Ferhan Şensoy gençlik yıllarını 1980'lerde yaşayan benim kuşağım için yepyeni bir sanatçı yaklaşımına sahipti. Müthiş fırlama, zeki, hazırcevap, lafı gediğine koyan, icabında sokak dili argonun dibine vuran uzlaşmaz ağız dalaşı/laf ustası. Aslında, 1990'larda çıkan Cem Yılmaz'ın aralarında çok farklar olsa da daha sivri dilli üst nesli. Cem Yılmaz doğaçlama espriyi farklı bir noktaya getirdi belki ama Ferhan Şensoy'un genel eleştirel yaklaşımı hâlâ kendine has yanını koruyor. Birçok bakımdan sonraki genç isimlerin ilham kaynağı oldu. Kelimeler, cümleler üzerindeki tonlamaları, vurguları, kelime oyunları hep yerinde tutulması imkansız bir zekâ patlamasının ürünleri idi. İzleyici olma dışında tiyatro ile bir ilgim yok, sadece gözemlerimi paylaşabilirim ama Ferhan Şensoy o yıllarda bana göre iki ayaklı tiyatro geleneği, yani; Shakespeare üzerinden Antik Yunan tragedyalarına uzanan Devlet tiyatroları merkezli büyük Avrupa tiyatrosu yanında ikinci ayak olarak modern batı yaşamına dönük ABD/Broadway kökenli vodvil anlayışının -ki buna en iyi örnek Haldun Dormen, Ali Poyrazoğlu örnek verilebilir- komedi ağırlıklı oyun anlayışı. Tabii bir de Genco Erkal gibi büyük oyuncuların Brechtyen Avrupa sol gelenekli anlatıları var -iyi ki var-. Her neyse... Bana göre, Ferhan Şensoy bu iki geleneği de yıkarak geldi. Başlarda TRT'de skeçler de yapıyordu ve geniş kesimler asıl o zaman tanıştı bu yeni espri anlayışı ile. Kelimeleri karşısındakinin başedemeyeceği şekilde tokat yerine kullanması yeni bir anti-kahraman türü gibiydi ve yaklaşımı açık şekilde Dümbüllü tarzı meddah/halk geleneğinin uzantısı idi. -Bu arada, Dümbüllü'yü küçük bir çocuk olarak sahnede izlemiş biriyim zira o da Üsküdarlı ben de-. Şöyle tamamlıyım, hani cazda bitmeyen bir Türk cazı arayışı var ya, işte, Ferhan Şensoy tiyatroda bunu başarmıştı. Bence, tiyatronun sahneden sahneye zıplanılan değil, sokaktan sahneyi zıplanılan bir sanat olduğunu hayatı boyunca ispatladı. (Foto kolaj Cazkolik)
Cazkolik.com / 31 Ağustos 2021, Salı
Charlie Watts’ın ölüm haberi müzik basının birinci sırasında ve uzun süre orada kalacağa benziyor. Nasıl kalmasın, ömrü 60 yılı bulan dünyanın en önemli müzik topluluğu ve halen konser veriyorlar. Fakat hikayemiz farklı. 1984 yılına gelindiğinde Rolling Stones nerdeyse dağılma noktasına gelmişti. Mick Jagger pop ağırlıklı bir müziğe yönelmek istiyor, Keith Richards ise gitar merkezli blues rock tarzını terketmek istemiyordu. Jagger’ın o sıralar solo kariyere yöneldiğini biliyoruz. Başta Richards ve grubun kalanı Jagger’ın bu hareketini isyan olarak görüyordu. Jagger ise Michael Jackson, özellikle de David Bowie’ye hayrandı. Biseksüel kimlikli Jagger’ın Bowie ile beraberlikleri de çok konuşulanlar arasındaydı ama Bowie kadar avangart olmayan Jagger’ın sınırları Bowie’ye göre çok daha dardı. Tam o sıralar ilk solo kaydını yayınlamaya hazırlanan Jagger’ın müziği ve grubu için basında aşağılayıcı yorumlar yayınlanmaya başlandı. Kimi grup için ‘bir grup paralı asker’ diyordu, kimi Jagger’ın boynuna dolanan değirmen taşı yorumunda bulunurken bir diğeri ‘Jagger’ın küçük grubu neden Aerosmith’e katılmıyor’ diye soruyordu ama bu son yorum Keith Richards’ı çılgına çevirdi. İkilinin arası zaten kötüydü. Grup, Amsterdam konseri sırası dışarı çıkıp aralarını düzeltmeye karar verdi. Sabaha karşı döndüklerinde Mick her nedense Charlie Watts’ın kaldığı odayı arayıp ‘davulcum nerede’ diye sorma gafletinde bulunur. Bu aşağılayılı bir tavırdı. Keith’in anlatımına göre, ’20 dakika sonra kapı çaldı. Watts içeri girdi. Takım elbise, şık giyimli, yeni traş olmuş, kolonya kokusu odaya yayılıyordu. Bana bakmadı bile. Mick’i yakalarından tutarak ayağa kaldırdı ve ‘Never call me your drummer again’ diyerek Jagger'a bir sağ kroşe çıkardı’. Keith Richards bu yumruğa 'davulcunun yumruğu' diyor. Dengeleme ve zamanlama sahibi ama öldürücü de olabilirdi! Richards, Mick aslında o yumrukla pencereden dışarı uçabilirdi diyor ama Mick’i tutan da Richards olmuş, üzerindeki ceket benim evlenirken giydiğim ceketti, kaybolup gitmesini istemedim diyor. Ömrü 60 yılı bulan bir müzik grubunun hayatında böyle kimbilir ne hikâyeler vardır.
Cazkolik.com / 26 Ağustos 2021, Perşembe
Mengü Ertel dönemi ve sonrası az sayıda birkaç sanatçı dışında özgün bir yaklaşım geliştirememiş afiş tasarımcılığımızın ruhuna el fatiha. Türkiye'nin iki köklü festivali; Ankara Caz Festivali ve İzmir-Avrupa Caz Festivali yerinde bir kararla son yıllarda festival afişlerini düzenledikleri yarışmalarla genç tasarımcılara emanet ederek cesur davrandı ve biz de her sene bu yarışmalardan çıkan tasarımları yayınladık. Arşivde duruyorlar. Her sene yeni tasarımlara ümit ve heyecanla baktım ama hep hayal kırıklığına uğradım. Genç grafik tasarımcıların caz müziğine, festival kültürüne ve afiş diline dair önemli sorunları var. Festivalin mesajını yaratıcı bir görsel dille vermek amacıyla yola çıkması gereken tasarımların çoğu tipografik/illüstratif kişisel tatmin alanına dönüşüyor. Sağdan soldan bulunmuş görsellerin basit kolajları, özensiz enstrüman soyutlamaları, karakteristik olmaktan uzak bilgisayar çizimleri, basit yüzeysel düzenlemeler, illüstratif çizimlerin kalitesizliği, bıktıran ve yeni bir şey de katmayan 'caz ve özgürlük' temaları vs vs... Yılın başında Montreux Jazz Festivali'nin düzenlediği RESTART afiş yarışmasına katılan tasarımları görünce aradaki fark çok daha belirgin ortaya çıktı. Caz festival afişi tasarlamanın üç-beş sembolik görselle kaba süslemeler yapmak olmadığını anlatan, tipografinin akıllıca ve amaca uygun kullanıldığı, illüstrasyonların özenli ve kaliteli olduğu, fotoğrafların kolaya kaçarak bin kere kullanılmış stoklardan seçmek yerine özen gösterilip bizzat çekildiği, en önemlisi, festivalin iletmek istediği mesajın açık seçik anlaşıldığı tasarımlar görmek içimi ferahlattı ama sonra yine başa döndüm; Mengü Ertel kuşağının açtığı yolun bu kadar gerisine nasıl düştük?
Cazkolik.com / 19 Ağustos 2021, Perşembe
Son yıllarda distopik filmlerin çoğalması rastlantı mı? Sanmıyorum. Dünyanın ortak psikolojisinin dışa yansıması gibi geliyor bana. Komplo teorisi değil düşündüğüm, hepimizin yaşadığı şeyler. Her biri orta boy devlet büyüklüğündeki işadamlarının zenginlikleri ve kibirlerine yenilerek yeni bir dünya ve ölümsüzlük arayışı bir tarafta, yerkürenin insan yüzünden doğa eliyle kıskaca alınmış hali diğer tarafta, salgınlar, artan sosyal karmaşa ve kaos, dünya kaynaklarının yetmeyeceğine dair açık seçik belirtiler, salgınlar, ekonomik çöküşler ve fazlası… hepsi üstüste gelince fantastik distopyalar aramaya gerek kalmıyor, bizzat içinde yaşıyoruz. Aslına bakarsanız, dünya tarihinde çok daha kötü dönemler olmuştur ama o zaman insanların başka bir dünya arama çabası ve fikri hayal edilebilir değildi, bugün mümkün mü? Bence o da büyük bir yanılgı ama sanki muhtemelmiş gibi anlatılıyor. Özellikle Netflix gibi platformlar bu nevi distopik gelecek arayışı içindeki dizilerle dolu. Tüm bu bıkkınlık ve yılgınlığın bize anlattığı bir şey olmalı! Bu dünyadan ümidi kesmemizi mi istiyorlar? Yukardaki fotoğraf böyle bir filmden alınma. Yaşanabilir yeni bir gezegen bulan araştırma ekibi dünyaya müjdeyle döndüğünde nükleer savaştan geriye dönecek bir dünya kalmadığını görüyor. Uzaylılar gelmeyecekse eğer kısa, orta, hatta uzun vadede böyle bir çözüm mümkün olmadığı halde niye böyle anlatılıyor? Bu soru burada dursun. Gelin çok kısa bu anlattığım kaosun müzikte, hatta cazda yansımasına bakalım. Kaotik dünya üzerine giderek artan sayıda albüm kaydediliyor. Bu müziklerin önemli kısmı müzisyenlerin bu dönemi anlatan duygusal kaosları ile örülü iken bir diğer kısmı salgının yarattığı içe kapanmanın sonuçlarına odaklanıyor. Böylesi durumlarda bilhassa Kuzey Avrupalı müzisyenlerin hassasiyetlerine dikkat etmekte fayda var. Phronesis’ten Jasper Hoiby Türkiye’de fazla ses getirmedi ise de “Planet B” isimli projesiyle önemli işler yapıyor. Minimalist müziklerin büyük kısmı katastrofik içe kapanmaları anlatıyor. Tecrit, yalnızlık ve düş kırıklığı müziklerde daha sık rastlanan temalara dönüşüyor ve bu müzikler kişisel bunalımları değil topluca sürüklenişimizi anlatıyor. (Fotoğraf yönetmenliğini ve başrolünü George Clooney'in üstlendiği "The Midnight Sky" isimli filmden alınmıştır.)
Cazkolik.com / 17 Ağustos 2021, Salı
Son günlerin haberi futbolun yaşayan en önemli isimlerinden Messi'nin Barselona'dan Paris Saint-Germaine'e transfer olmasıdır ama klüp isimlerini aradan çıkarıp Katar kelimesini öne çıkarırsanız ortaya başka bir fotoğraf çıkar. Ben de doğrusu olaya bir futbolsever olarak bakıyordum, ta ki Simon Chadwick'in yazısını okuyana kadar. Chadwick yazısına "Messi'nin transferi Katar'ın küresel emelleri hakkında bize ne söylüyor?" başlığını atmış. Mesela, bir sonraki dünya futbol şampiyonasının Katar'da gerçekleşecek olmasının bu transferle ilgisi yok mudur? Katar'ın bu şampiyonayı almak için ne kadar çabaladığını biliyoruz. 2022'de gerçekleşecek şampiyonanın oylanacağı gece Barselona'nın başkanı da Doha'da imiş. Barselona, Katar Vakfı ile 125 milyon sterlinlik forma sponsorluğu imzalamış. Katar havayolları anlaşması da cabası. Daha Neymar'ı konuşmadık. Benzer operasyon daha önce Neymar için de yapılmıştı. Şimdi ikilinin aynı takımda oynayacak olması büyüleyici geliyor ama biz futbolseverler araba farına kitlenen tavşan gibiyiz. Öyle anlaşılıyor ki Messi transfer yapılalı zaten çok olmuş biz yeni duyuyoruz. Yazar Chadwick, Katar'ın hayatta kalmak isteyen, zengin ama kapasitesi sınırlı bir ülke olmanın sıkıntılarını çektiğini söylüyor ve son dönemin moda tabiri yumuşak güç (soft power) uygulamaya çalıştığını yazıyor. Ne var bunda çoğu ülke böyle yapıyor denebilir ama bir de gerçek futbol dünyası var değil mi? O dünyanın samimi taraftarları var. Katar, BAE, Kuveyt bu ülkeler futbol taraftarı falan değiller. Gerçek şu ki, Messi'nin transfer imzası Khalifa stadındaki sıcak bir Kasım akşamı yıllar önce çok önceden atılmıştı.
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 11 Ağustos 2021, Çarşamba
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.