Analogtan dijitale kayıtlı sesin kısa tarihi... MQA ve DSD ses formatları ve Hi-Res plâklar

Analogtan dijitale kayıtlı sesin kısa tarihi... MQA ve DSD ses formatları ve Hi-Res plâklar

Merhaba değerli müzikseverler,

 

Önceki yazımda Hi-Fi dünyasına küçük bir kapı aralamış, iyi ses mi yoksa gerçek ses mi sorusuna cevap aramıştık. Bu yazımda ise Hi-Fi’ın varlık sebebi olan sesin, özellikle de kayıtlı sesin ve kayıtlı müziğin zaman içerisindeki gelişimine bakarak, bunun müzik dinleme alışkanlığımızı nasıl değiştirdiği üzerinde duracağım. Son bölümde ise bir süredir Hi-Fi dünyasında yaygın olarak kullanılmaya başlayan MQA ve DSD ses formatını kısaca inceleyip, bunların analog dünyaya olan etkileri üzerinde duracağım.

 

Hepimizin bildiği gibi evrende her şey titreşiyor ve bu titreşimler frekansları, frekanslar da sesleri meydana getiriyor. Sesin biçim ve ahenkli titreşimler kazanmış haline ise en temel ifade ile müzik diyoruz. Başka bir deyişle müzik, sesin ve sessizliğin belirli bir zaman aralığında ifade edildiği sanatsal bir form olarak tanımlanıyor.

 

Ses ve müzik ile ilgili araştırmaların çok eski zamanlara uzandığı biliniyor. MÖ.590’da ünlü düşünür Pisagor gezegenleri inceleyerek gezegenlerin dizilimindeki matematiksel temelleri müzikal armonilere oturtmaya çalışmış. Pisagor her bir müzikal gamın kozmik varyasyonlarının insanlar üzerinde derin ve benzersiz etkileri olduğuna inanmış ve bu konuda çalışmalar yapmış. Kepler 1619’da yazdığı “Harmonices Mundi - Dünyanın Uyumu” isimli eserinde, Pisagor’a benzer şekilde dünyanın ve diğer gezegenlerin matematiksel ve müzikal armonik oranlar kullanılarak düzenlendiğini öne sürmüş.

 

 

Gezegenlerin müzikal armonilere uygun yerleştirilmesi çalışmalarının yanı sıra pek çok bilim adamı da gezegenlerin titreşimlerinden ürettiği sesler üzerine çalışmış. Günümüzde de bu çalışmalar devam ediyor. Yakın bir geçmişte NASA Voyager uydusu ile birçok gezegenin elektromanyetik sinyallerini kaydederek bu sinyalleri işledi ve insan duyma aralığına tekabül eden işitsel titreşimlere dönüştürdü. Hatta bundan “Symphony Of The Plates - Gezegenlerin Senfonisi” isimli dört CD’den oluşan bir albüm bile yaptı.

 

 

Evren, dünyamız, yaşadığımız şehir, çevremiz, evimizin içi, kısaca etrafımız hep ses ile çevrili. Her ne kadar arada bir sesten arınıp kendi kendimize kalmak gibi bir düşüncemiz olsa da mutlak sessizlik yok gibi bir şey. Müzisyen ve Kompozitör John Cage “Silence” isimli kitabında meşhur telefon şirketi Bell Telephone Company Laboratuvarlarında yaptığı bir ilginç bir deneyden bahsetmiş. Cage tamamen sesten arınmış bir odaya girerek mutlak sessizliği deneyimlemiş. Akustik olarak adeta ölü bir boşluk olan bu odada kaldıktan bir süre sonra darbe sesleri ve şırıltılar duymaya başlamış. Bunun kendi kalp atışları ve damarlarında dolaşan kanın sesi olduğu söylenmiş. Bir süre sonra başka bir ses duymaya başlamış, derinden gelen bir vınıltı. Bunun da sinir sisteminin ürettiği titreşim sesi olduğu söylenmiş. Cage böylece insanlar için gerçek bir sessizlik diye bir şey olmadığı fark etmiş.

 

Etrafımız bu kadar ses ile çevriliyken bizim için kendi kendimize kalabileceğimiz mutlak sessizlik belki de müzik, yani müziğe sığınmak, müzik dinlemek. Ancak müzik de olduğu gibi kalmadı. Müzik, ilk ses kaydının yapıldığı dönemden bugüne kadar pek çok değişime ve gelişime uğradı. Önce amplifikatörler ile sesi güçlendirildi, sonra mikrofon ile kaydedildilerek çeşitli mecralarda yayınlandı, en sonunda dijitalleşti ve “bit”lere ayrıldı. Bu gelişimin ardındaki teknolojiler müziğin doğasını farklı boyutlara taşıdı. Fotoğraf nasıl bakma ve görme biçimimizi değiştirdiyse, kayıt teknolojileri de duyma ve dinleme biçimimizi değiştirdi. Bu dönüşümden önce müzik insanlar için “yapılan” bir şeydi. Birçok evde piyano vardı ve insanlar müziği ya kendileri icra ediyor veya canlı bir izleyici topluluğunun bir parçası olarak dinliyorlardı. Ancak bunların hiçbirisi kalıcı değildi, muhafaza edilemiyor ve süreklilik arz etmiyordu. Çünkü kaydedilemiyor ve aynı icra tekrar dinlenemiyordu.

 

 

İlk ses kayıtları

 

 

İlk ses kayıt tarihinin başlangıcı 1800’lerin başına dayanıyor. 1807 yılında Amerikalı Thomas Young akustik titreşimleri bir silindir üzerine geçirebilen bir cihaz yaptı. 1877 yılında ise Thomas Edison “Phonograph” adı verilen, ses dalgalarını alüminyum folyo üzerine sarılı balmumu silindir üzerine kaydedebilen bir cihaz geliştirdi. Ancak bu kayıt cihazının kayıt kalitesi çok düşüktü. Edison bu cihazı müzik kaydedilmesi için değil, dönemin önemli konuşmalarını muhafaza edebilecek bir makina olarak kullanılması amacıyla yapmıştı. Ancak sonraları bu cihazla müzik kayıtları da yapılmaya başladı. Müzisyenler enstrümanları ile makinanın hemen önüne oturup çalıyor ve makine bunu kaydediyordu. Makina tamamen mekanik idi ve herhangi bir enerji ile beslenmediği için yüksek bir ses üretemiyordu. Sesi balmumuna aktarmak için bir ucunda iğne bulunan huni şeklinde bir borunun geniş tarafına oturup yüksek sesle konuşmak veya çalmak gerekiyordu. Yaylı zembereği sıkıştıran kurma kolu mekanizması ile cihaz kuruluyor, silindir bu suretle konuşma süresince sabit bir hızda dönüyordu. Böylece ses önce bir diyaframa, oradan da yazıcı iğneye iletiliyordu. Boru ses dalgalarını yoğunlaştırıyor ve titreşen diyafram dönen balmumu silindire oluklar açan iğneyi hareket ettiriyordu. Kayıtların yapıldığı balmumu silindirler seri üretime uygun olmadığından bu kayıtların kopyasını çıkartmak mümkün değildi. Edison bu aygıtı on yıldan uzun bir süre bir kenara bıraktı.

 

 

Amerika’da bunlar olurken Avrupa’da da benzer çalışmalar yapılıyordu. Danimarkalı fizikçi Valdeman Poulsen 1889 yılında ilk manyetik bant kaydını yapan “Telegraphon” isimli cihazı üretti. Bu cihazın aslında ne kadar önemli olduğu o dönemde pek anlaşılmamış olsa da sonradan büyük firmaların üreteceği manyetik bantların kaydı için adeta bir yol açtı.

 

1900’lerin başında Amerika’da Victor Talking Machine Company firması, Edison’un bir kenara bıraktığı cihazı tekrar ele alarak geliştirmeye başladı ve kısa süre sonra 1915 yılında cihazın bu kez plağa kayıt yapan yeni bir versiyonunu tanıttı.

 

1931 yılında ise Almanya’da Pfleumer ve AEG firması Poulsen’in Telegraphon cihazından yola çıkarak, ileride standart hale gelecek formattaki ilk manyetik bant kayıt cihazını üretti. 1934 yılında yine Almanya’da bir kimya firması olan BASF bu makineler için prodüksiyonlarda kullanılmak üzere toplam 50 km. uzunluğunda plastik bazlı manyetik bant üretti. Özellikle Avrupa’da Telefunken, Amerika’da ise Ampex firmalarının ürünlerinin sayesinde kaydedilen ses kalitesinde büyük ilerlemeler sağlandı. Bu ilk makineler çeyrek inch genişliğindeki bantlara mono kayıt yapıyor ve genellikle müzik kayıtları için kullanılıyordu.

 

1940 ve 1950 yıllar manyetik bant kayıt kalitesinde büyük gelişmelerin olduğu yıllardı. Farklı kayıt yöntemleri denenerek üst üste kayıt yapılmaya başladı. İlk makineye yapılan kayıt çalarken, aynı esnada kaydın üzerine eklenen yeni bir ses eş zamanlı olarak kinci makineye kaydedildi. Böylece kayıt kanalı tek kanaldan iki kanala çıktı.

 

1955 yılında sektörde adeta devrim niteliğinde bir gelişme yaşandı. Sanatçı ve mucit Les Paul tasarımını kendi yaptığı, 1 inch genişliğinde bant kullanan 8 kanallı kayıt cihazını üretimi için Ampex firması ile bağlantıya geçti. Bir yıl sonra Ampex bu cihazın üretimini tamamladı. Bugün ses kayıtlarında kullanılan kanal kayıt tekniklerinin birçoğu Les Paul tarafından tasarlanan bu cihaz sayesinde gerçekleşmiş, özellikle 1970’lerin başında kullanılan 16 kanallı ve bugün kullanılan 24 kanallı kayıt cihazlarına öncü olmuştur.

 

 

 

Dijital kayıtlar

 

 

Sesin ve hatta hemen her türlü bilginin dijitalleşmesi büyük oranda 1960’lı yıllarda Bell Telephone Company tarafından kurulan Bell Laboratuvarları tarafından gerçekleştirildi. Şirket telefon konuşmalarının daha kolay ve güvenli iletimi için çalışmalar yapıyordu. 1960’lardan önce tüm telefon hatları analog olduğundan dolayı eşzamanlı yapılabilecek görüşmelerin sayısı oldukça sınırlıydı.

 

1962 yılında Bell Laboratuvarları sesi nasıl dijitalleştireceğini yani bir ses dalgasını örneklemeyi, “1” ler ve “0” larla ifade edilebilecek düzeyde küçük parçalara ayırıp indirgemeyi keşfetti ve konuşmaların verimini artırmak için derhal uygulamaya soktu. Böylece sesin dijitalleşmesindeki ilk önemli adım atılmış oldu. Ancak bunu müzik için kullanmak o dönemde kimsenin aklına gelmedi.

 

1970’lerde Japon devi Sony ve Hollandalı Philips firmaları bir araya gelerek sayısal optik veri saklama üzerinde uzun süren çalışmalar yaptılar. Yoğun çalışmalar neticesinde 1 Ekim 1982 yılında ilk CD ve CD Çalar tanıtılarak piyasaya sunuldu. Bu ilk basılan CD Billy Joel’in 52nd Street albümü, cihaz ise Sony CDP-101 idi. Artık müzik sayısal olarak 12 cm. çapında küçük disklerden dinlenecekti. Bu arada çapının niçin 12 cm. olduğu konusunda ilginç bir rivayet mevcut, burada bahsetmeden geçemeyeceğim. O dönemde Sony firmasının efsane başkanı Norio Ohga, en sevdiği eser olan Beethoven 9. Senfoni’nin en uzun ve iyi kaydı olarak bilinen Polygram arşivindeki 74 dakikalık kaydın CD’ye sığmasını şart koymuş. Böylece eserin bu güzel yorumunu kesintiye uğramadan dinlemeyi istemiş. Bunun üzerine Philips 60 dakika 11.5 cm. olarak tasarladığı CD’yi 74 dakika olacak şekilde 12 cm. olarak revize etmiş.

 

CD kullanım pratikliği ve kaydın uzun süre bozulmadan saklanması açısından büyük bir devrim idi. Ancak ses derinliği ve sıcaklığı açısından analog kayıtların yerini tutmadı. Bu sebeple yıllar içerisinde ses kalitesini yükseltip gerçek sese biraz daha yaklaşan yeni versiyonları üzerinde çalışıldı ve yeni formatlar üretildi.

 

1986 - 1991 yılları arasında Keith Johnson ve Michael W. Pflaumer (Pacific Microsonics Inc.) tarafından tasarlanan “HDCD - High Definition CD” versiyonu 1995 yılında kullanılmaya başlandı. Yine aynı yıl JVC tarafından geliştirilen “XRCD - eXtended Resolution CD” piyasaya çıktı. 1999 yılında ise Sony ve Philips tarafından “SACD/DSD - Super Audio CD/Direct Stream Digital” piyasaya çıkartıldı.

 

Her bir versiyonda ses biraz daha iyileştirildi. Peki bu iyileştirme nasıl yapıldı ve ses ne kadar gerçek sese yaklaştı şimdi de buna kısaca bir göz atalım. Ancak bunun için önce “Sample Rate” ve “Bit Rate” gibi kavramlara kısa ve basitçe bakmamız gerekiyor.

 

 

 

Sample Rate

 

 

Sample Rate olarak ifade edilen kavram bir saniye içinde analog sinyalden alınan örneklerin sayısını belirtiyor. Sample Rate birim olarak kHz cinsinden ifade ediliyor. Standart CD için saniyede 44,100 örnek alınıyor ve bu da 44.1 kHz olarak tanımlanıyor. Sample Rate’in yarısından büyük frekanslar “Alias Frequencies” olarak ifade ediliyor ve bunlar kayıtta bozulmalara yol açıyor. Örnek olarak 40 kHz Sample Rate ile çalışırken 20 kHz’in üzerindeki frekanslar kayıtta bu alana girip kaydı bozacağı için sinyal analogdan dijitale çevrilirken özel bir filtre ile kesiliyor. Ancak seçilen frekansın üzerindeki frekansları bıçak gibi kesecek bir filtre olmadığı için Sample Rate ve frekans arasındaki oran genelde %45 olarak kabul edilerek 20Hz – 20 kHz frekans aralığı için 40 kHz yerine 44.1 kHz Sample Rate olarak kullanılıyor.

 

 

 

Bit Rate

 

 

Dijital formatta karşımıza çıkan başka bir terim de “Digital Words - Dijital Kelimeler” dir ki, bunlar “Bit” lerden oluşuyor. Bir bit’den oluşan bir kelimede sadece iki seviye var: 0 veya 1. İki bit içeren bir kelime ise dört farklı seviyeye sahip: 00, 01, 10 ve 11. Kelime uzunluğu artıkça yani kelimedeki bit sayısı yükseldikçe seviyeler dolayısıyla sesteki detay ve kalite de artıyor. Standart müzik CD’leri 16 bit kullanıyor ve 16 bit 65,356 farklı seviye anlamına geliyor. Yukarıda bahsettiğimiz HDCD, XRCD ve SACD gibi gelişmiş formatlar ise 24 bit yani 16,777,216 seçenek sunuyor.

 

XRCD ve SACD formattaki CD’ler oldukça nadir ve değerli. Dolayısıyla bu formatta basılacak albümler titizlikle araştırılıp seçiliyor ve az sayıda basılıyor. Geçen yazımda üst segment Hi-Fi cihazlardan bahsederken Kerem Küçükaslan tarafından kurulan ve tamamen Türk mühendis ekibi ile üretilen, yurtdışında ödüllere doymayan Absolare firmasınan değinmiştim. Benzeri bir durum nadir basılan ve koleksiyon değeri yüksek olan bu kıymetli CD’lerde mevcut. Ne mutlu bize ki, çok değerli iki sanatçımızın albümü Japonya’da bu formatlarda basılarak tüm dünyada satışa sunuldu ve ikisi de çok başarılı satış oranları yakaladı. Bu albümlerden ilki Ferit Odman’ın JVC tarafından XRCD formatında basılan 2016 tarihli “Dameronia with Strings” isimli albümü, diğeri ise Can Çakmur’un 2018 yılında katılıp birinci olduğu “Hamamatsu International Piano Competition” ödülü olarak BIS tarafından SACD/DSD formatında basılan albümü. Uluslararası arenada böylesine elit ve zor beğenenlerin dünyasında bu başarıları sağlayan sanatçılarımız, mühendislerimiz bizler için gerçekten gurur kaynağı oluyor.

 

 

 

Frekans Aralıkları

 

 

Dilerseniz şimdi de İnsan kulağının duyma aralığı olarak bilinen 20Hz – 20kHz frekans aralığında sesin ayrımı ve dağılımı nasıl oluyor kısaca inceleyelim. Dijital formatta analog kaynaktan alınan örnekler işlenirken frekans aralıklarının doğru konumlandırılması önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Üst, orta ve alt olarak bahsettiğimiz frekans aralıklarının alt katmanları da olan detaylı dağılımları mevcut ancak temel olarak bilinmesi gereken aralıklar şu şekilde: Bas sesler: 60Hz – 250Hz, orta sesler: 250Hz – 6kHz ve tiz sesler: 6kHz – 20kHz. Peki bu aralıklar niye önemli basitçe ona bir bakalım.

 

60Hz altı frekanslar alt-bas olarak tanımlanıyor ve bu aralık duyulmaktan çok hissediliyor. Bu aralıkta insan sesinde kullanılabilir bir frekans mevcut değil. Bu sebeple Sample Rate işlenirken vokal ve benzeri kayıtlarda bu aralıkta erkek sesleri için 75Hz’in, kadın sesleri için de 100Hz’in altı kesiliyor. 100 – 300Hz arası özellikle 200Hz civarı insan sesi ve enstrümanların alt frekans aralığı olup, bu aralıktaki artışlar sesin dolgunlaşmasına, azalışlar ise sesin incelmesine sebep oluyor. Vokalde bu aralık sıcaklık ve derinlik hissi barındırıyor. 300Hz ise insan sesinin alt harmoniklerinin başladığı bölge olarak biliniyor. 300Hz – 4kHz arası ise insan sesinin en yoğun olduğu yani vokalin en saf, temiz ve gerçek olduğu aralık olarak biliniyor. Bu aralıkta ne kadar fazla örnekleme yapılırsa ses o kadar gerçeğe yaklaşıyor. Her ne kadar üst frekans duyma eşiği 20kHz olarak belirlenmiş olsa da genel olarak duyma üst sınırımız bu değere ulaşamadığı için 6kHz – 20kHz frekans aralığında yine filtreleme işlemi yapılıyor.

 

 

 

MQA Ses Formatı

 

 

Son dönemlerde MQA ve DSD terimlerini çok sık duymaya başladık.  Özellikle de Tidal kullanıcılarının aşina olduğu MQA formatı yüksek ses kalitesi sunmak ve müziği adeta stüdyoda kaydedildiği haliyle bizlere iletmek amacını taşıyor.

 

MQA - Master Quality Authenticated yüksek kaliteli sesin verimli dağıtımı olarak tanımlanıyor. Aslında bu, MQA’yi tasarlayan Bob Stuart ve Peter Craven’ın tanımı. Bu iki tasarımcı MQA formatını tasarlamalarının ardında yatan düşünceyi, müzikal sinyallerin istatistiklerini örnekleme yöntemleri ile birleştirerek analog müziği çok daha detaylı olarak dijital bir şekle dönüştürülmesi olarak açıklıyor.

 

Günümüzde artan örnekleme oranı ile yüksek çözünürlüklü sesin gelişmiş ses kalitesi sağladığı kabul ediliyor. 24 bit/88.2kHz bir kayıt, 16 bit/44.1kHz veri hızının üç katını gerektiriyor ve ses kalitesinde ciddi bir iyileşme yaratıyor. Aslında MQA bize sunduğu fark, FLAC, WAV ve benzeri kayıpsız formatların kalitesinden daha gerçekçi bir ses ve aynı zamanda  %20’lere kadar sıkıştırabilen dosyalar. Yani daha gerçeğe yakın bir ses seviyesine sahip ama daha az yer kaplayan bir müzik dosyası. Böylece Stream etmek de daha kolay hale geliyor.

 

MQA formatının geleceği parlak görünüyor. Universal, Warner Bros ve Sony Music gibi dev plâk şirketleri daha ilk günlerden bu formatı destekleyeceklerini duyurdu. Tidal ise hem masaüstü bilgisayarlarda, hem de mobil cihazlarda MQA desteğine sahip. Hi-Fi cihazlar tarafına baktığımızda üst segment cihaz üreten firmaların çoğu bugün artık MQA formatını görmezden gelemiyor ve ürünlerini MQA formatını destekler hale getiriyor.

 

 

 

DSD Ses Formatı

 

 

DSD ilginç bir format. Sesin sayısala dönüştürülmesi için çok küçük bir zaman diliminde örnekleme alınıyor. Sadece bir bit’lik örneklemelerden oluşuyor. Yani örneklemenin sadece iki seviyesi mevcut: 1 ve 0. Bakıldığında aslında bu şekliyle olabilecek en düşük seviye gibi duruyor ancak burada çözünürlüğe etki eden bir faktör daha mevcut, o da örneklemenin hangi sıklıkta alınmış olduğu. CD kalitesinde her bir örneğin saniyenin 44.100’de birinde alındığını biliyoruz, DSD formatında ise sadece iki değeri olabilen her bir örnekleme saniyenin en çok 2.822.400’de birinde alınıyor. Bu müthiş bir rakam. Dolayısıyla böyle bir zaman dilimine ulaşıldığında, o anki seviye sadece iki değere indirgendiğinde bile muazzam bir ses elde ediliyor. Ancak bu işlem esnasında sayısallaştırma gürültüsü olarak adlandırılan bir gürültü oluşuyor. Bu gürültü ise özel bir teknik kullanılarak ses frekans bölgesinden yukarıya çekiliyor ve geriye bizim için çok doyurucu bir ses kalıyor.

 

Bu formatlar bize ne kadar gerçek sesi verebiliyor tabii ki tartışılır ancak gelinen son noktada dijital sesin artık analog ile sıkı bir yarışa girdiğini görüyoruz. Tabii bütün bunlar müzik dinleme alışkanlıklarımızı etkiliyor. Neredeyse iyi bir DAC veya Stream cihazlarını plaklara tercih eder hale geldik. Kaldı ki yeni basılan plâkların çoğu zaten dijital kaynaklardan kopyalanıyor. Tamamen analog kaynaktan yani “AAA” olarak basılan plâk sayısı ne yazık ki çok az. Dönem baskısı plâklar da zamanla aşındığı için istenmeyen gürültüler iyi sistemlerde rahatsız edici olabiliyor. Ancak plâk sektörü de boş durmuyor tabii.

 

 

 

Plâklarda son durum

 

 

Plâk sektöründe de bazı yenilikler mevcut. Aynen CD’lerde olduğu gibi plâklarda da “High Definition Vinyl” olarak adlandırılan yüksek çözünürlüklü plâklar Avusturyalı Rebeat Digital firması tarafından duyurulmuş idi. 2021 yılında üretimi planlanan plâklar henüz üretilmiş değil ancak firma zaman zaman yaptığı bilgi paylaşımlarında klasik üretim aşamalarının aksine 3 boyutlu üretim teknolojileri ile bilgisayar tabanlı modelleme kullanacağını ve bunun da üretim maliyeti %50 düşüreceğini, üretim sürecini de %60 oranında hızlandıracağını söylüyor. Bununla birlikte bu teknoloji sayesinde yivler arasındaki mesafelerin daha sağlıklı hesaplanarak hataların azaltılacağını ve böylece frekans aralıklarının optimize edilebileceğinden bahsediyor. İlginç olan ise yüksek enerjili lazer yazıcılar kullanılmak suretiyle 90 derecelik açı ile üretim yapılacağını ve bunun şarkı aralarında duyulan dip gürültüyü yok edeceğini de iddia ediyor. Bütün bunlar iyi mi kötü mü bilmiyorum ama yine de yorumu sizlere bırakıyorum. Kim bilir belki de plâklar yakında MQA formatından basılır. Tabii bir de bu plâkları okuyacak bir iğne ve çalacak bir cihaz da beraberinde gelecek mi, onu da zamanla göreceğiz.

 

Bu arada bahsetmeden geçemeyeceğim, plâklarda son trend her ne kadar ses kalitesi ile ilgisi olmasa da güzel bir düşünce olarak “%100 Recycled” yani geri dönüşümlü çevre dostu plâkların piyasaya çıkması oldu. Bilindiği üzere yaşanmakta olan iklim krizi sebebiyle Avrupa topluluğu bu konuya çok önem veriyor ve büyük plâk şirketlerini de bu tip plâkların yaygınlaşması için destekliyor. Gerçi plâklarımızı dinledikten sonra geri vermiyoruz veya dönüşüm çöpüne atmıyoruz yeniden değerlendirilmesi için ama yine de analog cephede çevreci güzel bir hareket olarak kayda geçti.

 

 

Yazımın başında kayıt teknolojileri sayesinde analog – dijital rekabetinin müzik dinleme alışkanlıklarımızı değiştirebileceğinden bahsetmiştim. Gelin bu konuyu bir de Kanadalı meşhur piyanist Glenn Gould’un 1966 tarihli bir yazısında nasıl ifade etmiş ona bakalım ve yazıyı bu makale ile bitirelim. Glenn Gould, Bach’ın Goldberg Varyasyonlarını en iyi yorumlayan müzisyenlerden biri olarak biliniyor. 31 yaşında konser vermeyi bırakan müzisyen stüdyo kayıtlarına ağırlık vererek prodüksiyona yöneldi. Sanatçı 1966 yılında kayıtlı müzik ve prodüksiyon üzerine düşüncelerini yazdığı “The Prospects Of Recording” isimli makalesinde şöyle demiş:

 

“Sanatçı, müziğinin en ince detayına inerek yorumlanmasına ve dinleyene yoğun bir kavramsal bakış açısıyla sunmasına izin vermeye hazırdır. Konsantrasyon sağlayan dinleme koşulları bunu mümkün kılar. Birçok müziksever müziği pikaptan veya stereo müzik setinden dinliyor. Müzik setinin başındaki bir dinleyicinin daha kusursuz bir deneyim yaşaması için sanatçı, kayıttaki prodüksiyonu ile müziğin dinlenme biçimini değiştirir.”

 

Müzikle kalın

 

Tamer Tekelioğlu

 

Cazkolik.com / 12 Temmuz 2021, Pazartesi

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Tamer Tekelioğlu

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.