Dinlemekte olduğunuz şarkılar Ayten Alpman`ın seslendirdiği caz standartlarından oluşan bir medleydir.
Ayten Alpman`la yapılmış, büyük sanatçıyla ilgili en önemli ayrıntıları bizzat anlattığı söyleşiyi sevgili Tunçel Gülsoy yapmıştı. Bu tarihi röportajı sanatçının anısına yeniden yayına alıyoruz.
* * *
Radyo Cazkolik`te programlarını zevkle dinlediğimiz sevgili Tunçel Gülsoy sandığından özel bir hazine buldu çıkardı. 1998 yılında Türk pop ve caz müziği tarihinin en önemli seslerinden, ülkemizdeki kadın caz vokal geleneğini başlatan isimlerden biri sayılan gerçek bir duayen, Ayten Alpman ile uzun soluklu bir söyleşi gerçekleştiren Tunçel Gülsoy, İlham Gencer’in anılarının ardından daha da anlam kazanacağına inandığı ve arka arkaya yayımlanmasının da bir bütünü oluşturacağı düşüncesiyle arşivindeki bu söyleşiyi buldu, çıkardı, yeniden gözden geçirip bize teslim etti, biz de sizlere Türk caz geçmişine ışık tutacak ayrıntılarla dolu olan bu yazıyı sunuyoruz. Öncesinde Tunçel Bey’in başına eklediği not ile birlikte... İşte o yazı.
Cazkolik.com
Yazarın notu: Bu röportaj 1998 yılında yapıldı, benim yaşamım boyunca yaptığım en heyecan verici röportajlardan birisi idi. Yazılanlar o günün Ayten Alpman’nın bir fotoğrafı idi. Aradan geçen seneler içerisinde çok şey değişti, Türk müzikseverler onu yeniden keşfetti, albümleri yeniden basıldı, 50. Sanat yılı kutlamaları yapıldı, ben ve eşim o konsere kapıda son dakikada iade edilen bir çift bileti 5 kişinin arasından kapıp satın alarak girebildik. Salon tıklım tıklım dolu idi, herkes geçmişe gitti ve geldi. Başka şeyler de oldu, 1999 yılında deprem İstanbul’u vurunca onunla bu sefer de en son hayat arkadaşı Ümit Aksu üzerine konuşmak için ziyaret ettim, o sırada herkes korkudan bahçelerde oturuyordu, biz de bahçede konuştuk. İsmet Sıral’ı Türkiye Dost Kip sayesinde yeniden hatırladı. Yaşadığı müddetçe hiç kimseye röportaj vermeyen Süheyl Denizci vefat edince de ardından olsun bir şeyler yazabilmek için Ayten Alpman ile konuştum.
Açık Radyo’da sevgili arkadaşım Naim Dilmener ile radyo programlarımız arka arkaya idi, bir gün programlarımızı birleştirdik, Ayten Alpman’ı İlham Gencer ile aynı programda ağırladık, hem de canlı yayında bu gerçekleşti. Bir ara dördümüzün birlikte şarkı söylediği bir an bile oldu. Bu da radyoculuk hayatımın en güzel anlarından birisi idi.
İstanbul’da onun hayal ettiği güzel caz kulüpleri açıldı, yanılmıyorsam o da Nardis’te konser verdi.
Bugün Ayten Alpman ne durumda bilmiyorum ancak eski yazıyı okumak içimdeki anıları ve güzel duyguları yeniden canlandırdı, umarım çok yakında gene fareli köyün kavalcısı dinler gibi onun karşısına otururum.
Geçmişini bilmeyen gelecekten hiçbir şey bekleyemez. Bu yazıları okuyan insanların Türk jazz tarihine şekil vermiş insanlar ve olaylar hakkında biraz olsun bilgi sahibi olmalarını sağlayabilmişsem ne mutlu bana.
Tunçel Gülsoy
tuncelgulsoy@cazkolik.com
Cazkolik.com / 26 Temmuz 2009, Pazar
(Not: Bu röportaj ilk olarak ilgili tarihte Jazz Dergisi`nde yayınlanmıştır.)
Gün olur bir şarkı onu yaratanın öngördüğü boyutların ötesinde anlamlar yüklenir, sınırlarını aşar ve çok büyük insan kitlelerinin duygularını düşüncelerini ve umutlarını ötelere taşır. Lily Marlene işte böyle bir şarkıdır, İkinci Dünya savaşında cephenin her iki yakasındaki insanları dost olsun düşman olsun bir duyguda birleştirmiştir.
Sizlere böyle bir şarkıdan ve onun arkasındaki kadından bahsedeceğim, bir şarkıcı, bir anne, bir sevgili, bir dünya vatandaşı ve her şeyden önce bir insan.
Yıl 1974, Türk ordusu Kıbrıs’a çıkmaya hazırlanıyor, seferberlik var, tüm askerler bu hedefe kilitlenmiş. Kıbrıs açıklarında bir Türk denizaltısı denizin derinliklerinde sessizce beklemektedir. Denizaltı dediğin bir ufacık mekan, içinde ancak alışkın olan yaşayabilir, herkes birbirine yakındır orada, hatta askeri hiyerarşi bile yok olur bu mekanda. Tam o sırada üstlerinde bir Yunan denizaltısı olduğunu fark ederler. Deniz tüm sesleri mükemmelen taşır, en ufak bir ses düşmanın Türk denizaltısını fark etmesi ve bombalaması demektir. Büyük bir sessizlik içinde gergin bir bekleyiş başlar. O an ölüm ile yaşam arasındaki çizginin en ince olduğu yerdir. Askerler birbirleri ile sessizce helalleşmektedirler. Denizaltının telsizi açıktır, merkezden emir beklemektedirler. Ama o an başka bir şey olur, telsizden bir kadın sesi duyulur, güzel ve derin bir sesin söylediği kelimeler ölüm sessizliğini bozar; "Bir başkadır benim memleketim". Ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide bekleyen askerler bir anda duygulanırlar, vatanlarından gelen bu güzel ses onları coşturur, herkes ağlamaya baslar. Ölümün yanı başında yaşam yeniden güçlenir. İşte o sırada gemi komutanı içinden bir yemin eder. "Eğer günün birinde bu badireden sağ dönersek şu şarkıyı söyleyen kadını mutlaka bulacağım ve ellerinden öpeceğim". Kader ileride o duyguları derinden hisseden Amiral Kolbüken’in bu arzusunu gerçekleştirecektir.
Hemen hemen aynı zamanlarda evine dönmekte olan bir yorgun şarkıcı apartmanın alt katındaki komşusunun açık olan televizyondan şarkı söyleyen kendi sesini duyar, şaşırır, yukarı çıkar ve hemen kendi televizyonunu açar. Duyduğu doğrudur ama esas şaşırtıcı olan gördüğüdür. O şarkı söylerken arka planda jet uçakları uçmakta, tanklar geçmekte ve askerler gözükmektedir, bir an şarkının sözlerini tekrarlar, "Bir başkadır benim memleketim". Bir an için savaşın eşiğindeki gencecik askerlerin yanında olmak ister, Kader ileride bu duyguları hisseden Ayten Alpman’nın bu arzusunu gerçekleştirecektir.
Yılların jazz şarkıcısı hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği bir şekilde savaşa girmiş olan bir ülkeyi tek bir şarkıda ama jazz olmayan bir şarkıda birleştirmiştir, ne tuhaf bir kaderdir bu.
Aslında "Memleketim" şarkısının öyküsünün başlangıcı hiç de ilginç değildir. Her şey Şerif Yüzbaşıoğlu’nun ona bir Mirelle Matheiu parçasından bahsetmesi ile gelişir. "Tam senlik bir parça Ayten, Fikret Şenses de güzel Türkçe sözler yazdı, mutlaka okumalısın". O güne kadar jazz olsun hafif müzik olsun şarkılarında hep aşk ve duyguları dile getiren Ayten’e memleket temalı bir şarkı çok ters gelir, arkadaşlarının zoru ile yarım saatte stüdyoda kayıt yaparlar. Daha sonra o zamanlar çalıştıkları Carlton otelinde bu parçayı da repertuarlarına alırlar ama kimsenin ilgisini çekmez. Derken 1974 yılının Temmuz ayındaki o unutulmaz günler gelir ve "Memleketim" bir hit olur. Sonrası ise artik bir tarih yazılmasıdır. Tüm askeri birlikler teker teker Ayten Alpman’ı çağırmaya başlarlar. Bir gün pır pır bir nakliye uçağı ile Kıbrıs’a götürülür, Girne kalesinin içinde ters çevrilmiş bir portakal sandığının üstünde mikrofonsuz olarak savaş gazisi askerlere şarkı söyler, herkes ağlamaktadır. Sonra Gölcük’teki denizaltı filosunu ziyaret eder, artik her gittiği askeri birlikte teftişe gelmiş bir general gibi karşılanmaktadır. Bu geziler uzun zaman sürer, ayrıca binlerce mektup alır, bu şarkıyı çok defalar söyler ve insanlar hep beraber ağlarlar. Kendi tabiri ile hiç kimseye nasip olmayan bir askerlik yapar Ayten Alpman.
Ben kendimi bildim bileli Ayten Alpman oldu hayatımda, onun ile konuşmaya giderken içimde tuhaf duygular vardı. Gerçek denen şey görecelidir, zamana ve mekana göre değişir ve bazen gerçek ile hayal öylesine birbirlerine karışırlar ki hangisi nerede başlar hangisi nerede biter anlayamazsınız, ta ki hayalden kopup sadece gerçek ile karşı karsıya kalıncaya kadar. Ayten Alpman, hatıralarımda ve hayallerimde yarattığım ikondu ve ben onunla gerçekten tanışmaya gidiyordum.
Kapısını çalmadan önce karşılaştığım bir beye hangi katta oturduğunu sordum. Doktor musunuz diye sordu, yüreğim ağzıma geldi, hayır dedim, niye sordunuz, biraz rahatsızdı çantanıza baktım doktor sandım dedi. Sonunda kapısını çaldım ve endişe ile bekledim. O kısacık an bana çok uzun geldi ama sonunda kapıda açıldı, işte karşımda idi, önce o şaşırdı, daha evvel telefon ederek randevu almış olmama rağmen niye geldiğimi unutmuştu, bir an bozuldum ama çabucak randevumuzu hatırladı ve beni içeri davet etti. Artık ikondan gerçeğe dönüşün hikayesini yazabilirdim.
Ona kendisini yeni nesil jazz sevenlere tanıtmak için geldiğimi söyledim, biraz dudak büktü, yeni nesil jazz dinliyor mu diye sordu, aslında sorusunun içinde kendi cevabı da vardı ama hemen ona gerçek olan cevabi verdim, evet, çok değil ama çok meraklı ve güzel bir genç jazz dinleyicisi de var. İnanmış göründü. Kendisi çay içiyordu bana da ikram etti.
Davetsiz misafirlik zordur ama şükür ki çayın da etkisi ile heyecanım yatıştı ve kısa zamanda beklenen misafir statüsüne geçebildim. Yavaş yavaş etrafımı gözlemeye başladım. Önce iki sevimli kedi dikkatimi çekti. Bir tanesi tek göz idi, adını sordum, Sürahi dedi, şaşırdım, hani televizyondaki Sürahi hanım var ya işte onun gibi diye açıkladı. Sonra kedilerin ve onun arkasındaki hayvan sevgisi üzerine sohbete giriştik. Önce bana 13 yıl büyütüp baktıktan sonra kaybettiği kurt köpeğinin fotoğrafını gösterdi. Onun acısı ile bir daha köpek sahibi olmamaya yemin etmiş. Ama zamanla farketmiş ki tüm mahallenin bakımsız ve terkedilmiş kedilerine sokakta kendisi bakıyor. Ben onları seçmem, kediler beni seçer dedi. Derken iki gözü hasta olan Sürahi hayatına girmiş, tedavisini yaptırmış ve bir tanecik de olsa gözünü kurtarmış, sonra sokakta dayak yiyen bir başka kedi evin misafiri olmuş. Onun henüz ismi yok, belki yazımı beğenirse benim adimi verir diye duşundum. O an aklıma gelen eski bir kişilik testini ona uyguladım ve hangi hayvan olmak istersiniz diye sordum. Hiç düşünmeden kuş dedi, neden dedim ve cevap verdi:
"Kuşlar hürdür, sonsuz hürriyetleri vardır, güzel sesler çıkartırlar, karamsarlıkları iyimserliklere çevirebilirler, güzel yaşar kuşlar."
Bu testte cevap veren kişi aslında kendini anlatır ve çoğu zaman da test doğru çıkar.
Karşımda duran insan hürriyetine düşkün ve şarkıları ile karamsarlıkları yok eden bir insandı. Ayten Alpman, küçük ve özgürlük düşkünü küçük kuş. Ama kuş deyince evinin önündeki balkon dikkatimi çekti. Burası oldukça genişti, acaba kuşlar buraya geliyor mu diye düşünürken cevabını aldım:
"Sabahları kuşlarım beni görmeye gelir dedi, ama her kuş aynı değildir. Bak en beğendiğim kuş kargadır. Karga akıllı olur, güvercin ve serçeler kendilerine verilen ekmekleri sadece gagaları ile kapmaya çalışırken düşürürler, ama karga önce ayağı ile lokmasını sabitler, insanlar gibi kuşlar da bir değil işte."
Kimdir Ayten Alpman, müzik onun için nedir, jazz nedir diye sorarak sohbeti sürdürdüm ve o cevapladı:
"Son longplay’imi 15 yıl önce çıkartmıştım. Çok oldu ki albüm yapmadım. 65 yaşındayım, son beş yıldır konser hariç hiç şarkı söylemedim. Tüm yaşamım müzikle iç içe geçti ama ben hala kim olduğuma karar veremedim, niye bu dünyaya geldim, ne yapıyorum hala tam olarak bilemiyorum."
"Müzik nedir diye soruyorsunuz, bakın bunun cevabını vermek çok zor, müzik insanın yaşamı, hayatı, kısacası her şeyidir. Müziksiz bir hayat olmaz, mutsuz da olsam mutlu da olsam müzik dinlerim. Yemek içmek ne ise müzik de o işte, bitmeyecek bir ihtiyaç, yaşamın sürmesi için gereken bir şey."
"Bak şimdi de jazz nedir diye soruyorsunuz, jazz benim 40 senemi verip de hala anlayamadığım bir müziktir. Bakın insanların beni aptal sanmasını istemiyorum, ama jazz’ı sökmek ve içine girebilmek gerçekten zordur. Dinlerken bir şeyler anlarsın ama çalan ile konuşunca bambaşka şeyler sana söyleyebilir, jazz’ın öykülerini anlamak zordur."
Bu sözler üzerine sehpadaki tabakta duran üç kandil simidinden birini derhal kaptım, bir bardak çay daha ister misiniz diye sordu, sonra konuşmaya devam ettik:
"Mainstream jazz seviyorum, hani şu herkesin bildiği jazz’ı. Jazz’ın tüm babalarını dinledim. Duke Ellington, Miles Davis, Thelonious Monk, Dizzy Gillispie, Quincy Jones ve en önemlisi Ella’yı dinledim.
Ella’nın benim için ayrı bir yeri vardır. O benim ilk dinlediğim jazz şarkıcısı idi. 11 yaşındaydım ve "Tisket a Tasket”i dinledim. O zamanlar Türkiye’de LP falan yok, bir akrabamız yurtdışından bize hediye getirmişti, yüzlerce defa dinledim. Yıllar sonra bir gün onunla İsveç’te karşılaştım. Bir gün çaldığımız kulübe geldi. İsmet (Sıral) Ella geliyor, hemen Misty’i söyle dedi. Aklınca hava atacak. Aslında ben Misty’i çok güzel söylerdim ama hiç Ella’nın yanında olur mu, ret ettim ve “Besame Mucho”yu söylemeye başladım. Ella, toprağı bol olsun tam karsımdaki masaya oturmaz mı, bana bakıyor. Heyecandan öleceğim, ne söylüyorum, nasıl söylüyorum hatırlamıyorum bile. Şarkı bitti, Ella yanıma geldi, "You are a good girl" dedi, heyecanım geçmişti. İnsanlar büyüdükçe ruhen mütavazileşiyorlar. Büyük Ella gencecik bir meslektaşının gönlünü alacak kadar alçak gönüllü idi. Sonra biz onu dinlemiye Stockholm’e gittik, imzalatmak için bir LP sini almıştı. Konserden sonra yanına varmak için kalabalığın içerisinde bocalarken bizi uzaktan fark etti ve hemen yanına çağırdı. İsmet’in imzasını attıktan sonra bize dönüp "yarın bana Stockholm’ü gezdirir misiniz" diye sordu. Büyük insandı Ella.
Duke Ellington çok yakışıklı idi, onu çok beğenirdim. Bir gün onun orkestrasında sıçan gibi bir herif gördüm, güzelim Duke’e hiç yakışmıyordu, derken herif keman çalmaya başlamaz mı, ilk defa jazz’da keman çalındığını işitiyordum, o zaman adını merak ettim, Ray Nance dediler, sonra onun kim olduğunu anladım.
Monk’u hep kocaman elleri ile hatırlarım. Bir keresinde triosu ile İsveç’e gelmişti, Mafi Falay onun ile çalmak için trompetini kaparak Stockholm’e koştu, biz de peşinden gittik, beraber çaldıkları yeri bulduk, içeriden piyano sesi geliyordu, sessizce kapıyı araladım ve o kocaman bir çift eli gördüm, bir de kalpağını hatırlıyorum. Sonra Mafi ile jam session yaptılar."
Gözlerine baktım, yavaş yavaş anılarına doğru yol aldığını hissettim, aslında soru bile sormama gerek yoktu, o anlattı ve ben sessizce onu dinlemeye devam ettim:
"Yeşilköy’de doğdum, annem dünyanın en güzel kadını idi, kızıl saçları vardı, babamdan ben üç yaşında iken ayrıldı, ben annem ile büyüdüm, babamı çok az hatırlarım. Bir gün Nişantaşı Kız Lisesinde okurken beni görmeye gelmişti, korkudan yanına çıkamadım. Herhalde annemin onu kötülemesinden korkuyordum. Annem dedemin doktoru ile evlendi, çok büyük bir evde kalabalık bir aile olarak yaşardık.
Ortaokulu Erenköy kız lisesinde bitirdim, leyli olmaktan sıkıldım ve bir yıl da Nişantaşı Kız Lisesinde okudum. Sonra tekrar Erenköy Kız Lisesine döndüm ama kendisine çok yakınlık gösterdiğim bir kız arkadaşımın iftirası yüzünden okuldan uzaklaştırıldım. Hayatım boyunca hep zayıf olanlara, hastalara, özürlülere karşı içimde bir zaaf oldu ama bana da böyle bir arkadaşım ihanet etti, hiç kaçmadığım halde okuldan kaçtığımı söyledi. Disiplin kuruluna verildim ve ceza olarak simsiyah uzun saclarım bir tarafından kesildi. Üvey babam bir yıl okula gitme evde otur sonra tekrar devam edersin dedi, ama kısmet işte o kış okulum yandı ve ben bir daha asla o okula dönemedim."
Bu sözleri söylerken gözleri boşluğa takıldı, o okula bir daha gidememenin yüreğinde bir yara olarak kaldığını hissettim. Bana bir çay daha doldurdu, Sürahi ayağının dibine kıvrıldı ve sohbet kaldığı yerden sürdü:
"Üvey babam Malatya belediye başkanı olunca annem onun ile gitti, ben de gittim ama dayanamadım ve üç ay içinde döndüm, bana anneannem baktı.
Hırant Lusikyan bir zamanlar Yeşilköy Çınar’da çalardı, biz bisikletle onu dinlemeye giderdik, Hırant o zamanların çok mühim adamı idi, hepimiz bayılırdık çalışına. Bir gün bana sordu; "sen niye şarkı söylemiyorsun?". Ben o zamanlar Judy Garland’ın şarkılarını söylerdim. "Sesin güzel, ders almalısın, istersen ben sana ders vereyim" dedi. Hırant bana jazzcı olabileceğimi ilk hissettiren kişidir. Beni Cüneyt Sermet ile tanıştırdı, Cüneyt’te beni yetenekli buldu. O da beni Arif Mardin ile tanıştırdı. Arif Mardin ve Cüneyt çok iyi arkadaştılar, ikisi de Sarıyer’de otururlardı. Bana jazz plakları verdiler, eğer jazz’ci olmak istiyorsan çok dinlemelisin dediler. Dinleyip dinleyip tekrar onlara gittim, şarkılarımı dinlediler. İkisi birden bana Sevinç Tevs’i örnek gösterdiler. O yıllar jazz’ın ilk tadına vardığım seneler oldu, 1945 1946 yılları. Ella’dan sonra Julie Christie’yi çok beğendim ve taklit ettim. Aynı onun gibi oldum. Onun söylediği "It had to be you" parçasını söylerdim, sonra onun havasından kurtulmam gerektiğini anladım. Julie beyazdı, zaten bir beyaz ne kadar jazz söyleyebilir ki?"
Bu sözlerinde kesin bir ön yargı hissettim, değişik düşündüğümü belirtmek istedim ama o artık beni duyacak vaziyette değildi, geçmişini yaşamaya devam ederek gene anlattı:
"İlham Gencer’i çok eskiden beri tanırdım. Bana "esmerim" der akordiyon ile serenatlar yapardı. İlk evliliğimi 19 yaşında onun ile yaptım. İlham 23 yaşında idi. 7,5 yıl evli kaldık ve çok pişman oldum. İki çocuğumuz oldu. Sonra boşandık. Hemen arkasından İsmet Sıral ile İsveç’e gittik. Orada jazz tutkum tekrar depreşti. Bir gün Miles Davis’in "I remember Clifford" unu dinledim ve tabiri caiz ise delirdim. Bir kursa yazıldım ve şarkı söylemeyi teknik olarak öğrendim. Artık gırtlak yerine karın boşluğumu kullanabiliyordum. Bir yandan durmadan İsveç’teki jazz’cıları dinledim. Bir Lars Gluin vardı, onu çok beğenirdim, sonra eroinden öldü. Duke Ellington, Dizzy Gillespie falan derken gırtlağıma kadar jazz’ın içine girdim. Üç yıl böyle geçti, derken Türkiye’ye dönme vaktim geldi. Kendimi jazz’ı öğrenmiş ve dönüşümde İstanbul’u yıkacakmış gibi hissediyordum. Dönüşümde Erdem Buri’nin işlettiği "Çayhane" adlı kulübe gittik. Tülay German’ı dinleyeceğiz. Sanıyorum ki Tülay benim olmadığım o üç yılda çok gelişti. Tülay çıktı, arkasında sazlar filan var, derken bir söylemeye başladı, türkü gibi bir şeyler söylüyor, anlayamadım, şaşırdım, şok oldum. Beni oraya getiren İsmet’e sordum ne oluyor diye, cevap verdi, buna aranjman derler, şimdi artık bu müzik yapılıyor, Türkiye’ye hoş geldin. Sene 1965 idi, çok hayal kırıklığına uğramıştım.
Daha sonra Ihlamur’da Amerikan hastahanesinin arkasında bir kulüpte söyledim, Orhan’ın Yeri. Orhan’ın soyadını hatırlamıyorum ama idealist bir insandı, sonra öldü. Her gece bir iki masaya söylerdik. Sonunda kulüp kapanmak zorunda kaldı. O yıllar soysuz yıllardı. "Besame Mucho" bile yoktu. Her yer aranjman ile dolmuştu, İtalyanca şarkıya bir Türkçe söz yazarlardı işte oldu sana aranjman. Toprağı bol olsun, bir gün Fecri Ebcioglu beni çağırdı, "bildiklerini kendine sakla, evde dinle, ben sana bir kaç tane Türkçe sözlü şarkı yazayım, üç beş kuruş para kazan dedi. Beni elimden tuttu ve o zamanların Odeon plak şirketine gittik. Onlar ile birçok 45’lik plak yaptım, tam sayısını hatırlamıyorum. Geçenlerde Bilsak’da benim şarkılarımın çalındığı bir gece yaptılar. Gece saat dokuzdan bire kadar çalmışlar. O kadar şarkım olduğuna inanamadım.
Bu devirden en çok "Hayal Gibi" ve sözlerini Fikret Şenes’in yazdığı "Tanrı Aşkı Yarattı" yı severim.
Sonra Ümit Aksu ile tanıştım. O zamanlar Süheyl Denizcinin piyanisti idi, Bursa Çelik Palas’da tanıştık. Esas para getiren plaklarımı bu devirde yaptım. Ümit ciddi ve olgun bir insandı, İlham’ın tam tersi, bana çok destek oldu. Bu devirden "Tek Başına", "Feelings", "Ben böyleyim", "Yanımda Olsa", ve herkesin favorisi "Memleketim", sayabilirim. Bunlar çok sattı ama benim esas beğendiklerim daha az popüler olan "Birazcık Umut", "Ben Varım", ve "Yalnız Kadın" oldu.
Jazz’ı hiç unutmadım, hep içimde bir ateş olarak kaldı. Jazz her zaman bana bir ayrıcalık duygusu ve gurur verdi. Jazz çalınan bir yere girince evime girmiş gibi olurum, o mekan benimdir, benden bir parçadır. Bana hep jazz dinle dediler ve ben de çok jazz dinledim.
Zaman içerisinde jazz’ın içersinde oluşan sesleri ve diyalogları çözmeye başladım. Tam jazz’ı anlamaya başladım zannederken aslında hiç anlamadığımı hissettim. Ama anlamadığım zamanlarda bile ritim ve swing duygularini anladım. Swing jazz’in vazgeçilmez bir parçasıdır, eğer swing yoksa hemen hissedilir. Hep jazz’ın içinde oldum. Özellikle Big Band’i çok severim. O ne müthiş bir sestir, Big Band’in önünde söylemek çok başkadır. Yıllardır buna hasret kaldım. Süheyl Denizci TRT jazz orkestrasını kurdu ama bana altı yıl kan kusturdu ve şarkı söyletmedi. O emekli olunca Neşet yerine geçti, sağ olsun beni çağırdı. En son İstanbul Festivali çerçevesinde onlar ile söyledim, müthiş bir duygu idi. Önce bir hafta çalıştık, ses açtım sonra Kamil Özer’in aranjmanları ile "Going out of my head" ve "All of Me" yi söyledim. Zaten jazz defterini de sanırım bu noktada kapadım."
"All of Me" benim de ilk tanıdığım jazz parçamdı, mırıldanmaya başladım, güldü ama tüm ısrarlarıma rağmen bana katılmadı. O devirde annem ve babamla gittiğim Taksim Belediye Gazinosundaki açılışı yapan trompet melodisini sordum, ismini hatırlayamadı ama uyuyan kediler bile beni duyunca şöyle bir başlarını kaldırdılar. Artık bir kahve içermişiniz diye sorduğunda son kandil simidini de götürmüştüm. Şey dedi, çok güzel kanepeler yapabilirim beş dakikacık beklerseniz. Ama onu dinlerken beş dakika ayrı olmak bile bana uzun geliyordu, sadece kahve dedim. Büyü bozulmadan konuşmaya devam ettik:
Her söylediğim şarkıyı derinlemesine hissederim ama benim için en özel olanı "Someone to watch over me"dir. Kızım bazen bana sorar, "anne nasıl benim onbeş dakika bile kalmaya sıkıldığım kulüplerde iki saat şarki söylerdin". Ona şöyle derdim:"Kızım halkı unut, duy, hisset, havaya gir, ve kendin için söyle, sadece kendin için"
Ben müziği ve jazz’ı yüreğimde hissederim, hayatım boyunca da hiç kötü bir şey söylemedim. Bazen şarki söylediğim kulüplerde ortam gerçekten tatsız olur, tabak çanak sesi, kötü çalan bir orkestra. Aldırış etmem, o karmaşanın ortasında bir güzellik arar ve bulurum, mesela güzel bir mehtap görürüm ve artik o güzel şey benim şarkımın içerisindedir. Nasıl anlatmalı bilmem, hiç esrar içmedim ama galiba esrar gibi bir şey olmalı, şarkının veya o şarkının hikayesinin içerisine girerim ve onu anlatırım. Her ortamda o şarkıyı yaşarım. Bazen o şarkıyı gerçekten çok iyi söylediğime inanırsam kendi sesime ağlarım, çok az olur bu.
Kendi şarkılarımı ise hiç dinlemem, yüreğim sızlar da kaldıramaz. Televizyonda "Memleketim" çalınırsa hemen kapatırım.
Eski albümlerinin çoğunun kapağı var kendisi yoktu. Bir tanesini nispeten sağlam gördüm ve bana çalmasını rica ettim, ama çalamadı, evindeki müzik seti bozuktu. Halbuki onun albümünü onun yanında dinlerken yüzünü görmek istiyordum bu yüzden sadece dinlemeye devam ettim.
İsveç’e ilk gittiğimde o zamanlar esmer kadın çok azdı, bir de giderken Olgunlaşma Enstitüsüne güzel bir gardırop yaptırmıştım, çok süksemiz oldu. Ehliyetimi de orada aldım. 15 sefer imtihana girdim, yok yok direksiyonum iyi idi ama yazılıda sorulan İngilizce tabirleri anlamakta güçlük çekerdim. Her denemenden sonra gazeteler yazardı, Ayten Alpman gene ehliyet alamadı diye, ama sonunda aldım.
Bu noktada bana bir albüm çıkardı ve o ehliyeti aldığı gün imtihana girdiği hocası ile çektirdiği fotoğrafı gösterdi. Sonra bir dolu sararmış gazete kupürüne, fotoğrafa ve mektuba baktık. Kendisi ile röportaj yapan her gazeteci bu eski anıların bir kısmını alıp gitmiş, her gidenle beraber Ayten Alpman’ın geçmişinden bir parça kopmuştu. Ben de bir parçasını aldım bu anıların ama geri götürmeye söz vererek. Ama hissettim ki pek da fazla aldırış etmiyor bu konuda.
Albümün içerisinde bir de sararmış filim afişi gördüm bunun hikayesini sordum:
Oyuncu olarak çok yeteneksizim ama "Tek Başına" çok sevilmişti. Tutturdular, üstüme üşüştüler, ille de filim yapılacak, oynayamam dedim dinlemediler. Karşımda başrol oyuncusu olarak büyük Yıldırım Önal var. Hamlet gibi bir adam, inanılmaz, muazzam bir tiyatrocu. "Ben sizi oynatırım"dedi. Ve başladık, hakikaten beni oynattı, hatta bir sahnede ağlamam gerekiyordu, ağlattı. Allah rahmet eylesin. Resim olarak güzel bir filim oldu ama oyuncu olarak ben sıfırdım.
Aslında bu ilk filim denemem de değildi. Memduh Ün de beni Muzaffer Tema ile oynatmıştı. "Aşk Istıraptır" adlı film, gerçek bir ıstıraptı.
Zaman su gibi akıp gidiyordu ve ben fareli köyün kavalcısını dinleyen bir çocuk gibi onu dinliyordum. Bazen odada olup olmadığımı bile fark etmedigi hissine kapılıyordum. Sonra birden aklıma geldi, geçmiş geçmiştir ama ya bugünün Ayten Alpman’ı ne durumda idi, bunu öğrenmek istedim:
"Aslında kişi olarak dışa dönük ve girişken de değilim, yeni insanlar ile tanışmayı sevmiyorum, insan ilişkilerimde çok tutucuyum, kırk yıldır aynı terzi ve berbere gidiyorum, saç modelim yıllardır aynı ve en mühimi 32 yıldan beri hayatımda Ümit var. Ümit Aksu ile dört yıl evli kaldım ve ondan da boşandım ama Ümit benim dostum olarak kaldı. Gene benimle kalıyor ama gene de kendimi çok yalnız hissediyorum, neden böyle onu da bilmiyorum."
"Bu gün düşünecek çok zamanım oluyor, ama kendimi çok yalnız hissediyorum. Çocuklarım var, torunlarım var ama gene de çok yalnızım. Yıllarca çok büyük bir tempo ile çalıştım, kişilik olarak verilen işi çok iyi yapmaya çalışırım. Tatil nedir bilmedim. Dünyanın her halde bir yarısını dolaştım ama dostluklar kuracak ve geliştirecek vaktim olmadı. Bunu istemeden de olsa ihmal ettim."
"Bu gün iki arkadaşım var çok şükür. Handan bir büyükelçi eşi idi, şimdi eşinden boşandı, çok şık ve hoş bir hanımdır, hayatım boyunca ona benzemek istedim. Yıllar boyunca çok kopukluklar da olsa dostluğumuz sürdü."
Tam bu sırada telefon çaldı ve o telefonu açtı. İnanılmaz bir tesadüf, arayan Handan Hanım idi ve Mısır’dan döndüğünü bildiriyordu. Ayten Alpman’nın gözlerinin parladığını gördüm, “kalp kalbe karşıdır” sözünü hatırladım. Bir müddet konuştular, bir röportaj yapıldığını söyledi. Handan hanımın dediklerini Ayten Alpman’nın cevaplarından tahmin edebiliyordum. Bir ara gazetecilere dikkat et, yanlış bir şey yazmasınlar gibi bir şeyler söylemiş olmalı ki "yok şekerim, çok iyi bir arkadaş" diye benim hakkımda bir şeyler söyledi. İşin doğrusu bu sözler beni çok mutlu etti. Kahveleri tazeledik ve o anlatmaya devam etti:
"İkinci arkadaşımı her halde tanırsınız, Alev Oraloglu. Lise yıllarından beri tanışırız. Hani okul da ceza olarak saçımı kesmişlerdi ya, bir çay davetine gideceğim kesik saçlarımdan dolayı gidemiyorum. Alev bana annesinin kestiği kendi saçlarından bir kısmı ile benim kesik saçıma bir ek örgü yapmıştı. Tek bir sorun oldu, Alev’in sapsarı saçları vardı, ben ise çok esmerdim. Benim siyah saçlarımın üstünde onun sapsarı saçları biraz tuhaf durdu. Aslında bir anlamda ben Türkiye’nin ilk "Punk" müzisyeniyim.
Çalışma hayatının o pırıl pırıl havası geçtikten sonra insan yalnız kalıyor, bir gün çalışma hayatı bitiyor ve aslında yalnız olduğunu hissediyorsun. O her sabah işe gitme duygusunu arıyorsun. Tek hobim golf idi, onu İsveç’te olduğum yıllarda geliştirmiştim, hatta 1963 yılında orada aldığım bir derece bile var ama bu gün o da kalmadı. Hobisiz olmak çok zormuş. İnsanın bir uğraşısı olmalı. Sabahleyin gazeteyi okuduktan sonra ne yapacağımı bilemiyorum, o an gün bitmiş oluyor. Birilerine gidip çan çan konuşmayı da sevmiyorum, kafam o kadınlara da uymuyor. Bol bol yün örüyorum, yazın şu kocaman balkonda çiçek yetiştiriyorum ama ne yaparsam yapayım sıkılıyorum.
Hayatım boyunca deli gibi roman okudum, derken bir gün ben de bir roman yazdım, bir çeşit deneme de diyebilirsiniz. Kendi hayatımı isimlerden bahsetmeden olduğu gibi yazdım. Ama bir baktım ki yazdıklarım çok kişiye ayıp olacak, hevesim kaçtı, bos verdim. İlham Gencer’den iki çocuk ile ayrılmamın da öyküsü var ama vaz geçtim, İlham’ı da kıramam.
Aynı şiddet ile onbeş kişiyi de sevebilir insan, tanrının insanları böyle yarattığına inanıyorum. Çok aşık oldum hayatım boyunca ama sanırım artık bitti. En son ne zaman aşık olduğumu soruyorsunuz ama bunu söylemeyeceğim. Ancak şunu söyliyebilirim. Aşk dünyanın en güzel şeyidir. Tek inandığım şey aşkın her zaman var olduğudur. Ve hep aşk oldu hayatımda.
İnsanlara şunu söylemek isterim; Aşkı bulanlar onu asla kaçırmasın ellerinden, bol bol ve utanmadan, sıkılmadan yaşasınlar, hesap vermeden, aşkın hatırası bile güzel insanın ileri yaşlarında.
Her insanın hayatında kavşaklar vardır, bu kavşaklar bazen kişiyi iyiye bazen de kötüye götürür. Kavşakların ötesini çoğu zaman onları dönmeden göremeyiz, ve gene çoğu zaman kavşaklarda yolumuzu değiştirmeye cesaret edemeyiz. Ama yıllar geçip de hayat akıp gidince herkes içinden yaptığı geçmişe yolculuklarda o kavşakların ardındakileri sorgular. Ayten Alpman bu sorguyu benim yanımda yaptı:
Hayata yeniden gelse idim aynı şeyleri yapardım, geriye bakınca iyi ki her şeyi yapmışım diyorum. Çok dolu dolu yaşadım. Belki de bugün içinde olduğum boşluk biraz da bu yüzden. Ama benim de hayatımda kaçırdığım iki fırsat oldu. Bu gün olsa onları da denerdim. Bunlardan ilki BBC’nin müdürü Villace Connover’in yeni ve yetenekli şarkıcıları keşfetmek için İstanbul’a gelip bizleri o zamanki "Çatı" kulüpte dinlemesi idi. Kimler söylemedi ki o gece, Ayfer, Sevinç, Tülay, hatta Erol Büyükburç bile vardı. İlham çok kıskançtır, beni kulübün arkalarına bir yere oturttu. O zamanlar iki çocuğum var, bir yandan mutsuz bir aile hayatı bir yandan da müzik dolu geceler sürdürüyorum. Adam beni de çağırttı ve iki parça söyledim, "Black Cofee Blues" ve "I have got you under my Skin". Yerime döndüm ve kaldığım yerden iskambil falı bakıyorum. Adam biraz sonra yanıma geldi, “sen delirmişsin” dedi. En iyiniz Sevinç Tevs ama sen de olan ve onda olmayan bir şey var, sen yürekten söylüyorsun, “moody” bir şarkıcısın, isterdim ki sana bir fırsat vereyim. Bir an düşündüm, nasıl gideyim, iki küçük çocuk ve derken İlham tepemde bitti, bakışlarında kıskançlık ve hiddeti aynı anda gördüm, karar verilmişti gidemedim. İkinci şansım İsveç’te oldu. Quincy Jones ile tanışıyordum, o zamanlar bu günkü kadar şöhretli değildi, başıma musallat oldu, sana söz vermiyorum ama gel beraber Amerika’ya gidelim, sana bazı imkanlar yaratabilirim dedi. İsmet “deli misin, git yahu” diyordu ama ben gidemedim, İsveç’li bir adama aşıktım, gönlüm onu bırakmaya elvermedi. Bilmem bir şey olur muydu ama dünyaya bir defa daha gelsem bu iki fırsatı mutlaka denerdim."
Ne çay kaldı ne de kahve, saatler geçti gitti. Konuşmamızın başında bugünkü gençler jazz dinliyor mu diye sormuştu, ben de evet demiştim, son olarak onu tekrar bu güne döndürmek istedim.
"İstanbul’da 45 yıldır doyumlu bir jazz mekanı olmadı, eskiden bir özenti vardı ama samimi değillerdi. Simdi bir samimiyet var ama mekan yok. İsterdim ki İstanbul’da beş altı tane jazz mekanı olsun, benim gibi artik para kazanma kaygısı olmayan insanlar buralarda söyleyebilseler. Kendimi koparılmış hissediyorum, birikimimi gençlere şarki söyleyerek aktarabileceğim jazz mekanları olsun istiyorum. Şu son konserimde aldığım zevki asla unutamam. Arkamda otuz kişilik bir orkestra ile çalarken yıllarca önce kaybettiğim bir şeyi buldum, jazz in ritmini ve duygusunu yaşadım, jazz da ritmin içinde duyguyu da katabilmek müthiş oluyor."
Bu gün ki nesilde damadım İmer Demirer’i beğeniyorum, çok iyi bir trompetçi o. Gitarcılardan Kamil Özler dikkatimi çekiyor. Bir de TRT orkestrasında İsveç’ten gelmiş bir tromboncu çocuk var adını hatırlamıyorum ama iyi çalıyor. Bu günlerde yabancilardan Stephanee Grapelli’yi dinliyorum, arabamda kaseti var. Frank Sinatra ve Barbara Streissand’ıda çok beğenirim. Mel Torme’yi biliyor musunuz, bir an onun için çıldırmıştım.
Stephane Grapelli’nin 1 Aralıkda öldüğünü söyleyince çok üzülüyor ve “ah canım" diyor.
Bir insanın anılarını paylaşmak güzeldir ama biraz da zordur. Her duyduğunuz şey sanki yaşamışçasına sizinde bir parçanız olur. Ben de böyle hissettim ve dolu dolu yaşanmış bir hayatı bir ucundan yüklendim. Paylaşmak aynı zamanda sorumluluk da getirir, onun anılarını kelimelerini değil ama ruhunu bozmadan başka insanlara aktarmanın ağırlığını hissettim.
O gece ben ikon’um ile tanıştım ve onu yaşadım. O ete kemiğe büründü ve bana kendini anlattı. Önce her şeyden elini eteğini çekmiş ve gayesiz bir insan portresi çizmeye gayret etti, hatta kendisi ile ilgilenildiği için kızgın olduğu bile söylenebilirdi. Ama sonra sisler dağıldı ve ben sahnenin arkasına geçtim, o zaman içinde hep bir ışık yanan özgür küçük kuşu gördüm. Yıllar kuşu hırpalamıştı ama içindeki coşku aynen duruyordu. Jazz ile yaşanmış bir hayat gördüm ama sanıldığının aksine bitmemiş ve için için yanıyordu tıpkı bir kor gibi.
Bu günün Ayten Alpman’nının genç nesillere aktaracak çok güzel şeyleri var, hepside yaşanarak öğrenilmiş ve mutlaka ileriye taşınılması gereken birikimler bunlar. O ülkemizin önemli bir jazz birikimi, sevseniz de sevmesiniz de asla kayıtsız kalamayacağınız biri. Arto Tuncboyaciyan’dan duymuştum, jazz yaşadıklarımızın ses olarak ifadesidir, Ayten Alpman’ın ise tüm yaşadıklarını aktarmamış olduğunun şahidiyim.
"Memleketim", bir başkadır bu şarkının yeri hayatımızda. Şarkının aslı 1942 yılında ölmüş olan Yahudi bir bestecinin eseridir ve duadan sonra hahambaşının duyduğu mutluluğu anlatır. Ama kader bu, o mutluluk şarkısı nerelerden gelir ve ne umulmadık zamanda ne umulmadık bir anlam yüklenir.
Yıl 1974, Türk ordusu Kıbrıs’a çıkmaya hazırlanıyor, seferberlik var, tüm askerler bu hedefe kilitlenmiş. Kıbrıs açıklarında bir Türk denizaltısı denizin sessiz ve derin beklemektedir. Tam o sırada üstlerinde bir Yunan denizaltısı olduğunu fark ederler. Deniz tüm sesleri mükemmelen taşır, en ufak bir ses düşmanın Türk denizaltısını fark etmesi demektir. Büyük bir sessizlik içinde gergin bir bekleyiş başlar. Ama o an başka bir şey olur, telsizden bir kadın sesi duyulur, güzel ve derin bir ses, kelimeler olum sessizliğini bozar; "Bir başkadır benim memleketim..."
Acaba o ses yukardaki denizaltıdan da duyuluyor muydu?
Tunçel Gülsoy
Cazkolik.com / 26 Temmuz 2009, Pazar
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.