Sade yaşamın görkemli tınısı...OKAY TEMİZ

Sade yaşamın görkemli tınısı...OKAY TEMİZ

Tunçel Gülsoy, İlham Gencer ve Ayten Alpman yazılarından sonra biz cazseverler için Türk cazından öte dünya caz sahnesinin en yaratıcı, en üretken ve büyük müzisyenlerinden biri olan Okay Temiz ile kişisel geçmişine daldı ve bize harika bir yazı bulup çıkardı. Okay Temiz isim olarak belki çok bilinen ama neler yaptığı, nasıl biri olduğu hakkında çok fazla fikir sahibi olduğumuz biri değildir sanki aslında, vurmalılarla yaşadığı aşkı dahi Türk müziksever çok iyi anlamış mıdır emin değiliz ama bu söyleşinin bizlere olağanüstü faydası olacak bu konuda, ve böyle bir yazıyı bir daha silinmemek üzere internet arşivi sayesinde kazandırmış olmaktan da mutluyuz. Tunçel Gülsoy’a Cazkolik olarak teşekkür ediyoruz. İçerde bu yazıyı bir solukta okuyacağınızdan eminiz ama önce aradan geçen 10 yılın tozunu olan Tunçel Gülsoy’un ek giriş yazısını mutlaka okumalısınız; işte o giriş yazısı:

Cazkolik.com


"Bu yazıyı yazalı 10 yıldan fazla zaman geçmiş. O arada birçok şey değişti, Okay ağabey hayallerinin bir kısmını gerçekleştirebildi, bir kısmını ise gerçekleştiremedi. Sevindi, üzüldü, her türlü duyguyu yaşadı. Oğlu büyüdü, boyunu geçti, birlikte çaldığı birçok genç ve yaşlı insanla konserler verdi, Galata Kulesi civarında kendi adını taşıyan bir ritim atölyesi halen çalışıyor.

Türkiye hiçbir zaman kendi değerli evlatlarına sahip çıkan bir ülke olmadı, özellikle sanatçılarını yıllar boyunca öksüz bıraktı, destek olmadığı gibi köstek oldu.

Bu yaklaşım tüm siyasi partiler iktidarlarında da değişmeden sürdü, bu yazıda bahsi geçen İstemihan Bey belki de çok az istisnalardan birisidir. Bunun neden böyle olduğunun cevabını kimseler bulamadı. İsveç’in bağrına bastığı bir Türk sanatçısı kendi ülkesinde hala anlaşılmayı bekliyor.

Ben yıllardan beri röportaj yaptığım yabancı müzisyenlere bizim müzisyenlerimizden kimi tanıyorsunuz diye sorarım, çoğunun tanıdığı tek isim Okay’dır, kendi ülkesinin hiçbir zaman yeterince tanımadığı, içindeki coşkuyu sonuna kadar kullanıp bu ülkenin insanlarını aydınlatabileceği yerlere getirmediği insan.

Okay ağabeyi en son birkaç ay önce Beşiktaş belediyesinin onu ve sanatını onore etmek için düzenlediği bir etkinlikte dinledim, konuştuk, hasret giderdik. Her şeye rağmen onu seven ne kadar çok insan olduğunu görüp sevindim.

Umudum bu yazının tozlu raflardan çıkıp onu kendi ülkesinde daha geniş insan kitleleri ile buluşturması, onun bizlere içindeki tüm güzellikleri kısıntısız olarak sunabileceği bir yerlere gelebilmesi, kendi ülkesi için düşlediği şeyleri eksiksiz olarak hayata geçirebilmesi.

Okay ağabey, iyi ki varsın, ne şanslıyım ki ben bunu sen yaşarken fark edebilen şanslı azınlıktan birisiyim.

Tunçel Gülsoy

13 Ağustos 2009, İstanbul

tuncelgulsoy2@gmail.com

(Bu yazı ilk kez 1998 yılında Jazz Dergisi’nde yayınlanmıştır.)



SADE YAŞAMIN GÖRKEMLİ TINISI;

OKAY TEMİZ

“Yıllarca gittim gittim, ancak kendi ülkeme varabildim.”
 

Kendi adını taşıyan filmde Hindistan’a neden döndüğünü soran kişiye Gandi’nin verdiği cevap aslında birçok insanın ortak öyküsüdür. Başlanılan yere dönmek.

Bir başka mekân ve saçları beyazlaşmış bir adam Türkiye’ye neden döndüğünü soran kişiye cevap verir:

“Benim en büyük kaynağım Türkiye oldu. Araştırmanın sonu yok, dış ülkelerden Türkiye’yi araştırmak ise bir yere kadar oluyor. Ben peşinde olduğum müziğin kaynağına gidip hem içmek hem de başkalarına içirtmek istiyorum.

Artık bildiklerimi bu ülkenin insanları ile özellikle de gençleri ile paylaşmak istiyorum. Böyle bir paylaşımın da başka bir lezzeti var”

Bu gün sizlere çok giden, uz giden, ama sonunda doğduğu yere varan bir insanın öyküsünü anlatacağım.

Editörüm telefon edip de onun döndüğünü söyleyince çok sevindim, Okay Temiz tekrar Türkiye’ye yerleşmişti.

Levazım sitesindeki evinin dar merdivenlerinden çıkarken Okay’ın konserlerinde çaldığı onca enstrümanı bu daracık merdivenlerden nasıl yukarı taşımış olabileceğini düşündüm, kapıyı çaldım…

Değişmişti. Yüzünde resimlerinden hatırladığım sert ve hırçın ifade yerine beyaz saç ve sakalların çerçevelediği sıcak bakışlı ve gülümseyen bir çift göz gördüm .“Merhaba ağabey” dedim, “kahveyi nasıl içersin?” diye sordu, şekersiz, sade diye cevaplarken onun rengârenk dünyasından içeri girdim.

Aslan ininden belli olur derler, önce çevreme bakındım.

Kapalıçarşı gibi birbiri ile ilgisiz olan şeylerin bile tatlı bir bohemlikle bir arada yaşayarak yarattığı alabildiğine renkli bir dünya. Tabii ki bir müzik seti, kesinlikle hi-fi’cı tipi değil, koca bir cam sehpa, içinde minik kaplumbağların yüzdüğü bir akvaryum, koca bir TV, bol bol kaset ve CD, hava temizleyici, egzersiz bisikleti, top, pelüş oyuncak ve kocaman kocaman kauçuk bitkileri. Tüm bu manzarayı ise sağda solda yayılmış tuhaf müzik aletleri tamamlıyor. Bir tanesine yaklaştım, küçük tahta bir vibrafon’a benziyordu. Okay ilgimi sözleri ile tamamladı:

“Adam Afrikalı idi, ülkesinden getirmiş, İsveç’te konserden sonra elinden kaptım, koca şey buradan dönmez, sen ülkene dönünce nasılsa yenisini yaptırırsın dedim.”

Gözlerinde yaramaz bir afacanın ifadesi vardı, hemen bagetleri kaptı ve küçük bir solo yaptı. Derken sapsarı ufacık bir çocuk aramıza katıldı, oğlu Tomy idi, 4 yaşında ve Dennis the Menace’e benziyordu ama çok sessiz bir Dennis’ti.  Oyuncakların sahibini bulmuştum. Ama benim oyuncaklarım olan müzik seti elektronik aletler plaklar ve kitaplara bakarken kafamı ne tarafa çevireceğimi şaşırmıştım. Derken karanlıktan ışığa geçen insanın gözlerinin alışması gibi etrafımdaki renk ve eşya cümbüşü yerli yerine oturmaya başladı, kendime rahat edebileceğim bir yazı köşesi buldum, yemek masasının köşesini gözüme kestirdim, oturdum ve bir kahve fincanının etrafında konuşmaya başladık.

“Annem paşa kızı idi, akşamları asker olan babama içki sofrasında müzik çalarken ben de kanepenin kenarına vurarak ritim tutardım. O zamanlar davulcu olmayı hiç düşünmedim. Bir gün babam askerlikten ayrıldı, bir çiftlik alarak Çatalca’ya yerleştik. Menekşe Çiftliği, 1000 dönüm, 1950’li yıllarda oldukça modern bir çiftlik, 4 traktör ve 450 koyun var. O çiftlikte çok koyun güttüm, traktör sürdüm. Çiftlikte çalışmaktan orta okulu beş yılda bitirebildim. O yöredeki düğünlerde çalan Roman müzisyenleri dinledim. Trakya da çok göçmen bulunur, kültürü de Balkan kültürü ile iç içedir. Çalanların çoğu da göçmendir, Balkan havaları çalarlar. Farkında olmadan tüm bunlar çocuk benliğime girdi ve bugün çıkıyorlar. Bugün yaptığım müziği oradaki köy düğünlerinde duydum. Tabiat, makine ve müzik dolu bu yaşam tam 12 yıl sürdü.”

Çok şaşırdım, benim tanıdığım hırçın bakışlı ve dinamik adamın yıllarca çiftlikte traktör sürmüş bir insan olduğunu asla tahmin edemezdim. Onu dinlemeye devam ettim:

"1955 yılında Ankara’ya yerleştik, annem konservatuara gitmemi istedi, bu benim için bir rüya idi ama giriş imtihanları aynı derecede güzel geçmedi. Önce trompet bölümünü istedim, birisi geldi, at seçer gibi dişlerime baktı ve gitti. Sonra “olmaz” dediler. Kontrbas istedim “boyun kısa” dediler. Trombona başvurdum “kolun kısa” dediler. Sonunda davul bölümünün hocası kollarıma baktı ve beğendi. Böylece konservatuara girdim. Her şey çok zevkli idi. Heyecan ile çaldım ve çalıştım. Arkadaşlarım ile sinemaya gitmez oturur çalışırdım. Yılın ortasında çalışma metotlarını bitirmiştim, beni kompozisyon bölümüne almak istediler kabul etmedim. Bir yıl sonra trombon bölümüne almak istediler, o bölümde hiç adam kalmamıştı. Bana kolu kısa diyen hocaya trombonun slide’ını sonuna kadar çekip çıkartarak uzattım, şaşırdı. Davul bölümünde kaldım.

Piyanist Metin Gürel, kardeşi kornocu Melih Gürel ve kompozisyon bölümünden Çetin Işıközlü benim konservatuar arkadaşlarımdı ve akşamları onlarla kaçak olarak kulüplerde çalışırdık. Akdeniz müzikleri, cha cha cha, mambo ve jazz derken bir gece konservatuardaki piyano hocası bizi Turan lokantasında gördü. Ben bongo çalıyordum. O zamanlar klasik müzik çok tutucu idi, yaptığımız asla kabul edilecek bir şey değildi. Sene sonu sınavını çok ağır yaparak beni çaktırdılar ve okuldan ayrıldım. Hâlbuki bugün anlayışlar ne kadar değişik."

Sesinde hem kırıklık hem de hırs olduğunu hissettim, bir an sustuktan sonra devam etti:

"Kızdım, üzüldüm ama bu olay beni hayata karşı kırbaçladı. Para kazanma hırsım yoktu ama en iyisi olma hırsım vardı. Bir şey olmak veya başarmak için içinde aşk olacak ve kararlı olacaksın. Bunlar varsa işin yüzde 70’i hallolmuş demektir. Derhal piyasaya girdim ve çalışmaya başladım. Ama bir de askerlik meselesi var. Babam araya girdi, sen asker çocuğusun, bari yedek subay askerlik hakkını kazan dedi. Çocukluğum traktör üstünde geçmişti, makineleri seviyordum, o devirde lise mezunları yedek subay olabiliyordu, ben de sanat mektebine girdim ve iki yılda torna tesviye bölümünü bitirdim. Sanat okulu bana çok şey öğretti, alet yapmayı, elektriği malzemeyi hep bu okulda öğrendim. Bu arada da akşamları Orhan Sezener ve Yaşar Güvenirgil ile çalıştım. Bir gün okul bitti ve askerlik zamanı geldi çattı. Ben ordu evinde müzisyen olarak askerlik yapmak istiyorum ama o zamanlar subayların müzik çalması hafiflik kabul ediliyordu, sadece erler çalgıcı olabilirdi. Babam çok üzüldü ama er oldum. Dört buçuk ay Manisa’da ön eğitim gördükten sonra Ankara Ordu Evine tayin oldum. Öğlen leyin yemek müziği, akşamüstü çay müziği, akşamları düğün müziği derken sonra ver elini Ankara Palas. Burada da Yaşar Güvenirgil ile sabah saat beşe kadar müzik. Ayrıca askeri nöbetlerimi de hiç aksatmadan tutardım. Teen age yaşlarımı hep çalışarak geçirdim, hiç kız arkadaşımız filan olmadı, sadece çalıştık.

Jazz’a taklit ederek başladık. Amerikalı jazz’cıları taklit ederdik, onlar gibi giyinirdik.

BBC de jazz yayınları yapan Willys Canovel Türkiye’deki birçok idealistin jazz’ı öğrendiği kaynaktır. Gece yarısı onun naklen yayınlarını küçük transistorlu radyolarda dinlerdik. Amerikalıların alış veriş yaptığı bir dükkâna o zamanlar Türkiye’de olmayan jazz plakları gelirdi. Bunları bir şekilde elde eder önce dinler sonra dinlenmek üzere diğer jazz sever arkadaşlarımıza verirdik. Bizim plaklar aramızda gidip gelmekten ve defalarca çalınmaktan dolayı çiğnenmiş asfalt gibi olurlardı. Miles Davis, Charlie Parker, Max Roach, Clifford Brown, Cannonball Adderly, Phill Woods, Duke Ellington, Count Basie, Louis Armstrong ve tüm Dixieland’i bu asfalt olan plaklarımızdan öğrendik. Jazz’ın esas kökü dixieland’dan gelir, başlangıç odur."

Ama bir gün gelir Okay Temiz için Türkiye’de deniz biter, içindeki enerji bulunduğu ortama sığmaz ve taşar. Bunun öyküsünü ise şöyle anlattı:

"16 sene bu şekilde otellerde çaldım. Hilton, Ankara Palas, Kulüp 47, Çınar, Dedeman, Kulüp Reşat.
1967 de Türkiye’den gitmeye karar verdim. Yurt dışına gittim çünkü burada kaçamak jazz çalıyorduk. Jazz o zamanlar Türkiye’de sevilen bir müzik değildi. Gazinolarda normal program bittikten sonra müşterileri kaçırtmak için jazz çaldığımız olurdu.

Önce bir dans orkestrasına girdim ve Almanya’ ya gittim. Sonra sırası ile Danimarka ve İsveç’e gittim."

Kahveleri tazelerken albümler çıkarttı. Herkesin evinde olan ve sararmış fotoğrafların süslediği albümler, insanın geçmişinden kesitler veren. Annesi, çok şık bir hanım, yanında askeri ünifoması ile ciddi bir baba, yanlarında ufacık bir oğlan çocuğu. Sonra çiftlik resimleri, kuzular, kırlar ve traktörler. Ankara yıllarındaki Okay’ın da resimleri vardı. Bob stil ceketler, favoriler, kocaman kemik çerçeveli gözlükler ve o devrin Amerikan müzik guruplarında olduğu gibi pozlar. “Tempus Fugitus”, ama hayat devam etmeli, biz de konuşmaya devam ettik:

"Stockholm’de Mafi Falay’ı buldum, o beni jazz çevresine tanıttı. Orada bir Artist Club vardı, beni bir jam sessiona davet ettiler ve hemen çalışma teklifleri geldi. İsveçliler beni çabucak kabul ettiler çünkü hiç bir şey olmadığımı hazmetmiş bir kişi idim ve öğrenmeye açıktım. Tabi bir de işin teknik yönü var. Teknik ilk başta gelir ve enstrümanı kontrol edebilmek demektir. İyi bir tekniğin ve bunu kullanacak fiziki kondisyonun varsa ilk etapta bir puan alıyorsun. Ben İsveç’e gitmeden önce çok çalışmıştım ve kondisyonum da iyi idi.

İsveç’te 23 yıl çalıştım, Stockholm Radyo Senfoni Orkestrası’nın perküsyoncusu oldum. Birçok ünlü jazzcıyı burada tanıdım ve beraber çaldım. Dexter Gordon, Clark Terry, Art Farmer, Johnny Griffin, Albert Heath. Çala çala repertuarlarını öğrendim. George Russell Big Band ile çaldım.

İskandinav ülkeleri kültüre çok önem verirler. Yıllarca çalışmamı İsveç Kültür Dairesi destekledi, beni birçok dünya jazz festivallerine taşıdılar. Kariyerimi bu çalışmalar sırasında yaptım. Uzun yıllar İsveç ve Türkiye’yi dünyada temsil ettim, tüm bu çalışmaları İsveç hükümeti finanse etti ama artık doğduğum yerlere dönme zamanı geldi."

İşte o an Gandi filmindeki sahnenin Okay Temiz filmindeki şekli gözümün önüne geldi. Eminim ki bir gün onun hayatını da film yapacaklardır ve her halde senaryoda şu sözleri söylediği bir sahne olacaktır diye düşündüm:

"Jazz çalmaya gitmiştik, çaldık şimdi de ana rahmine dönüyoruz, daha da gelişmek için. Okay Temiz’e kariyerini Dexter Gordon vermedi. Kendi özüme ve öz müziğime dönerek, etnik yönünü araştırarak ve kökenlerine inerek kariyerimi yaptım. Bu dediğim şeylerin ne derece değerli olduğunu ise İsveç gibi kültüre değer veren bir ülkenin ortamında öğrendim."

Senaryo fikrine ısındım ve neden bunu ben yazmayayım dedim, dedim ve yazmaya devam ettim;

Derken bu sahnede beyazperdede bir flashback olur ve seyirci geçmişe döner…

"1967 yılında Word Music Stokholm’de başladı. Severek yaptık, isim koymak için yapmadık. Kültürleri buluşturduk.

Aslında bu olayın kökeninde bizim göbek dansözlerinin de yeri vardır. Çalıştığımız kulüplerde dansözler için de müzik yapardık. Ben o sırada davulu bırakıp diğer vurgulu enstrümanlara geçerdim. Süheyl Denizci ise flüt çalardı. Zaman içinde göbek dans müziğinin içinden çıkan bir başka müzik çıktı. Çoğu zaman bizimle çalışmış olan dansözler sonradan ayrıldıklarında çok üzülürlerdi."

Perde de Okay ve Süheyl’le geçmişte veda eden dansözler birer birer gözükür, bunlardan bir kısmı artık tüm yaşamları boyunca jazz dinleyeceklerdir. Sonra kamera günümüze döner: 

"Türk ve onun parçası olduğu Orient ritimlerini jazz’a ilk uygulayan kişiyim. Üzülerek söylüyorum çok zaman kaybettik ama her şeyin bir bedeli var. İlk başlayan olmak güzel şeydir. Hata yapmadan iyi müzisyenler ile başlamak da aynı derece mühim. Önce folklora yakın oldum, sonra klasik müzik eğitimi gördüm ve daha sonra büyük bir ilgi ile jazz’ı öğrendim. Beni jazz’cı olarak bilmezler, Süheyl bana sorar “niye davul çalmıyorsun” diye. Hâlbuki ben onun dediklerinin tamamını çaldım ve geçtim.

İsveç’te birçok ülkeden üst düzey jazz müzisyeni ile tanıştım ve World Music denen şeyin başlangıcını yaptım. Joe Zawinul benden sonra bu işe girişti.
İsveç’te Don Cherry ve diğer yabancı jazz’cılar “Türk müziği nasıl bir şey” diye sorunca onlara ”Sarı Kız”ı çalardık. Bu melodi trompet ile çalınınca be-bop sesi oluyor. Don Cherry bunu jazz’ın be-bop una benzetti. Hatta niye repertuvarının yüzde yetmişi oriental diye sorulunca şöyle demiş: “Trompetimde bana hareket kabiliyeti sağlayan oynak bir ritim bu.

Etnik değerlere sahip çıkılmazsa yapacağın yeniliklerde hata olur. Kökeninin kültürünü ve kendi değerlerini incelemelisin. Ben hata yapmamaya çalıştım. Beraber müzik yaptığım guruplarda her zaman bir iki tane olsun orijinal Türk müzisyeni de koydum. Bunlardan bazılarını sana hatırlatayım. Ney de Aka Gündüz, keman da Salih Baysal, klarnette Saffet Gündeğer, tulum ve ney de Hacı Tekbilek çeşitli çalışmalarımda benimle beraber çalan müzisyenlerden bir kısmı.

Ama ben bu insanları etiket gibi kullanmadım. Amacım orijinali ile yaptığım yeni yorumu kaynaştırmak idi. Kendi müziğini dünya müziği ile kaynaştırmak istiyorsan bunu mutlaka yapmalısın, kimse folklorcular gibi etnik müzik çalamaz. Benim en büyük kaynağım Türkiye oldu. Araştırmanın sonu yok, dış ülkeden Türkiye’yi araştırmak ise bir yere kadar oluyor. Ben peşinde olduğum müziğin kaynağına gidip hem içmek hem de başkalarına içirtmek istiyorum.
Bir de işin gurbet yönü var. Yıllarca yurt dışında yaşadım. Artik bildiklerimi bu ülkenin insanları ile özellikle de gençleri ile paylaşmak istiyorum. Böyle bir paylaşımın da başka bir lezzeti var."

Bu noktada filim tekrar ilk başa döner ama her senaryoda olduğu gibi filmin kahramanı aktörü yönlendiren en önemli şey devreye girer. İşte bir kadın görüyorsunuz, o filmdeki en iyi yardımcı oyuncudur.

“Anne” Okay’ın Finli eşi. 39 yaşında, sapsarı saçlı, son derece atletik yapılı bir kadın. O ana kadar kendisi ile konuşmamıştım ama sırası gelmişti. Okay Temiz’in serüvenini anlamak için onu da anlamak gerekiyordu. “Anne” kendi tabiri ile bir “Movement Therapist”. Bu fizyoterapi ve psikoterapiden kaynaklanan üçüncü boyut bir tedavi şekli, dans ağırlıklı. Filmlerde sorulur, ben de “Anne”e sordum, Okay’da neyi beğeniyorsun?

“Onda biz insanların gizlice düşündüğü ama dile getirmeye çekindiği birçok şeyi doğrudan ifade edebilme yeteneğini gördüm. Onun müziğinin hayatının karmaşık dönemlerinde olan insanlara iyi gelen bir yönü var. Olumlu duygular veren her şey bir terapidir. Okay her zaman dürüst bir insan olmuştur ve bu dürüstlüğü pratik yönü ile birleşerek müziğinin de temelini oluşturur, insanlara olumlu duygular verir. Bu gün artık onun müziğini terapimde kullanıyorum.

Onunla bir workshop da tanıştık. O zamanlar yüreğimi özgür hissetmiyordum. Yeterince olgun bir insandım ve artik kendisinin iç dünyasına saygı duyacak bir partner arıyordum. Bunu Okay’da buldum, karşılıklı duygularımız zamanla aşka dönüştü."

Senarist yardımcı kadın oyuncuya kahramanın müziği hakkında ne düşündüğünü sorar, kamera kadına yaklaşır ve kadın konuşur, gözlerinde sıcaklık ve derinlik vardır:

"Bu müziği ilk defa Finlandiya’da dinlediğimde içimde bir uyanışa sebep oldu. Toptan bir uyanıştı bu. O olmadığı zaman uzun saatler bu müziği dinlerdim."

Biz konuşurken Okay’da boşluktan istifade bir kaç yurt dışı telefon konuşması yaptı ve sonra bize katıldı, elinde yeni bir garip alet gördüm, önce nasıl çalacak diye tahmin etmeye çalıştım, hemen sordum, meğer bir yaprak dolma sarma makinesi imiş, geldi ve “Anne”e gösterdi. Çok iyi dolma yaptığını da bu vesile ile öğrenmiş oldum. Ama Okay’ın menüsünde fırında patlıcanlı et, her türlü sebzeler, mantı ve kendi elleri ile açtığı yufka ile yapılmış içli börek de var. Tuğrul Şavkay’ın kulaklarını çınlattık.

Ama onun merakları bunlarla la da sınırlı değil: Okay bir sporcu, halter kaldırıyor, herhalde perküsyon için bu çok önemli olmalı. Sonra traktör tamirinden kaynaklanan bir de otomobil merakı var. Eski yıllarda tüm otomobilleri egzoz seslerinden tanırdım, şimdi ise bütün arabalar aynı sesi çıkartıyor diyor. Favori arabası Chevrolet Van. Okul yıllarında öğrendiği malzeme bilgisi ve imalat tekniklerini bu gün kendi tasarımı olan orijinal müzik aletleri yapımında kullanıyor. Bunlardan bir tanesi olan “Piramit”i inceledik. Bir çeşit bilgisayar kontrollü perküsyon aleti idi. Sesler sürekli olarak değişebiliyor. Hatta bir karşılıklı solo bile yaptık, ah teknoloji sen nelere kadirsin, çıkardığım seslere kendim bile inanamadım.

Kendi icadı olan elektrikli brimbanın Sonny Rollins tarafından beğenilmesinin öyküsünü anlatıyor.

Aralarında tuhaf bir elektrik olduğunu hissetmiş onunla. Dolma falan derken Türkiye’ye döndük.

Senaryonun bu bölümünde kahramanımız döndüğü ülkesinde yıllar içerisinde gerçekleşen değişimi nasıl değerlendirir:

"Türkiye’nin problemlerini biliyorum. Ülkemizin ekonomi ve kültür politikaları tam gelişmedi ve diğer ülkelerin çok gerisinde kaldı. Tabi bunda yıllar boyunca sık sık değişen kültür bakanlarının da rolü var. Böyle bir yoğun değişimin sonucunda belirgin bir kültür politikası da oluşmadı. Üç ay öncesine kadar Türkiye’ye defalarca geldim ve gittim. Ama son kültür bakanımız İstemihan Talay beni çağırdı ve sizinle çalışmak istiyoruz dedi. Benim bu konuda bakanlığa yapmış olduğum birçok geçmiş müracaat da işleme konuldu."

İstemihan Talay’ın ilgisi hakkında çok hoş şeyler söyledi, belli ki dönme gibi zor bir kararı ona aldıran duyarlı bir bakanın verdiği cesaret olmuş…

"Kültür bakanlığının politikası çerçevesinde Türkiye’yi temsil etmek istiyorum. Bunun için tüm tecrübemi seferber edeceğim. Türkiye’nin parası ve emeği ile ülkemi uluslararası platformlarda temsil edeceğim, Türkiye’yi tanıtan kültürel etkinlikleri sürdüreceğim. Bunu kendim için milli bir görev olarak düşünüyorum. Sadece konserler değil ayrıca konserlerin uzantısı olarak müzik eğitimi, konferanslar ve seminerler vermek istiyorum. Tüm bu çalışmalar ana mektebinden üniversiteye kadar geniş bir öğrenci kitlesine hitap edecek.

Benim esas aşkım müziği en ileri boyutlara götürebilmek. Dünyanın her yerinde bir sürü kırkını aşmış müzisyen ülkelerine dönmek istiyorlar. Hepimiz yeni nesillere bir şeyler bırakmak istiyoruz. Ben de Türkiye’nin yeni nesillerine kariyer yapmış bir müzisyen olarak birikimlerimi teorik ve pratik olarak bir program çerçevesinde aktarmak istiyorum."

Tüm bu konuşmalar sırasında bazen video izliyor bazen de Okay’ın albümlerini dinliyoruz. Dinlediklerim ve gördüklerim onun sözlerini teyit ediyor. Evin en küçük odasına girdik, her taraf ağzına kadar müzik tesisatı ve dünyanın kırk yerinden toplanmış müzik aletleri ile dolu. Tüm bunları jazz müziğinde kullandın mı diye sordum ve şaşırtıcı bir cevap aldım:

"Ben müzisyenim, müzik çalarım, jazz da çaldım ama jazz müzisyeni değilim. Jazz çok kaliteli bir müzik, zencilerin çalıştığı pamuk tarlalarından çıkmış, blues olmuş, New Orleans dan da New York’un Harlemine uzanmış. Çok şekil değiştirmiş. İçerisine birçok şey katılmış, gospel, spiritual, street music, marş. Ama jazz demek gene de New York demek. Jazz’da armoni kalıbı var, bu kalıbın üzerinde yapılan bir doğaçlama var. İşte bu doğaçlamanın bağrında sonsuz bir serbestlik var. Jazz’ın başlangıcı böyle oldu. Melodinin yapısına sadık kalınarak bir kontrol çerçevesinde serbestlik ve yaratıcılık sağlandı. Gerçi sonradan Free Jazz da çıktı. Armoni ve kalıpları attılar.

Bence jazz sürekli hareket ve ilerleme demektir. Ornette Coleman bana hep “keep moving” derdi. Doğaçlama olmazsa jazz olmaz. Doğaçlamanın kalitesi müziğin kalitesini arttırır. Doğaçlama daima önde olacak. Yükselme, kaliteyi arayış iletişim ve mesaj alıp verme hep doğaçlama ile oluyor. Ama günümüzdeki müzik talebi arzını da değiştirdi. Hep yeni arayışlar var, müzisyenler de yeni şeyler çalmak istiyorlar, arayışa açık olmak lazım, jazz da fanatizme yer yok.

McCoy Tyner’i çok beğenirim. Onu John Coltrane ile dinledim, ile beraber çalmaları bence jazz’ın geldiği en üst noktalardan biri idi. Davulcular arasında en çok Elvin Jones’i beğenirim. Ters bir stili vardır, kolay kolay taklit edilemez, piyano ve basın çalışlarına çok özel bir ahenk verir. Daima ileriyi görür, alttan alttan bir patlama hazırlar ve zamanı gelince de patlatır. Bana göre iyi davulcu da budur ve solo çalmaktan çok kollektiv çalışın içerisinde kalmalı ve anlaşılır olmalıdır,  o etraftan gelen sesleri duyar ve durumu sürekli olarak yeniden değerlendirir. “Exictement”ı hazırlar. Davulda gürültülü çalmak önemli değildir, piyano çalmayı becerebilen gürültülü de çalabilir. Melodiyi ise herkes çalabilir, önemli olan doğaçlama yapılırken solist ile aynı platforma çıkabilmektir. O zaman tavlanmış bir demiri iki ayrı demircinin aynı anda dövmesi gibi güzel bir beraberlik ortaya çıkar. Davulcu aslında liderdir ama eşlikçi olması gerektiği zamanda geride kalır. Hint Müziğinde Ritim baba, melodi ise anne olarak tasvir edilir. Davulcu da bu babadır.

Tony Williams bunu çok iyi yapardı. Tüm boşlukları polyrtimler ile dokurdu. Miles Davis birçok şeyi ondan öğrenmiştir.

O patlamaları yapabilmek için hayatının adamlarını bulmalısın. Teknik ve mekanik olarak her zaman bulabilirsin ama duygu kaynaşması olarak onları bulmak çok zordur. Ben kendi müzik hayatımda böyle bir noktaya İsveçli piyanist Bobo Stenson ile varmıştım. Oriental Wind arkadaşlarım soprano sakçı Leonard Aberg ve basçı Danielson ile de böyle bir duygu beraberliğimiz var."

Farkında olmadan Okay Temiz’in yeni dönemindeki ilk öğrencisi olduğumu hissettim, en azından işin felsefesini anlatan sözleri beni çok etkiledi. Ama ya diğer insanlar...

Gandi ülkesine döner ama bir hedefi vardır. Zor bir hedeftir bu ve uzun ince bir yol gideceğini bilmektedir.

Bizim senaryomuza dönersek kahramanımızın da beklentileri vardır ve bir sahnede onları anlatması gerekir:

"Türkiye’de çok boyutlu bir şeyler yapmak istiyorum. Bugün tüm dünyadaki ileri gelen davul ve perküsyoncuları tanıyorum. Hindistan’dan Güney Afrika’ya, Amerika’dan İstanbul’a kadar birçok yerde festivaller yapılıyor, birçok sanatçı bu festivallere geliyor. Dünyada jazz dinlenen her yerde adettir, konserlerden sonra o sanatçıların gittikleri ülkelerin okullarında da bir şeyler yapması lazımdır. Bu bir konferans olabilir, bir work shop olabilir. Ne olursa olsun daha ileri bir paylaşma ve kaynaşma yaratmak lazım. Ben bugüne kadar öğrendiklerimi artık başkaları ile paylaşmak istiyorum.

İskandinav ülkelerine uzanan bir yelpazedeki tüm bu insanlar ile ilişkimi sürdüreceğim. Günün birinde onların katkısı ile Türkiye’de Orta Doğu’nun en büyük vurgulu çalgılar kolejini açmak istiyorum. Dünyanın en mistik şehirlerinden biri olan İstanbul, doğu ile batının buluştuğu bu kent dünyanın her tarafından gelecek müzisyenlere Türk ve oriental ritimlerin öğretildiği bir yer olacak. Böyle bir okul Avrupa’da yok.

Çocuklara çok önem veriyorum, onlar için TV’de bir program yapmak istiyorum. Şu an TV programlarında gördüklerimiz gibi değil, daha derinliği olan ve çocuklara ritim duygusunu veren bir program düşünüyorum. Tüm toplum kesimlerinden çocukların hep beraber olacağı ve hep beraber çalacağı bir perküsyon gurubu kuracağım. Şu an Banvit piliçlerini yapan firma için böyle bir çalışmam var.  Ayrıca spastik çocukların tedavisi için sürdürdüğüm çalışmalarımı Sabancı Spastik Çocuklar merkezinde sürdüreceğim."

O sırada Tommy yanımıza geldi. Zaten babasını çok görebilen bir çocuk olmadığından bizim kendimizi konuşmaya kaptırmamızdan rahatsız olmuştu. Okay’ın çocuklara olan sevgisinin özünde bu ufacık oğlanın olduğu bal gibi aşikârdı. Okay onu iyi yetiştirmek istiyor. İnsancıl, iyi kalpli, sertlik sevmeyen ve enerjisini kullanan bir çocuk olarak tanımlıyor oğlunu. Bu noktada eşi “Anne” söze giriyor:

"Okay çocuklara sevginin ötesinde saygı da duyar. Onların başını okşarken bu saygısını hissedebilirsiniz. Birçok insan çocukların başını okşarken hoyratça davranıyorlar ve kendi streslerini farkında olmadan onlara aktarıyorlar.

Halil Cibran’ın o güzel sözlerini karşılıklı olarak hatırlıyor ve tekrarlıyoruz:

“Çocuklar hayatı anlama yolculuğunda sizin serüven arkadaşlarınızdır”.

Okay’ın kendi yol arkadaşı ve tüm diğer çocuklar için güzel planları olduğunu anlıyorum.

Derken söz sırası eve ilk girdiğim andan beri videoda izlediğim guruba geliyor. Karadeniz’de kıyısı olan ülkelerden gelen 7 müzisyenden meydana gelmiş bir orkestra bu, adı “Black Sea Art Project”.

İstanbul belediyesi kültür dairesi başkanı Şenol Yorozlu’nun desteklediği bir proje. Her biri kendi ülkelerinde çok tanınan ve kariyerlerini yurt dışına taşımış 7 kişi bu sefer kendi öz kültürlerinin esintilerini dünya müziği potasında eriterek elde ettikleri yeni yorum şekilleri ile bir üst müzik kültürü oluşturuyorlar. Yakında albümlerini de dinleyeceğiz.

Uluslararası çalışmalardan bir başkası da “Balkan Big Band”, Selanik’te kurulmuş. Tüm balkanların en iyi müzisyenlerinden oluşuyor ve şimdiye kadar üç konser vermişler.

“Magnetic Band” Okay’ın romanlar ile kurmuş olduğu bir müzik gurubu. Onun da ayrı bir havası ve çizgisi var.

İlhan Mimaroğlu Okay’a yazdığı bir mektupta şunları söylemiş:

“Olağanüstü diye nitelendirme gereğini duyduğum bir müziğe varmış olduğunuzu anlıyorum. Etnik bir müzik türü jazz ile belki ilk defa inandırıcı sonuçlarla birleşmiş oluyor. Bugün çoğu jazz can çekişirken topluluğunuzla yaptığınız müzik cazın eski günlerinde olduğu gibi, yaşıyor.”

Black Sea Art Project önümüzdeki İstanbul festivalinde Bjork ile beraber çalacak.

Son olarak da Okay’ın dünyasında bir de “Gurup Karşılama” var. Bu gurup ile Haziran başlarında Lubiyano ve Atina’da konserler verecekler.

Görüştüğümüz gün Kurban bayramının arifesi idi, tüm İstanbul’un boşalmış olduğu ve kentin onu gerçekten sevenlere kaldığı hoş bir bahar günü. Her güzel şey gibi bu filmin de bir şekilde bitmesi lazım.

Son sahneye geliyoruz, Seyirci kahramanından film bitmeden ve o kendilerine veda etmeden önce ondan son bir mesaj bekler. Ve o şöyle konuşur:

"Geçmişim bana hayattan korkmamayı öğretti. Kalabalık ve gürültüden kaçıyorum. Tabiattan yetiştim ve tabiat bana kendimi anlattı. Gençliğimde giyimime çok düşkündüm, parlak ayakkabılı bir Beyoğlu genci de oldum ama zaman içinde sadeliği buldum. Bu duygularımı İsveç’e de taşıdım ve sade bir hayat sürdüm.

Zamanın akıp gittiğinin bilincine varmamız lazım, onu durduramayız ama iyi kullanabiliriz. Geçmişteki hatalarımızdan ders alabiliriz.

Her şeyi olumlu düşünün, her şeye olumlu yaklaşın. Sonra olumlunun içersisinde öz eleştiri yaparsanız az hata yaparsınız. Olumsuzluk kişinin enerji ve zamanını bitirir. Olumlu düşünün."

Her güzel şeyin bir sonu vardır. Kolumdaki saate bir düşman gibi baktım ama çok geç olmuştu. Vedalaştım ve sokağa döndüm. Her taraf sessizdi. Sabah şehirde kalan azınlıkta İstanbul’u terk etmişti. Sonra tekrar filmi düşündüm:

Ufak tefek beyaz saçlı bir adam sessizce enstrümanlarını kurmaktadır. Güçlü elleri ve keskin bakışları ile önündeki işe dalmışken genç bir çocuk hayranlıkla onu seyreder. Sonra dayanamaz ve beyaz saçlı adama sorar;

“Ağabey, niye Türkiye’ye döndünüz ?”

Adam cevap verir; “Senin için genç arkadaşım.”

Kamera yavaş yavaş yukarı dönerken beyaz perde de yüzlerce çocuğun ritim aletleri ile katıldığı bir orkestra çalmaya başlar, Okay düşlediği dünyayı sonunda yaratmıştır.

Evine hoş geldin sevgili Okay.

TUNÇEL GÜLSOY

19 Mayıs 1998, İstanbul

Cazkolik.com
 

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Cazkolik.com

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.