Doğrusu önce, kapımızın dışına bile ancak mecbur kaldıkça, türlü çeşit önlem ve bin bir endişeyle çıktığımız şu günlerde seyahat etmenin keyifleri üzerine veya dünyanın bize uzak köşelerine dair bir şeyler yazmak doğru mu diye epey tereddüt ettim. “İnsanların aklına, yakın gelecekte gerçekleşmesi imkansız hayaller, kavuşması uzun süre mümkün olamayacak sevdalar düşürmek; belki şimdi ışık yılları kadar uzak gelen bambaşka bir zamana ait anıları hatırlatıp hüzünlendirmek hata mı acaba?” diye sordum kendi kendime. Ama sonra karar verdim ki yaşadığımız bu kabusta, kendi veya ruhu gezgin olan herkes için, hayat normale döndüğünde yoluna kaldığı yerden devam etmeyi umut etmek ve bu güne kadar uzak diyarlarda dağarcığına kattığı anıları hatırlayarak yeni hedeflerin hayalini kurmak aslında yapılacak en doğru şey… Bu yüzden bu ara iptal etmek zorunda kaldığım geziler için yas tutmak yerine, geçmişte tadına varıp keyfini çıkardığım ve gönül heybeme atıp sonsuza dek “benim” saydığım güzelim diyarlardan birisini anıların arasından çıkartıp sizinle onu paylaşmaya karar verdim.
Don Kişot ve Sanço Pança
Kötü bilimkurgu öykülerini andıran yaşadığımız bu anlamsız eziyet her ne kadar tüm dünyanın ortak derdi olsa da bazı ülkeler görece olarak daha fazla etkilenmiş gibi. Ben bu satırları yazdığım sırada bunlardan birisi de İspanya. Pek çok çarpıcı özelliğiyle; ateşli müziği, tarih kokan kentleri, lezzetli ve namuslu mutfağı, kısacası yüreğe dokunan bir sürü farklı öyküsüyle hiç fark ettirmeden insanın kanına girip tercihleri arasında kocaman bir yer edinen İspanya. Coşkulu ruhların ve sıcakkanlı insanların, her köşesinde farklı bir yaşam sevinci barındıran güneş ülkesi yani.
Antonio Gaudi'nin La Sagrada Familia kilisesi
Ben İspanya’ya birçok kereler gittim… Gezip görmek için, iş toplantısı yapmak için veya başka bir yere uçmadan önce durup soluklanmak için… Madrid’e, Barselona’ya; Mallorca, Marbella’ya; Granada, Sevil ve Kordoba’ya… Gerçi tabii keşke fırsat varken Bilbao’da Guggenheim Müzesi’ni de gezmiş, Rioja’da bağbozumuna da katılmış ve Girona’da Çiçek Festivali’ni de yaşamış da olsaydım! Artık bu dediklerimi yapmak kim bilir ne zaman mümkün olacak! Pişmanlıklar olumsuz enerji ürettiriyor insana ama; o yüzden hemen aklımı başıma alıp yaşayamadıklarıma hayıflanmak yerine gönlümde var olan İspanya hazinesine geri dönüyorum ve bu güzelim memleketin bana unutulmaz keyifler yaşatmış köşelerinde bu kez hayali bir geziye çıkarak umutlarımı tazeliyorum. Gelin diyorum bu kez de birlikte gidelim İspanya’ya; bir de beraber seyahat edelim bu hem Lorca’yı, Picasso’yu ve Albeniz’i yetiştirmiş ama hem de Engizisyonu, Hernan Cortes’i ve General Franco’yu yaratmış çarpıcı tezatlar ülkesine.
Pablo Picasso
Önce ülke hakkında bildiklerimizi kısaca bir hatırlayalım bence ve sonra bu renkli diyarın nasılsa bir seferde tamamını gezmek mümkün olmayacak güzelim köşelerinden birisini seçerek hayali uçağımızı buraya indirip gezmeye başlayalım. Göreceksiniz gittiğimiz her yerde bize çok ilginç bir tarih, eşsiz Akdeniz lezzetleri ve çok özel sanat eserleri eşlik edecek ve en güzeli, göreceksiniz yol boyunca farklı müziklerin içimizde yansıyan tınıları hep bizimle olacak.
Dünyadan sayısız ziyaretçi çeken domates festivali
İspanya bazen lise tarih derslerimiz, bazen popüler bir filmden unutamadığımız bir sahne, bazen de dilimize kim bilir nereden takılmış bir şarkı sayesinde isimleri bize bilindik gelen idari bölgelerden oluşuyor. Şüphesiz bu bölgelerden hiçbirisinin özelliklerini öyle detaylı olarak bilmemiz söz konusu değil. Sadece tuhaftır, insan nedense Katalanya, Aragon, Valencia, La Mancha, Endülüs gibi kelimeleri duyunca bunların çoğuna hiç gitmemiş olsa da çok iyi bildiği bir tanıdığın adını duymuş gibi oluyor. Ben üstelik, bu aşinalıkla da yetinmeyip hepsi ayrı bir büyü taşıyan bu isimler etrafında serüven öyküleri hayal etmeye başlıyorum. Düşünsenize La Mancha’da Cervantes’in eşsiz kahramanı Don Kişot ile birlikte yel değirmenlerini kovalasak, Kastilya’da Kraliçe Isabella ile karşılıklı sohbete oturup ona “Yapma bacım, nedir bu engizisyon eziyeti! Gözünü seveyim, şu rezaleti kes artık!” desek ve sonra birlikte kocası II. Philip’in memleketi Aragon’a geçip Kristof Kolomb’un bilinmeyene doğru çıkmak üzere olduğu keşif yolculuğunun planlarına son bir kez de beraber göz atsak… Biraz daha eğlenceli bir şeyler isteyince, Valencia’daki turunçgil bahçelerine dalıp güneş bir öğle vakti portakalların kabuğuna değdiğinde ortaya çıkan enfes aromayı içimize çeksek ve sonra belki Tomatina festivaline katılıp üstümüzü başımızı domatese bulasak. Ardından mağrur insanlar beldesi Katalanya’da bir tapas barda yiyeceklerle midemizi ve sohbetle gönlümüzü şenlendirirken boğa güreşinin yasaklanmasının şerefine kadeh kaldırsak ya da Bask Ülkesine gidip bıçkın bakışlı gözü kara delikanlılardan direniş öyküleri dinlesek belki. Ve tabii sonra bize kültür olarak en yakın olanında, Endülüs’te yani, minicik bir kentin daracık bir sokağından hiç kimseye görünmeden tarihin derinliklerine doğru süzülürken birden karşımızda bir Emevi bilgesi bulsak. Zaman kaysa mesela ve tam biz onunla halife II. Hakem’in Kurtuba Kütüphanesi’ne son eklediği kitaplar hakkında sohbet etmeye başlayacakken, çevremizdeki yüksek duvarların sakladığı avluların birisinden kulağımıza yanık bir sesin kastanyet eşliğinde haykırdığı taptaze bir aşkı anlatan yakıcı dizeler çarpsa. Fena mı olur? Bence hayır, tersine şahane olur… Ama bakın gördünüz mü, İspanya’nın büyüsüne kendimizi kaptırdık bile. Ben demiştim size, bu ülke hiç fark ettirmeden insanın ruhunu fena halde avucunun içine alıverir diye.
Tapas barları
Ama tabii ki gerçek hayat her zaman benim hayallerime benzemez; bu kadar çok güzelliğin anavatanı olan ve böyle buram buram macera ve heyecan kokan bu ülkede her şey öyle her zaman güllük gülistanlık değildir. Bir kere bu saydığım bölgelerin çoğu, başta Bask Ülkesi ve Katalanya olmak üzere, kendisini İspanyol saymaz ve bağımsızlık ister. Dilleri, kültürleri farklıdır. Dertleri hiç bitmez. Sonra İspanya, II. Dünya Savaşı öncesi berbat bir iç savaş yaşamış ve ardından bu savaşın galibi General Franco’nun kurduğu ve o ölünceye kadar otuz altı yıl sürmüş olan bir diktatörlüğe katlanmak zorunda kalmıştır. Üstelik, tarihe “son faşist diktatör” olarak geçen Franco savaş sırasında Hitler ve Mussolini’ye destek olduğu için ülke savaştan sonra da epey zor günler geçirmiştir. Kısacası, 1975’ten beri demokratik bir cumhuriyet olan İspanya bu yaşadıklarıyla sanki daha önce yüzyıllar boyu farklı insan gruplarına çektirdiklerinin bedelini ödemiş gibidir. Çünkü doğrusu ülkenin eziyet etme konusunda gerçekten hiç de iç açıcı bir geçmişi olduğu söylenemez. Örneğin, Emeviler’in İber yarımadasında yedi yüz seksen bir yıl süren hükümranlığı boyunca Müslümanlara karşı bilenmiş olan öfke, egemenlik tekrar Hıristiyanların eline geçince, yöredeki herkesin yeniden “gerçekten inanmış” dindarlara dönüştürülmesi (reconquista) çabası haline geldiği için, tarihteki hepimizin bildiği yüzkaralarından birisini, Engizisyon mahkemeleri rezaletini doğurmuştur. Bu dönemde, sadece Müslüman ve Musevilere değil, Engizisyonun uygun gördüğü kurallara yeterince uymayan Hıristiyanlara da uygulanan işkencenin yirmi yıla yakın sürdüğü tarihle ilgilenen herkesin malumu. Ardından gelen keşifler çağının Amerika kıtasındaki en kanlı kıyımlarını da yine İspanyol asıllı “kaşifler” gerçekleştirmiş. Özellikle Hernan Cortes’in Meksika’da Aztekler’e yaptığının uzak yakın benzerlerini, bugünün modern toplumları “katliam” ve “soykırım” gibi kelimelerle tanımlıyor; İspanyolların tercih edeceği gibi “keşif” ve “aydınlanma” falan gibi kavramlarla değil. Bana kalsa ben tüm bunlara boğa güreşi vahşetini de ekleyeceğim ama Fransız besteci Bizet’nin Sevilla’da geçen ölümsüz eseri Carmen’den “Toreodor Şarkısı” kulağıma çalınınca duraklıyorum biraz. Yoksa bu acımasız eğlencenin bence Roma döneminin gladyatör dövüşlerinden pek bir farkı yok. Örneğin, Mardid’deki Las Ventas arenasında ta 1929’dan beri toplanan binlerce kişinin kimi zaman gariban bir boğanın, bazen de ömrünün baharında bir matadorun ölmesini sevinç çığlıkları atarak alkışladığını düşünmek beni doğrusu çok fena yapıyor.
İspanya İç Savaşı'nda faşist Franco'ya karşı savaşmak üzere dünyadan çok sayıda devrimci desteğe gelmişti
Kısacası, İspanya da pek çok diğer dünya ülkesi gibi günahıyla sevabıyla karmakarışık bir geçmişin mirasını sırtında taşıyor. Ama zaten insanoğlu çok nadir sadece çok iyi veya tamamen çok kötü olabiliyor. Dolayısıyla, tarihin bu size anlatmasam olmayacağı için hatırlattığım sayfalarından ötürü bugün bu canım memleketi karalamak gerekmiyor tabii ki. Böyle yapmak, zaten günümüz Avrupa’sında nedense hep biraz “güneyli” ve “köylü” olarak algılanan İspanyollara gerçek bir haksızlık olur. Çünkü hemen tüm Akdeniz insanları gibi yaşam dolu, yaratıcı, ateşli, güler yüzlü ve özellikle yakından tanıyınca çok dost bir millet İspanyollar. Ve yukarıda bir çırpıda saydığım vahşet öykülerine karşın, bu ülke Cervantes’i, Goya’yı, De Falla’yı, Rodriguez’i, Almadovar’ı, Saura’yı da yetiştirmiş. Böyle bakınca İspanya, tarihin karanlığına gömülen bunca kötülükten kendi payına düşenlerin karşılığını, dünyaya ölümsüz güzellikte sanat eserleri yaratarak çoktan ödemiş de diyebiliriz yani. Ayrıca İspanyol kültürünün dünyaya kattıklarından söz ederken, zorla da olsa Güney Amerika’ya yerleşmiş olan İspanyol dilinde yazılan ve bu kültürün etkisiyle bu kıtada yaratılan edebiyat ve müzik şaheserlerini de unutmamak gerek. Ve doğrusu benim tanıdığım aydın İspanyolların hemen hepsi, Emeviler’den İspanyol kültürüne miras kalanların kıymetini bilmek gerektiğini açıkça kabul ederler. Arap mimari tarzından esinlenmiş kemerli kapılardan geçilerek girilen kafelerde veya geleneksel Ortadoğu stilindeki avlulu evlerin kuytu köşelerinde oturmuş sohbet ederken, flamenko müziğin oryantal tınısı kulaklarda çınlarken veya öz be öz Doğu Akdeniz’in lezzetleri badem ile safranın tat kattığı bir paellanın keyfi damağınıza takılıp kalırken aksini düşünmek mümkün mü zaten? Uzun sözün kısası, bana sorarsanız eğrisiyle doğrusuyla, son derece yaratıcı ve sıcakkanlı insanların, son derece keyifli ve çekici ülkesidir İspanya.
Kristof Kolomb
Ülkeye böylece girdikse, bence artık yolumuzu ilk durak olarak Madrid’e çevirebiliriz. Hem Avrupa’nın en büyük kentlerinden birisi hem de ülkenin başkenti olarak bu yolculuğa başlamak için en uygun nokta sayılır çünkü. Birbirinden güzel mekanlarında gerçekleşen yeme-içme, müzik-eğlence ve sanat etkinlikleri geceler boyunca, sabahın erken saatlerine dek sürdüğü için gökyüzünün bir türlü kararmadığı, içinde barınan cıvıltılı hayatın neredeyse yirmi dört saat sımsıcak bir ışık olarak meydanlara ve sokaklara yansıdığı bir kenttir Madrid; Akdeniz’den kilometrelerce uzakta olduğu halde son derece Akdenizli olan bir kent.
Palacio Real
Bulunduğu yer aslında tarih öncesi zamanlardan beri kendi çapında bir yerleşme alanı ama bugünkü kentin temellerinin atılmasına dair ilk yazılı belge 9. Yüzyıldan. O yıllarda ilk kez Kordoba Sultanı I. Muhammed burada, şimdiki Palacio Real’in yani Kraliyet Sarayı’nın yerinde bir saray yaptırıyor. O zaman için adet olduğu üzere, korunması için de hemen yanına minik bir kale; Al Mudayna kalesi. Saray bugün kentin içinden geçen Manzaneres Nehrinin hemen yanında olduğu ve bu nehre Müslümanlar Arapçada “suyun kaynağı” anlamında Al Majrit adını verdikleri için bu ismin daha sonra değişerek önce Majerit, sonunda da Madrid haline geldiği söyleniyor. Kalenin içerisine yapılmış olan cami ise kent tekrar Hıristiyanların eline geçince yıkılarak yerine şehrin koruyucu azizesi adına, freskolarıyla ünlü Virgin of Almudena Kilisesi yapılmış. Söylemeye gerek yok; bu azizenin adı da Arapça Al Mudayna (kale) sözcüğünün değişikliğe uğramış hali.
Plaza Mayor
Şimdi haydi kapatalım gözlerimizi. Önce Plaza Mayor’dayız. Bir meydanlar kenti olan Madrid’te Plaza Mayor benim için en keyifli alanlardan birisi. Biz sizinle meydana açılan on adet kapıdan birisi olan Archo de Cuchilleros’un merdivenlerini tırmanarak girmiş olalım buraya ki böyle tarihi bir binanın içinden geçerek ulaştığımız yer iyice kafamıza kazınsın. Daracık sokaklarda yürürken birden kendimizi insana böyle geniş nefes aldıran bir meydanda bulmanın mutluluğunu daha iyi yaşayalım. Günümüzdeki haline gelmeden, tarihte önce Plaza Arrabal olarak bir pazar yeri vazifesi görmüş, daha sonra Engizisyon mahkemelerine ve boğa güreşlerine mekan olmuş bu ilginç meydan benim nedense içindeyken kendimi hep güneşlenen bir kedi misali mutlu hissettiğim bir yer. İsterseniz bugün de hayalimizde Plaza Mayor yine oldukça kalabalık olsun; sanki bomboş kaldığı bu kabus günler hiç yaşanmamış gibi... İnsanlar keyifle yürüyor, meydanı çevreleyen dükkanlarda alışveriş yapıyor, ayaküstü sohbet edip birbirinden güzel kafelere doğru yöneliyor olsunlar. Biz de kral 3. Fellipe’nin ortada yer alan heykelinin etrafından dolanıp portikolarla çevrili bir avlu şeklinde tasarlanmış olan bu güzelim meydandaki birbirinden güzel binalara, üzeri resimlerle süslü olan 16. Yüzyıl yapımı Casa de la Panateria’dan başlayarak, bir göz atalım önce. Sonra renkli paket taşlarıyla döşenmiş meydanı tekrar boydan boya geçip özel bir alanda olduğumuz duygusunu iyice içimize sindirelim. Hava güneşli, zaman Akdeniz baharı olsun. Meydanın bir köşesine ilişip yüzümüzü güneşe döndürerek, bulunduğumuz bu nokta için evrene şükredelim sonra; hatta bir an zamanı durdurup gelecekteki benzer nice güzel günlerde gideceğimiz benzer nice güzel yerleri hayal edelim. Ve kendi kendimizle baş başa kaldığımız bu huzur anının kıymetini bilelim çünkü uzun sürmeyecektir; meydanın önümüzde kaynayan cıvıltısı bizi fazla beklemeden yeniden içine, Madrid’in hareketli yaşamına geri alacaktır mutlaka.
Puerto Del Sol
Ama olsun, bu kadar mola bize yeter zaten. İçimize böylece çektiğimiz enerji bizi bir sonraki durağımız olan Puerto del Sol’a, yani Madrid’in Güneş Kapısı’na, rahatça götürecek güçtedir. Puerto del Sol, kentin merkezi olarak kabul edilen meydandır. Eski Madrid’in kale ile korunan doğu girişinde yer alır. Artık kendisinden neredeyse hiçbir iz kalmamış olan bu eski kale bana tabii ki tüm diğer yok olmuş eski zaman kaleleri gibi, İstanbul’un önemli bir bölümü yıkılmış şehir surlarını hatırlatıp ülkelerin tarih boyunca birbirinden habersiz kesişen yollarını düşündürür. Puerto del Sol 1880’lerden beri kafeler ve dükkanlarla dolu, son derece hareketli bir meydandır. İspanya’nın tam orta noktasını gösteren “Sıfır Kilometre Taşı” ve Madrid’in sembolü olan çilek ağacına sarılmış bir ayı heykeli (El Oso el Madrono) bu meydandadır. Madrono yani çilek ağacı kelimesi kentin sembolü olmakla kalmaz, aynı zamanda bir söyleme göre, Madrid isminin de kaynağıdır. Gördüğünüz gibi, büyük ve eski kentlerin her köşesiyle ilgili çeşitli tevatür mevcut, aynı konuyu farklı biçimde anlatıp duran efsaneler bitip tükenmiyor ve doğal olarak Madrid kenti de bu genellemenin dışında değil. Ülkenin orta noktasını gösteren taş ise aynı zamanda kentin sokaklarının başlangıç noktası olduğu için de ilginç. Madrid’teki sokaklar bu taştan uzaklaştıkça büyüyen sayılarla belirlenmiş bulunuyor.
Chicolateria San Gines
Puerto del Sol aslında üzerinde yaşananlar açısından da tipik bir büyük kent meydanı. Tarihi zenginlikler taşıyan tüm yaşlı ve heybetli kentlerde olduğu gibi Madrid’in geçmişinde de pek çok iyi ve kötü olay şehrin ana meydanında gerçekleşmiş. Bu yüzden bu meydanın dağarcığında da suikastlar ve katliamlar da var, kutlamalar ve şenlikler de. Puerto del Sol’un ayrıca insana sürekli ibretlik bir geçmişi hatırlatan bir noktası da var. Meydandaki en belirgin binalardan birisi, şimdilerde belediyenin merkez ofisi olarak kullanılan ve kulesinin üzerinde yılbaşı kutlamalarının başrol oyuncusu ünlü saati taşıyan eski postane binası Casa de Correos, Franco döneminde işkencecilerin merkezi olarak kullanıldığı için buradan geçen Madridlilere bir yandan o karanlık dönemi hatırlatmaya da devam ediyor. Tüm bunları görüp aklımızda bir yerlere kaydettikse burada daha fazla vakit geçirmeden yolumuza devam edelim derim zira daha gidecek bir hayli yerimiz var. Zaten yolda gelirken Chicolateria San Gines’e uğrayıp 19. Yüzyıldan beri lezzetinden hiçbir şey kaybetmeyen ünlü sıcak çikolatasını churros eşliğinde içmiş (daha doğrusu eşsiz kıvamından ötürü kaşıkla yemiş!) olduğumuza göre, keyfimiz fazlasıyla yerinde olmalı. Rahatça Puerto del Alcala’ya kadar uzanıp oradan ünlü Retiro Parkı’na geçebiliriz. Adı New York’un Central Parkı veya Londra’nın Hyde Parkı ile birlikte anılan bu güzel park sadece yeşilliği, birbirinden güzel çiçek bahçeleri, üzerinde kano ile gezilen göleti veya oturup kitap okumak ve kafa dinlemek için birebir olan kuytu köşeleriyle değil, aynı zamanda içerisindeki sergi alanları (özellikle de Kristal Saray) ve de farklı köşelerine değişik biçimlerde yerleştirilmiş heykelleriyle de insana kalabalık ve gürültülü bir kentin ortasında olduğunu unutturup yorgunluğunu üzerinden attırmaya yeter. O yüzden bence burada istediğimiz kadar oyalanıp yeniden tazelenebilir ve buraya gelmeden önce bir süredir evde kapalı kalmış olmamızın acısını bu güzel parkta ruhumuzu arındırarak çıkartabiliriz!
Paseo del Prado
Yeter ki, parktan çıktığımızda durağımız Paseo del Prado olsun. Olsun ki, bu yol bizi Madrid’in “Altın Üçgen Müzeleri” denen ünlü güzel sanatlar müzelerine yani Prado, Kraliçe Sofia ve Thyssen¬-Bornemisza’ya götürsün. Prado Müzesi’nde El Greco, Velazques ve Goya gibi klasik dehaları; Kraliçe Sofia Müzesi’nde de Picasso, Dali ve Miro gibi modern sanatın İspanyol ustalarını ve Thyzzen-Bornemisza Müzesi’nde Gaugen’den Rubens’e, Rambrandt’tan Caravaggio’ya dek tüm dünyadan ünlü isimleri görelim. Kraliçe Sofia Müzesindeki Picasso’nun Guernica tablosu karşısında özellikle biraz daha uzun durup sanat ile savaşı bir arada düşünmeye, sanatçıların yeryüzündeki tüm savaşlara karşı tarih boyu vermiş olduğu mücadeleyi hatırlamaya çalışalım. Çünkü bildiğiniz gibi, Guernica kentinin İspanya’daki faşist yönetimin isteği üzerine Almanlar ve İtalyanlar tarafından bombalanmasının ardından yapılan, bu olay karşısında kentteki insanların ve hatta hayvanların çektiği acıyı betimleyen ve böylece tüm dünyanın dikkatini nihayet burada olup bitenlere çeken bu tablo, bugün dünyanın en önemli savaş karşıtı eserlerinden birisi olarak kabul edilmekte. Yani anlayacağınız, sözü geçen müzelerin üzerinde bulunduğu bu yola Paseo del Art (Sanat Sokağı) denmesi boşuna değil.
Grand Via
Madrid derli toplu ve başka bazı megapollere göre daha küçük bir şehir olsa da gördüğünüz gibi, hakkını vererek gezip iyice tadını çıkartmak isteyenler için bitmez bir keyif kaynağı. Bizimki gibi hayali bir gezide bile bunların ne kadarını görmek mümkün olur, bilinmez. Üstelik doğrusu başından beri aklımın bir köşesinde hep günümüzü kentin sunduğu en özel keyiflerden birisiyle, rengarenk Madrid gecelerinin coşkusuyla bitirmek de olduğu için zaman konusunu çok iyi idare etmemiz gerekiyor. O yüzden sıra geceye gelmeden mutlaka görmemiz gereken, olmazsa olmaz iki adrese daha bir an evvel götürmek istiyorum sizi; şehrin en ünlü sembollerinden birisi olan Cibeles Çeşmesi ve bu kentteki yaşamın ana damarlarından birisi olan alışveriş ve piyasa caddesi Gran Via. Yoruldunuz biliyorum ama haydi gelin bu iki adresi de ziyaret ediverelim; sonra söz veriyorum sizi iyice dinlendirip çok eğlendireceğim! Hem nasılsa bu kentin anlayışına göre akşam eğlencelerinin saatine kadar daha epey vaktimiz var. Ne de olsa Madridliler neredeyse gece yarısı başladıkları coşkulu akşamları sabahın ilk saatlerine dek sürdürmek adetindeler.
Paseo del Recoletos
Paseo del Recoletos, Cibeles Çeşmesi’nin ve yanında yer alan Cibeles heykelinin mekanı. Madrid, fıskiyesi ve çeşmesi de bol bir şehir aslında ve bunlardan en ünlüsü Cibeles. Şehrin tüm dünya da en iyi bilinen noktalarından birisi ve Madrid halkının gözünde o denli önemli ki son yıllarda kentin büyük futbol takımlarından Real Madrid’in himayesine alınmış bulunuyor. Bu yüzden de Cibeles’in üzerinde Real Mardid’in bayrağını görürsek şaşmamız gerekiyor. Bu durum sadece hem Cibeles’in hem de Real Madrid’in kent sakinleri için önemini gösteriyor. İlginç, değil mi? Bir futbol takımının himayesinde tarihi bir çeşme. Ama tabii başka herhangi bir kent için şaşırtıcı olabilecek bu durum burası için normal kabul edilebilir çünkü Madrid, başka birçok önemli özelliğin yanında, aynı zamanda çok ciddi de bir futbol şehri.
Telefonica Binası
Çeşme ziyaretimizi de tamamladığımıza göre, şimdi artık Gran Via’dayız. Avrupa’nın en canlı gece hayatını barındıran semtlerinden birisi olan caddede. Her daim hareketli bu caddenin New York’taki Broadway’e benzetildiği için İspanyol Broadway’i olarak da anıldığı oluyor. Biz de hiç uyumayan bu kentin hiç yorulmayan bu caddesinde ister bir tapas bar, ister bir bodega’da soluklanıp yerli halkın adeti olduğu üzere akşamüstü sangria’mızı içeceğiz. Bunu fazlasıyla hak etmiş durumdayız çünkü kentin neredeyse tamamını yürüyerek kat ettik gün boyu; artık biraz yorgunuz. Çünkü önce kentin başka güzelliklerini deneyimlemek istedik; Gran Via’ya gelmek için akşamüstü olmasını, geleneksel siesta saatinin geçip dükkanların açılmasını ve caddenin yeniden cıvıldamasını beklemeyi seçtik. Neyse ki yorgunluğumuz tamamen bedensel; ruhumuz şaşırtıcı bir biçimde hem dingin hem coşkulu. Siz etrafa şöyle bir bakıp gönlünüze göre bir şeyler alacak şık bir dükkan veya oturup keyif yapacak hoş bir mekan seçerken ben dikkatinizi bu caddedeki iki farklı noktaya çekmek istiyorum. Birincisi iç savaş yıllarında Ernest Hemingway’in diğer yabancı gazetecilerle birlikte sık sık uğradığı Museo Chicote adlı bar (ki daha sonraki yıllarda Ava Gardner, Frank Sinatra, Grace Kelly, Sophia Loren gibi şöhretlerin ünlü matadorlar ile buluşup sohbet ettiği mekan olmuş). Bugün de 1931’deki görüntüsünü neredeyse aynen muhafaza ettiği için oldukça ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Diğeri de bu caddeye gelmişken fark etmeden geçmememiz gereken bir yer, Telefonica binası. Yapıldığı yıllarda Avrupa’nın ilk gökdeleni olma özelliğini taşıyan ve bana sorarsanız Moskova’daki Stalin dönemi Sovyet yapılarına benzeyen bu bina da yine savaş yıllarında Ernest Hemingway ve Antione de Saint-Exupery gibi yabancı gazetecilerin, keskin nişancılara hedef olmamaya çalışarak bir koşu gelip haberlerini memleketlerindeki gazetelerine yolladıkları iletişim merkezi. Gördüğünüz gibi, bu kentte tarih en fazla yakın geçmişten sesleniyor insana ve bu yüzden de sizi hemen içerisine alıveriyor. İzini sürdüğümüz öyküler bazen bu güne o denli yakın, kahramanları o kadar bilindik ki bir zaman tünelinden geriye kayıvermemiz hiç de zor olmuyor. Sanki birazdan bir köşeden, o dönem yazdılarından çok iyi tanıdığımız bir ünlü dönecek ve biz onunla birlikte bir kafeye oturup cepheden gelen son haberlerin analizini yapacağız. Neyse, bu tabii ki çok ilginç bir duygu ve keşke hiç değilse bir an için gerçek olabilse ama hayal kurmanın da bir sınırı var. Sangria’mızı içip dinlendikse, bu hayali geziyi daha da cesur hayallerle karıştırmadan yolumuza devam edelim biz çünkü hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor ve önümüzde bizi bekleyen upuzun bir gece var. Yalnız madem Madrid’te olmak için mevsimlerden baharı seçtik, belki akşam tam çökmeden Plaza de la Cebada’ya da uğrayıp tipik bir “teras birahanesi”nde birşeyler yudumlayarak günün yorgunluğundan bütünüyle sıyrılabiliriz.
Museo Chicote
Gece olunca yapabileceklerimiz neredeyse sayısız denecek kadar çok. Bir kere Flamenco Tablaos denilen kulüplerden birisine gidip bir flamenko gösterisi izlememiz şart. Bunun için seçeceğimiz yerin Villa Rosa olmasını öneririm. Hem gösterinin kalitesi yüzünden hem de kentin bizi içine alan tarihi köşelerinden birisi olduğu, zamanında Ernest Hemingway tarafından sık sık ziyaret edilmiş bulunduğu için. Evet, bugün artık bir flamenko gösterisi oldukça turistik ama Endülüs’ün ateşli ikliminden çıkmış bu çarpıcı gösteriden kendi öykümüzü yaratmak, yıpratılmış yerlerine aldırmayıp özüyle ilgilenmek mümkün. Yani kara yağız bir İspanyol çingenesinin hançeresinden yükselip yüreğimize dek uzanan yanık sese ve simsiyah topuzunun üzerine taktığı tarakla bir kraliçeyi andıran bir dilberin kastanyetlerini çarpıp eteklerini savurarak yaptığı dansa, kısacası flamenkonun aktarmaya çalıştığı duygulara yoğunlaşmak tamamen bizim elimizde. Ama geceye başlamak için daha az acılı, daha çok renkli bir şeyler isterseniz geleneksel bir zarzuela da izleyebiliriz tabii. Hatta belki şansımız yaver giderse dünyaca ünlü İspanyol sanatçılardan birisinin, örneğin Jose carreras veya Paco de Lucia’nın bir konserine bile denk gelebiliriz.
Villa Rosa
Merak etmeyin, akşam için bunların hangisini seçersek seçelim çıkışta herhangi bir gece kulübünde veya kokteyl barda geceye devam etmek için hala vaktimiz olacak. Hiçbir şey yapmasak, Franco öldükten sonra iyice canlanan gençlere özgü gece hayatının bir ucundan tutacak bir köşe nasılsa buluruz. Gerçek retro mobilyalarla döşenmiş, geleneksel ambiansa sahip bir sürü rengarenk sanat galerisi-kafeyle dolu olan mahallelerden birisine gider bir botellon’a katılırız mesela. Nasılsa bir botellon gece 11:00’den önce başlamaz. Eğer sokakta arkadaşlar arasında, elindeki şişeden bira içip sohbet ederek eğlenmek anlamına gelen bu toplantılardan birisine katılmak istersek gençlerin eğlence mekanı olan Malasana mahallesindeki Plaza del Dos de Mayo meydanına veya Lavapies mahallesindeki Mercado de San Fernando pazarına gitmemiz ve birazcık da bu katıldığımız toplantının aslında polisin göz yumduğu yasak bir eylem olduğunu bilmemiz gerekir. Çünkü ismini İspanyolcada “şişe” demek olan botellon kelimesinden alan ve şehirdeki mekanların içki fiyatlarını protesto eden alternatif bir eğlence biçimi olarak ilk Endülüs’te ortaya çıkan bu sokak eğlenceleri zamanla epeyce taşkınlığa sahne olur hale geldiği için uzaktan da olsa böyle bir kontrol altına alınmış durumdadır.
Botellon
Yok eğer bu kadar yoğun biçimde bohem yaşamak bize göre değil diyorsanız, akşam yemeği için sizi kentin çok ünlü bir lokantasına davet etmek isterim. Öyle aman aman değişik bir menüsü olmasa da klasik İspanyol mutfağının lezzetlerini keyifle tadabileceğiniz bir yerdir ama asıl özelliği tarihçesidir zira Ristaurante Botin Guiness Rekorlar Kitabına dünyanın en eski lokantası olarak geçmiş bir mekandır. Her ne kadar şimdiki haliyle 1725 yılında açılmış ve o günden beri de kapısını hiç kapatmadan ve doğrusu pek de fazla değişmeden servisine devam etmişse de içerisinde yer aldığı binaya ait ilk kayıtlar, 1590 yılında bir bodega yani bir şarap evi olarak açıldığı tarihe rastlamaktadır. Ki bu da Madrid’in İspanya Krallığı’nın başkenti ilan edilmesinden sadece otuz yıl sonrasıdır. Bu haliyle Botin, neredeyse Madrid kenti kadar eskidir denebilir. Gizemli bir atmosfere sahip iç içe geçmiş tuğla odalarında tarih boyunca birçok casus buluşması gerçekleşmiş, burada yenen yemekler sırasında pek çok Avrupa tarihini ilgilendiren hayati konuşma yaşanmıştır. Geçmişteki müdavimleri arasında pek çok sanatçı da vardır. Birçok ünlü yazarın kitaplarında burada geçen sahneler bulunmaktadır. Örneğin, Hemingway’in (evet, yine o!) ünlü romanı Güneş de Doğar bu lokantada geçen bir sahne ile son bulur. Botin’in en özgün yemekleri bebek domuz veya kuzu etinden yaptığı et yemekleridir ama bana sorarsanız, tüm sunduklarına asıl lezzetini katan, müessesenin kendisini tanımlamak için de söylediği gibi, “adeta sizinle birlikte masaya oturan tarihin ta kendisidir”.
Bu noktada durup bir nefes alalım… Sanırım bu şekilde üst üste Ernest Hemingway’den bahsetmek beni biraz kendime getirdi. Böyle olmayacak; size bir önerim var. Gelin, bu hayali seyahatimizde Madrid’ten uzaklaşmaktan vazgeçelim; İspanya’nın başka bölgelerine gitmeyi başka bir gezinin hayaline bırakalım. Çünkü bu kentte daha o kadar çok anlatılacak öykü, keşfedilecek güzellik var ki şimdi gidersek burada biriktirmeye başladığımız anılar yarım kalacak sanki. Hazır gelmişken, bu başta göründüğünden çok daha cazip detaylar barındırıp insana tahmin ettiğinden çok daha değişik keyifler sunan kadim şehri iyice tanıyalım en iyisi. Eğer teklifimi kabul ederseniz, ben size Hemingway’in Madrid macerasını anlatayım, mesela. Sizi onun çok sevdiği bir iki mekana daha götüreyim. Sonra kentin bundan sonrasını keşfetmeye mutlaka Mercado San Miguel ve Mercado Anton Martin pazarlarından başlayalım. Tarihi bir mekan olan birincisinde ayaküstü gurme kalitede tapas yiyelim; cümbüşü, hareketi hiç eksik olmayan ikincisinde binbir çeşit meyve standının ortasında gösteri yapan sokak sanatçılarını izleyelim. Ve birden günlerden Pazar olsun ki soluğu bu sefer de ünlü La Latina mahallesinin daracık sokaklarındaki alanda, lokanta ve kafelerin ortasında kurulmuş olan El Rastro bit pazarında alabilelim. Ne de olsa pazarlar bir kentin sadece en önemli alışveriş noktası değil, aynı zamanda bin bir çeşit insan ve bin bir çeşit geleneğin açıkça sergilendiği çok ciddi kültür merkezleridir ve buralarda nasılsa herkes kendi zevkine uygun seveceği bir şeyler ve oturup kahvesini yudumlayarak keyif yapacağı farklı köşeler bulur.
Restaurante Sobrino de Botin
Hem sonra belli mi olur, belki Madrid’te kalışımızı uzatırsak bugün sadece önünden geçip fazla zaman ayıramadığımız yerlere tekrar gider, Las Descalzas Manastırını, Ulusal Arkeoloji Müzesini, Debod Tapınağını da gezeriz. San Antonio de la Florida Kilisesinde orijinal Goya freskolarını seyrederiz. CaixaForum Madrid binasındaki meşhur dikey bahçeye bir bakarız. Plaza de Espagna’ya uzanıp Cervantes anıtını görürüz. Sonra kentte açılan ilk metro hattının şu anda terk edilmiş olan istasyonu Chemberi’deki Platform 0’ı bulup artık bir müze haline gelmiş olan bu hayalet mekanın pek meşhur orijinal seramik ilan tahtalarına göz gezdiririz. Tüm buraları doya doya gezdikten sonra da gidip Kraliyet Botanik Bahçelerinde keyif yaparız. Ne dersiniz? Bence olur, hem de çok isabet olur. Ne de olsa yaşadığımız şu tuhaf, gerçekdışı dünyada hayal kurmamıza engel herhangi bir şey veya yetişmek zorunda olduğumuz herhangi bir yer yok bu günlerde! Öyleyse bırakın, ben de sizi hiçbir yere yetişme kaygısı olmadan gönlümce gezdireyim Mardid’te; eminim sonunda mutlu olacaksınız.
Kabul mü? Öyleyse öykümüze, şu son cümlelerde sürekli karşımıza çıkıp duran Hemingway ile Madrid’in ilişkisini bir kısaca gözden geçirerek devam edelim. Çünkü dikkat ettinizse, Ernest Hemingway’in, ya da Madridlilerin ona o zamanlarda taktığı adla Don Ernesto’nun, ismi daha ziyade kentin ülkede olup bitenlerden bağımsız içten içe hep yaşam kaynayan cıvıltılı sosyal yönü söz konusu olduğunda gündeme geliyor. Bunun nedeni tabii ki Hemingway’in karakteri, yaşadığı tüm kentlerde en az o kentlerin kendisinde bıraktığı etki kadar derin izler bırakmış olması. Herkesin malumu olduğu üzere, Pulitzer ve Nobel sahibi bir Amerikalı yazar Hemingway. Atmış iki yıllık yaşantısına savaşta yaralanmaktan uçak kazası geçirmeye kadar birçok felaketi, birçok aşkı ve dört evliliği, ambulans şoförlüğünden gazeteciliğe kadar bir sürü mesleği ve en az yedi sekiz farklı ülkede yaşadığı süreleri sığdırmış bir değişik adam. Madrid’e de iç savaş sırasında gitmiş ve bulunduğu tüm diğer kentler gibi burada da hayatın tam göbeğine yerleşmiş. İspanyol yaşam biçimini sevmiş, Cumhuriyetçilerin davalarını benimsemiş ve burada geçirdiği süreyi de dolu dolu yaşamış. Kendisine çok özel bir hayranlık taşıdığımdan değil ama ağzının tadını bilen, iyi yaşamayı becermiş bir adam olarak hep gerçekten özel yerler seçmiş olduğu için müdavimi olduğu mekanlardan bir iki tanesine sizi de götürmek istiyorum. Yalnız bir tanesini izninizle bu gezinin dışında tutmayı tercih ederim: Las Ventas boğa güreşi arenası. Hemingway’in anlaşılmaz bir biçimde yoğun bir boğa güreşi tutkusu varmış, hatta onu en başından beri Madrid’e çeken şeylerin başında boğa güreşlerinin geldiğini iddia edenler bile var. Ben onun bu merakına doğrusu pek şaşıyorum ve tahmin deceğiniz gibi vaktimizi çok daha masum keyiflerle değerlendirebiliriz diye düşünüyorum; seçkiyi de buna göre yaptım.
Sizinle bu huzursuz ruhlu sanat adamının izinden gideceğimiz ilk mekan Cerviceria Alamena, 1904’den beri açık olan ve tıpkı Ristaurante Botin gibi o günlerdeki özelliklerinden hiçbirisini kaybetmemiş bir birahane. Plaza Santa Ana meydanındaki yerini o zamandan beri neredeyse aynen muhafaza ediyor. İsminden de anlaşılacağı gibi, ilk sahipleri kente yatırım amacıyla gelmiş olan Almanlar. Belki içerisinde değişen tek şey, ilk yıllarda duvarlarını süsleyen Prusya stili şömine ile Bavyera imalatı aynanın artık mevcut olmaması. Bunlar yoksa da, Hemingway’in her gelişinde oturduğu, meydana bakan pencerenin önündeki masa aynen duruyor ve kim bilir, uygun bir saatte oraya varırsak eğer, biramızı, üzerinde yazarın bir resmi asılı duran bu masada oturup Santa Ana Meydanının kalabalığını onun gözlerinden izleyerek içebiliriz. Ve umarım bu bira hoşunuza gider çünkü bundan sonar gideceğimiz mekanın sıkı kurallarından rahatsız olmamak için belki bir birayla biraz keyiflenmiş olmamızda fayda var.
La Venencia iç savaş yıllarında çok popüler olmuş ve o günlerden beri de fazla değişmeyip olduğu gibi kalmış bir şarap evi. Sözü geçen şaraplar halis mulis ev yapımı İspanyol şarapları ve hala dev tahta fıçılarda muhafaza edilmekteler. Buranın ilginç olan tarafı, öncelikle artık bu kentte alıştığımız türden tarih kokan mekanlardan birisi olması elbette ama bu etkileyici yerin hiç değişmeden geçmişte olduğu gibi kalan tek yanı fiziki görüntüsü değil. Bir zamanlar Ernest Hemingway’in buranın müdavimi olan Cumhuriyetçi askerlerden cephedeki son haberleri almak için uğradığı bu bar hala o günün gerekleri yüzünden koyduğu bazı kuralları uygulamakta ve bunlara uymayanları da içeri kabul etmemekte. La Venencia’da menü yok, örneğin; her şey duvardaki karatahtalarda tebeşirle yazılı. Buraya kadar normal gelebilecek bu uygulama burada bir adım daha ileri götürülüyor ve siparişler de herkesin yanındaki tahtalara aynı şekilde yazılıp müşteri hesabı öder ödemez hemen siliniyor. Bu garip alışkanlığın çıkış amacı o müşteriden geri kalan izleri hemen yok etmekmiş çünkü savaş döneminde etraf barın sürekli müşterisi olan Cumhuriyetçileri tespit etmekle görevli olan faşist casuslarla doluymuş. Bugün mekanda fotoğraf çekilmesini yasaklayan kural da yine o günlerden aynı nedenle oluşmuş bir refleksin devamı olarak kabul ediliyor. Ayrıca, cumhuriyetçilerin siyasi inancı doğrultusunda, toplumda herkes aynı sınıfın eşit üyesi sayıldığı için La Venecia’da o zaman asla verilmeyen bahşiş bugün de kesinlikle kabul edilmiyor. Dolayısıyla insan La Venencia’da şarabını yudumlayarak sohbet ederken kendini iç savaş döneminin görünmeyen faşist casusları tarafından sürekli gözetleniyormuş gibi hissetmekten bir türlü kurtulamıyor.
Cerviceria Alamena
Madrid’i iyi bilmeyenlerin büyük olasılıkla haberdar olmayacağı bu özel köşeleri de tanıdıktan sonra, bence artık güzel bir yemek yiyip midemizi, keyifli bir müzik dinleyip kulaklarımızı şenlendirmenin zamanı… Benim bunun için size önereceğim mekan La Castafiore olacak. Burası 1990’ların ortasında kurulmuş, üç farklı sanatı bir araya getiren bir mekan. Müzik, resim ve gastronomi bir arada… Dünyadaki diğer benzerlerinden farklı olarak gerçekten kaliteli yemek ve şarap servisi yapıp gerçekten keyifli bir opera veya zarzuela ziyafeti çekebiliyorlar. Bunları izlerken duvarlarında ünlü ressam Camillo Porta’ya ait resimleri izliyor olmanın verdiği keyif de işin cabası. Menüde İspanyol jambonu ve manchega peyniri tabii ki mevcut. Eğer illaki “biz paella, angulas, gaspacho, crem catalan da isteriz” derseniz, ne yapıp yapıp onları da sizin için bulurlar belki; yeter ki yemeğin yanında yıllanmış bir Duero şarabını eksik etmemeyi kabul edin.
La Venencia
Şimdilik hayalde bile olsa gönlümüzü yeterince doyuracak kadar gezdik sanırım. Bence artık bu gördüklerimizi dünyamıza yerleştirmek ve İspanyanın başka köşelerine yapılacak yeni gezileri hayal etmek için bir kenara çekilmenin vaktidir. Gördünüz, bu ülke tüm diğer Akdeniz ruhlu ülkeler gibi, yaşama sevincinin canlı bir yaratık misali kalabalıkların içerisinde dolaşıp sonunda mutlaka en durgun insana bile bulaştığı bir yer. Neresinde olursanız olun, sanki fonda her daim bir İspanyol gitarın tınısı kastanyet seslerine, yakışıklı matadorların çapkın bakışları Velasquez’in resmettiği bir asilzadenin üzgün nazarlarına karışıyor. Ve sonra işte yaşamın bu ritminde saklı olan müzik İspanya’dan binlerce kilometre uzakta, belki de hayatında oraya hiç gitmemiş şairleri, müzisyenleri, ressamları bile etkiliyor. Örneğin, Manet’nin resimlerinde, Graham Green’in romanlarında, Münir Nurettin’in notalarında yerini alıyor. Ardından bu sanatçıların tümü bir araya geliyorlar sanki ve beni de aralarına alıp hep bir ağızdan İspanya’ya, “Zil, şal ve gül” diye Yahya Kemal’in dizeleriyle sesleniyorlar; “Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir / İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir”
Velasquez
Ve kafamın içinde bu seslenişe Endülüs’ün bağrından bir ses yanıt veriyor: Kordoba / Uzakta tek başına / Ay kocaman at kara / Torbamda zeytin kara / Bilirim de yolları / Varamam Kordoba’ya...” Lorca bu dizeleri sanki gidemediği yerlere onun yerine ulaşmam için benden yardım isteyerek, bana söylüyor. Şimdi bu sözler yüreğimde bir sızı; çünkü ne yazık ki bu günlerde ben de varamam Kordoba’ya. Hiçbirimiz varamayız, yolları ne denli bilsek de! Ama artık çok eminim; hemen değilse bile, gerçekte değil hayade olsa bile,benim İspanya’da bir sonraki durağım tekrar Endülüs olacak; dantel yelpazelerin, kan kırmızısı güllerin, sonu hüsranla bitmeye mahkum aşkların ve insanın canını yakan kızgın güneşin diyarı. Lorca’ya söz veriyorum: Gerçi şimdilik yine ancak hayalde ama kim bilir, belki çok uzak olmayan gelecekte bir gün.
Güzin Yalın
Cazkolik.com / 27 Nisan 2020, Pazartesi
Cordoba
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
TAHİR KÜÇÜKKINAY
Sevgili Güzin, sayende bedenim evde beynim Madrid'te bir gün geçirdim. Ama ne gündü arkadaş çok yoruldum bu kadar hızlı gezince. Bir kez gittiğim Madrid'te ne kadar çok bilmediğim, mutlaka görmem ve yaşamam gereken yer varmış. Hatta bak diyorum ki gel Canan ve ben, Tuygan ve sen birlikte iki veya üç geceliğine şu anlattıklarının tamamını birlikte yaşayalım. Ben yüksek sesle (müziğini de açmıştım) okudum Canan sessizce dinledi. Bugünlerde evde geçirdiğimiz en güzel anlardı. Keşke önceden uyarsaydın da güzel bir şarapla eşlik etseydik. Ama bunu yapacağım. Bir akşam yemeğinden sonra belki bir arkadaşlara şarap ve müzik eşliğinde yeniden okumak istiyorum, çünkü dil şahane.... TAHİR
Bu Yoruma Cevap Yazın »