston’da ya da Philadelphia’da çalardım. Böylece bir grubum oldu. “Out Like a Light” albümünde eski hocam ve dostum, aynı zamanda akıl hocam Steve Swallow ile birlikte çaldım. 70’lerin sonunda onunla çok çaldık.

 

- Kariyerinizin sonraki büyük durağı elbette Miles Davis’ti. Onunla nasıl çalışmaya başladınız?

 

- Billy Cobham ve Miles Davis arasındaki dönemde New York’ta ‘kiralık caz gitaristi’ gibi yaşadım. Bir sürü işte çalıştım ve pek çok konsere çıktım. Kendi konserlerim yanında çok farklı insanların konserleri vardı. Geriye dönüp baktığımda çok harika olduğunu düşünüyorum. Jay McShann ile iki albümde çaldım. Mingus’la Atlantic için bir albüm yaptım. Eşlikçi olarak her tür iş yaptım. Çeşitli sanatçılarla artık yapılmayan türde tuhaf albümlerde çaldım. Biraz stüdyoda caz kayıtlarında, biraz konserlerde çaldım, bu sırada nasıl çalınacağını öğrendim. New York’ta hep ön plandaydım ve her tür iş yaptım. Sonra 82’de Miles beni grubuna aldı. Bunu bekliyordum çünkü grubundaki adamları tanıyordum. Miles’ın orijinal dönüş grubunda Mike Stern gitarcıydı. Mike’la iyi arkadaştık, konserlerde hep birlikte çaldık. New York’ta 55 Grand Street diye bir kulüp var. Mike’la birlikte sık sık bir davul ve bas eşliğinde bir dörtlü olarak çaldık. Miles Mike’ı severdi ama Mike’ın o zamanlar uyuşturucuyla başı dertteydi. Miles ne yapacağını bilemedi ve ‘Pekala, yeni bir gitarcı bulacağım’ dedi. Benim tahminime göre Mike’ı toparlamaya çalışıyordu. Miles bunu hep yapıyordu, mesela iki saksafoncu alıyordu. Rekabet yaratmayı seviyordu. Böylece beni grubuna aldı. İlk yılımda Mike’la birlikteydik. Ancak Mike uyuşturucudan kurtulamadı. Uğraşmak boşunaydı. Miles da onu çıkardı. Mike’ı seviyordu ama o işleri iyice berbat etmişti. Bu yüzden Miles beni grupta tutup Mike’ı gönderdi. Çok şükür ki, Mike uyuşturucuyu bıraktı ve aşağı yukarı otuz yıldır gayet iyi durumda. Ama o zamanlar benim Miles’ın grubundaki tek gitarcı olmamın hikayesi budur.

 

- Miles ile çalışmak gerçekten farklı bir şey olmalı, cazın tek gerçek süperstarı o.

 

- Türünün tek örneği. Onunla birlikte çalmak müthiş bir şeydi, çünkü o benim en beğendiğim müzisyendi. Her zaman onu dinlemeye giderdim, her plağını alırdım, bütün eserlerini biliyordum. Sanırım bilinç altımda, eğer gitarı birisi gibi çalabilirsem, Miles gibi çalmak istediğimi düşünüyordum. Sololarını taklit ediyordum. Bu tecrübede müziğin ötesinde bir şey vardı. Müziğin dışında bu adam Marlon Brando veya Pablo Picasso gibi biriydi. İş kültürel saygınlığa geldiği zaman, bu adam bir mekana girdiğinde orada noktayı koyardı. Turneye çıkardık ve onun yakınında olmak apayrı bir manzaraydı. Büyük bir olaydı, belki Obama’nın maiyetinde olmak gibi bir şey – bilemiyorum. Çok heyecan vericiydi… Müzik onun için zirveydi ve çok önemliydi. Müzik hakkında konuşmayı severdi ve hep konuşurdu.

 

- Sonra Gramavision şirketiyle anlaştınız.

 

- Evet, Miles’la birlikteyken insanlar beni biraz daha tanımıştı. Gramavision şirketi de onlar için plak yapmamı istedi. İlk yaptığım plak “Electric Outlet” idi. İkinci albüm olan “Still Warm”u yaptığımda hala Miles’la birlikteydim. Bu albümleri yapıp arada onunla birlikte turneye çıkıyordum. İki buçuk yıl onunla çalışıp gerçekten iyi bir tecrübe yaşadığımı düşününce gruptan ayrıldım. Mike’ın başına gelenlerin bana olmasını istemiyordum. Koşullar farklıydı ama ben “Belki Miles benden bıkmıştır, emin değilim, bari gruptan ayrılayım” diye düşündüm. Artık kendi grubumu kurmak istiyordum. “Blue Matter”ı yaptık ve Miles’tan ayrıldıktan hemen sonra o grubu kurdum. Birkaç yıl boyunca sürekli çalışma imkanı bulduk.

 

- O grup insanlar üzerinde iyi bir izlenim bırakmıştı.

 

- Evet, doğru zamanlama olduğunu biliyorduk çünkü Miles’la birlikte epey sahneye çıkmıştım. Miles’la çaldığım için hepsi çok iyi olan 80’lerin funk müzisyenlerini kullanmak istedim. Önce basçı Gary Grainger ile tanıştım. Baltimore’da yetişmişti ve davulcu Dennis Chambers ile birlikte büyümüştü. Bana “iyi bir davulcu biliyorum, bir dinlesen iyi olur” dedi. Ben Dennis’i P-Funk’ta dinlemiştim. Bir korsan kayıttı ve çok iyi olduğunu düşündüm. Böylece birlikte çalmaya başladık.

 

- Joe Lovano ve Bill Stewart’la dörtlünüz, oldukça farklıydı değil mi?

 

- Evet, Miles’in bu funky ritm dünyasının içinde yaşamıştım. Benim çalmaya başladığım zamanki funk değil de 80’lerin funk’ı, yeni bir tarz. 80’lerin sonuna geldiğimizde, ses olarak hayal kırıklığına uğramıştım. Böylece caz müzisyenleriyle – daha yalın adamlarla ve akustik bir soundda çalışmak istedim. Lovano’yu beğenirdim, Berklee’den beri onun hayranıydım ve daha önce biraz birlikte çalmıştık. Böylece onu arayıp benimle çalıp çalamayacağını sordum. O da kabul etti. Yaptığımız ilk kayıtta Bill (Stewart) yoktu. Jack DeJohnette ve Charlie Haden vardı. Adı “Time on my Hands” idi ve stüdyo projesiydi. Böylece kendi soundumuz üzerinde çalışmaya başladık. Ben ve Joe. Sonra gruba Bill Stewart’ı aldık.

 

- Böylece “Meant to Be” gibi albümler ve Bill Frisell’le birlikte ilginç bir albüm ortaya çıktı.

 

- Evet, birlikte Marc Johnson’un “Bass Desires”ında çaldık. ECM’ye Marc ve Bill ile iki albümde çaldım. Bill’in çalış tarzını seviyorum, onu albümümde çalması için davet ettim. Onunla birlikte çalmak oldukça hoş, bence gitar çalmada bir tür önseziye sahip.

 

- Sonra Verve şirketiyle anlaştınız.

 

- Ben Blue Note’taydım. Verve beni oradan çaldı ve iyi bir sözleşme önerdi. O zamanlar Verve’in çok güçlü bir Avrupa bölümü vardı. Bana Avrupa’da gerçekten yardım ediyorlardı. Turneler açısından Avrupa benim için her zaman çok önemli olmuştur. Meslek hayatıma orada başlamıştım – dediğim gibi bir ay boyunca Almanya’da çalmıştım. Verve’in bu konuda iyi olduğunu düşündüğümden onlarla anlaştım.

 

- Ardından bir dizi ilginç albüm geldi. Benim favorilerimden biri Medeski Martin Wood’la “A Go Go” albümü.

 

- Bu adamları gerçekten seviyorum. Ben 80’lerin dijital füzyonuyla uğraşıyordum. Derken 90’larda bu adamlar çıktı ve eski funk malzemelerini getirdiler: Upright bas, B3 ve klavinet. Bu adamların çalma tarzından çok hoşlanıyordum. Eski tarz RB türü şeyler çalıyorlardı. “Bu adamlar tam birlikte çalabileceğim kişiler” diye düşündüm ve onları aradım. 1997’de onlarla temas kurduğumda oldukça tanınmış bir gruptular. Bir araya gelip çaldık ve “A Go Go” yu yaptık. O zamandan beri on yıl geçti ve bir yıl önce bir albüm daha yaptık. Onlarla birlikte çalmak gerçekten müthiş bir şey. İnanılmaz insanlar hepsi ve benim onlarla anlaşmam harika. Bir gitarcıları yok!

 

- Bunun tam tersi, klasik besteci Mark-Anthony Turnage ile yaptığınız albüm.

 

- Onunla iki albüm yaptım. İlkinin adı “Blood on the Floor”. Bu Mark’ın bestesi.  O müthiş müziğe emprovize katkı yapmamı sağladı. Ardından “Scorch” adlı bir albüm yaptık. Burada benim bestelerimi Mark orkestraya uyarladı. Peter Erskine ve John Patitucci ile birlikte çaldım. Bu da çok hoş. Mark bir dev. Yaptığınız işi beğenen ve o sesleri kullanmak isteyen bir klasik besteciye rastlamanız çok zor bir olay. Cazı ve özellikle Miles’ın elektronik işlerini seviyor. Orkestrayla birlikte bunları yapma şekli müthiş. Gerçekten iyi arkadaş olduk. Ondan çok şey öğrendim, zira onunki çok farklı bir dünya. O Stravinsky ülkesinde yaşıyor ve o müziği gerçekten biliyor. Onun gibi birine daha rastlamadım.

 

- Bana Gunther Schuller’le çalıştığını söylemişti.

 

- Evet, mükemmel biri.

 

- Caz dış dünyaya kayıtsız kalmıyor. Kredi krizi ve ekonomik durgunluk çıktı. Sonuç olarak cazdaki gelişmeleri nasıl görüyorsunuz?

 

- Evet, dünya ekonomik çöküş içinde ama caz dünyasını çok kötü vurmadı. Yine de bunu ilerde göreceğiz. Çalacağım konserler var, bir takım festival konserleri. Fiyatlar düştü ama festivaller devam ediyor!

 

- 70’lerin sonu ve 80’lerin başında New York ‘sahnesinde’ olduğunuzdan bahsetmiştiniz. Bugünkü görünüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

- Eski günlere göre farklı olduğunu düşünüyorum. Şehirde yaşıyordum ve neler olup bitiyorsa hepsini biliyordum. Şimdi sadece kendi konserlerimde çalıyorum ve Down Beat bile okumuyorum! Ama gerçekten iyi müzisyenlerle karşılaşıyorum. Müziği seven insanlarla tanışıyorum. Cazın görünümü genel olarak hep underground olmuştur bir bakıma.

 

- Sokak konserlerinin sayısında artış var. Bu özellikle genç müzisyenlerin kendilerini cazla geçindirmesini güçleştiriyor.

 

- Evet, bu konserler ne yazık ki kimseye çok para kazandırmıyor. 80 dolara konser verdiklerini söyleyen genç müzisyenlerle karşılaşıyorum. Galiba bu kadar parayı 70’lerde veriyorlardı. Hiçbir şey değişmemiş. Bunun çözümü iyi müzik yapmaktan geçiyor, o zaman insanlar haberdar olur.

 

Stuart Nicholson

 

Bu röportajı dilimize kazandırdığı için sevgili dostumuz Fethi Aytuna’ya çok teşekkür ediyoruz.

 

Cazkolik.com / 20 Nisan 2009, Pazartesi

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Cazkolik.com

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.