Merhaba sevgili müzikseverler,
Bu yazımda Blues’un İngiltere’yi nasıl etkisi altına aldığından ve İngiliz müzisyenlerin Blues’a olan etkisinden bahsedeceğim. Bildiğimiz üzere Blues 1950’lerde Amerika’da altın çağını yaşadı. Avrupa’da o dönem müziğin merkezi olan İngiltere’nin bundan etkilenmemesi olanaksızdı. Nitekim Blues İngiltere’de 1960’lı yıllarda müthiş bir patlama yaptı. O dönemde adı yeni duyulan birçok İngiliz müzisyen ve grup bu müziğe kayıtsız kalamadı ve birçoğunun müziklerinin çıkış noktası Blues oldu. Bugün hâlâ çok severek dinlediğimiz bu sanatçı ve gruplar zaman içerisinde Blues’u kendi tarzları ile harmanlayarak yeni formlar kazandırdılar ve günümüze kadar ulaştırdılar.
Bu sanatçı ve grupların hemen hepsinin kendilerine göre farklılıkları vardı ve bunu müziklerine yansıtıyorlardı. Böylece bir süre sonra her biri Blues’u kendilerine özgü bir şekilde yorumlamaya başladı ve Blues bu şekilde İngiltere’de gelişimine devam ederek farklı bir forma oturdu. Bu yeni form “British Blues” olarak adlandırılarak müzik tarihinde yerini aldı. British Blues, Blues Rock ve Rock müziğinin temellerini atarak ülke içindeki yolculuğunu sürekli gelişerek sürdürdü. Geçmişten bugüne müziğini çok başarılı bir şekilde icra eden pek çok Blues kökenli İngiliz sanatçı ve grup mevcut ancak bazıları var ki bunlar patlamanın fitilini ateşleyen öncüsü oldular ve bu müziği klasik formata sadık kalarak çok başarılı bir şekilde temsil ettiler.
Şimdi gelin Blues’un İngiltere’ye nasıl geldiğini ve İngiliz sanatçı ve grupların dikkatini nasıl çektiğine kısaca bir göz atalım.
İngilizlerin Blues ile tanışması, Blues patlaması ve British Blues
Blues’un İngiltere ile ilk temasının 2. Dünya Savaşı esnasında İngiltere’de bulunan Amerikalı askerler sayesinde olduğu biliniyor. II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’den ayrılan Amerikalılar beraberlerinde getirdikleri birçok Blues plâğını geride bıraktı. Bu albümler genelde 1930’lu yıllardan itibaren New Orleans tarzı Delta Blues’un en güzel örneklerinden oluşuyordu. Bu plâklar elden ele dolaşarak meraklıları tarafından fark edilmeye başladı. Özellikle 1950’lerde Amerika’da başlayan Blues’un altın çağına ait birçok şarkı ve albüm gerek radyolar vasıtası ile, gerekse yine meraklıları tarafından Amerika’dan getirilen plâklar sayesinde ülkede hızla yayılmaya başladı. 1960’larda ise ilgi zirveye ulaştı ve İngiltere’de meşhur Blues patlaması gerçekleşti. Blues İngiltere’yi fethetmiş ancak henüz yolun çok başında olduğu için özgün British Blues formunu kazanmamıştı. Bununla birlikte İngiliz gitaristlerin New Orleans Jazz Band akımının ülkedeki gelişimine yol açacak çalışmaları British Blues’un oluşumu için ilk adımlar olarak müzik tarihine geçti.
Blues’un İngiltere’deki gelişimi ile ilgili pek çok kaynak mevcut. Ancak bunlardan en yenisi ve belki de en gerçeği Keith Richards’ın 2010 yılında yayınladığı “Life” isimli kitabı. Richards kitabında sadece Rolling Stones’u değil, o dönem bu müzikten etkilenen ve bu müziği icra etmeye istekli etrafındaki tüm İngiliz sanatçı ve gruplara yer vererek adeta Blues’un İngiltere’deki gelişimini tüm detayı ve samimiyeti ile anlatmış. Bu sebeple kitaptaki bazı anekdotları aktarmak Keith Richards gibi müzisyenlerin Blues’a ne kadar gönülden bağlı olduklarını ve inandıklarını görmek açısından anlamlı olacak.
Keith Richards kitabında müziğe başlama sebebinin Chicago Blues olduğunu söylüyor. Mick Jagger ile tanışmasının Jagger’ın, oturdukları mahalle olan Dartford Tren İstasyonu’nda, kolunun altında taşıdığı Chuck Berry ve Muddy Waters plâkları sayesinde olduğunu anlatıyor. Richards şöyle diyor: “Elinde Chuck Berry’nin Chess Plâkçılık’tan çıkmış Rockin’ At The Hops albümünü tutup, kolunun altına da Best Of Muddy Waters’ı sıkıştırmış bir adamla aynı vagona binince tanışmayıp ne yapacaksın?”
Keith Richards gibi Chicago Blues’a büyük hayranlık duyan Mick Jagger, o dönemde İngiltere’de bulunması mümkün olmayan ve sadece radyolardan dinlenebilen bu plâkları, Chicago’da Chess Records’da babasının yanında çalışan Marshall Chess’e mektup yazıp para göndererek sipariş etmiş.
Alexis Korner, London Blues And Barrelhouse Club, The Ealing Club
1962 yılında kurulan Rolling Stones İngiltere’de Blues’u duyurmak için çok emek verdi ancak onlardan çok daha önce British Blues’un yolunu açan, bu türün babası olarak adlandırılan bir isim var ki hakkında çok şey yazıldı. Adı Alexis Korner. Korner İngiltere’de ilk Blues kulübünü ve Blues Orkestrasını kuran, 1960’lardaki Blues Patlaması’nın en önemli aktörlerinden. Korner aslında ilginç ve renkli bir karakter, annesi Anadolu kökenli Rum, babası ise Avusturya kökenli Yahudi. 1928 yılında Paris’te doğan Korner’ın çocukluğu önce Kuzey Afrika, sonrasında İsviçre ve Fransa'da geçmiş. Savaş yıllarının başında ailesi ile birlikte İngiltere'ye yerleşen Korner Paris'te askerliğini yaparken orada izlediği Amerikalı Blues sanatçılarından etkilendiğini ve bu sayede bu müziğe ilgi duyduğunu söylemiş. İngiltere’ye döndükten sonra Chris Barber'ın grubu ile sahneye çıkmış. 1954 yılında “Ken Colyer's Skiffle Group” ismi ile yayınlanan “Back To The Delta” albümü yer aldığı ilk albüm olmuş. Korner 1950'lerin ortalarında “London Skiffle Club” isimli bir kulüpte sahneye de çıkıyorken bir süre sonra kulübü işleten arkadaşını ikna ederek burayı “London Blues And Barrelhouse Club” ismi ile bir Blues kulübüne çevirmiş. London Blues And Barrellhouse bir süre sonra Muddy Waters, Memphis Slim gibi Amerikalı Blues sanatçılarını sahneye çıkartarak adından sıkça söz ettirmeye başlamış. İşte hikâye böyle başlıyor.
Korner’ın ikinci grubu Cyril Davis ve Brian Jones ile “Blues Incorporated” oldu. Kurulan bu grup, British Blues türünün ilk örneklerini vermeye başladı. Brian Jones bir süre sonra gruptan ayrılarak iki delidolu ama bir o kadar da yetenekli genç Blues müzisyeni ile yeni bir grup kurdu. Bu yetenekli gençler Keith Richards ve Mick Jagger idi. Grup ismini Muddy Waters’ın hit şarkılarından birinden aldı: “The Rolling Stones”. Stones, Muddy Waters’ın “I just want to make love to you” ve Robert Johnson’ın “Love in Vain” isimli şarkılarını farklı bir şekilde yorumlayarak kısa sürede önemli bir başarı yakaladı ve adını duyurmaya başladı. 1966 yılı albümleri “Aftermath” ise artık Blues’un İngiliz formunu almaya başladığı ilk albümlerden idi. Böylece grup hem kendi tarzlarını ortaya koydu hem de British Blues’un en temel formunu belirledi.
Aynı dönemdeki diğer bir önemli grup ise “The Yardbirds” idi. Bu grubun üyesi olan üç gitarist, Jeff Beck, Jimmy Page ve Eric Clapton gelecekte Blues Rock türünü sadece İngiltere’ye değil, tüm dünyaya duyuracaktı.
Zamanla Yardbirds müziğinin pop türüne yönelmesinden yakınan Clapton bir süre sonra gruptan ayrıldı ve John Mayall’ın o dönemdeki grubu “The Bluesbreakers”a katıldı. John Mayall and The Bluesbreakers British Blues türünün dönemindeki en başarılı örneklerini verdi. Bir süre sonra bu gruptan da ayrılan Clapton “Cream” ile yoluna devam ederek “Roll Tumble”, “Outside Woman Blues” gibi önemli eserlere imzasını attı. John Mayall And Bluesbreakers ise Clapton'dan sonra Peter Green, ardından ise, daha sonra Rolling Stones'un üyesi olacak Mick Taylor ile yoluna bir süre daha devam ederek British Blues’a güzel eserler kazandırdı.
Tüm bu gelişmelerin ardında İngiltere’de Blues’un yayılmasına hizmet eden bir başka önemli kulüp daha vardı. Burası “London Ealing Jazz Clup” idi. Londra'nın batısında Ocak 1959'da açılan kulübün arka planında yine Alexis Korner vardı. Ealing Clup, Alexis Korner ve Cyril Davies’in grubu “Blues Incorporated”ın performansıyla Londra'nın ilk düzenli Blues kulübü oldu.
Keith Richards Life isimli kitabında Alexis Korner ve Ealing Clup hakkında şöyle diyor:
“Alexis Korner tüm bu Blues işlerini gerçekten bir araya getiren kişiydi. Yıllardır caz kulüplerinde çalıyordu, çalınabilecek tüm kulüpleri, tüm bağlantıları bilirdi. Ealing Club'ı Cyrill Davies ile açtıklarında biz de oraya takılmaya başladık. Ya ilk gittiğimiz akşam ya da ikincisindeydi, Alexis Korner sahneye çıktı ve şimdi bir konuğumuz bize biraz gitar çalacak, onca yolu aşıp Cheltenham'dan geliyor dedi. Bir de baktık Brian Jones elinde slide gitar ile Elmore James çalıyor. Sanki dünya üzerinde kimsenin çalmadığı gibi çalmaktaydı. Daha çok T-Bone Walker'a yatkındı. Sonra biz onu Chuck Berry yönüne döndürdük...”
The Ealing Clup tam anlamıyla Blues’un İngiltere’de yayılma misyonunu yerine getiren en önemli ve popüler bir kulüp oldu. Kulübe o dönemde kimler gelmedi ki; Peter Green, Jimmy Page, Eric Burdon ve daha niceleri. Her bir müzisyen, kendi grubu ile müziklerine kendi yorumlarını katarak, klasik Blues ölçülerinden ödün vermeden müziklerini başarılı bir şekilde günümüze kadar taşıdı. Hepsinin yaptığı müziğin çıkış noktası ve ortak paydaları Blues oldu.
Pink Floyd
İngiltere’de 1955’lerde Alexis Korner ile başlayan British Blues akımı, 1962’de kurulan Stones, Yardbirds ve Animals, 1964’te kurulan Who, 1965’de kurulan John Mayall Bluesbreakers ve Led Zeppelin, 1966’da kurulan Cream, 1967’de kurulan Jethro Tull ve Fleetwood Mac gibi pek çok grup sayesinde gelişimini sürekli olarak devam ettirdi. Tüm bu gruplar çok başarılı eserler ortaya koyarak hepsi Blues’a birbirinden güzel lezzetler kattı. Bu gruplarla yaklaşık aynı dönemde kurulan başka bir grup vardı ki, Blues’u orijininden alarak bambaşka bir boyuta taşıdı. İngilizler Pink Floyd adını ilk duyduklarında, pek azı grubun adını iki Amerikalı Caz ve Blues müzisyeninden aldığını biliyordu. Dinlenmesi ve anlaşılması zor bir müziğe sahip bu grubun Blues Rock veya British Blues formundan daha değişik bir tarzı vardı. 1960’ların başından yani okul yıllarından beri farklı isimlerle müzik yapan grup elemanları nihayet 1965 yılında grubu kurdu ve efsane böyle başladı. Grubun yaptığı müziğin kökü Blues olmakla birlikte, diğer gruplardab farklı olarak bambaşka bir zamanın ve dünyanın müziği idi.
Yazımı yine Keith Richard’s kitabından Chess Records ve Muddy Waters hakkındaki bir anektod ile bitireyim. Şöyle anlatıyor Richards:
“Güney Michigan Bulvarı 2120 numara kutsal topraklardı çünkü Chicago’daki Chess Plakçılık’ın merkez ofisi buradaydı. Amerika turnemiz esnasında son dakikada ayarlanan bir görüşme için Chess’e gittik. İçerideki o mükemmel ses stüdyosunda, dinlediğimiz her şarkının kaydedildiği o yerde, içeri Buddy Guy, Chuck Berry ve Willie Dixon gibi adamlar sürekli girip çıktığı için iki günde on dört şarkı kaydettik. Aralarında Marshall Chess’in de bulunduğu bazı insanlar, anlatacağım öyküyü uydurduğuma yemin ediyor ama Bill Wyman beni destekleyecektir. Chess stüdyosuna girdiğimizde, siyah tulumlu bir adam tavanı boyuyordu. Bu adam Muddy Waters’dı, merdivenin tepesinde suratına kireç damlıyordu. Marshall Chess ona hiç boya yaptırmadık diyor ama o nereden bilecekti ki, o çocuk yaştaydı ve bodrum katında çalışıyordu. Bill Wyman Muddy Waters’ın amfilerimizi arabadan alıp stüdyoya taşıdığını da hatırlıyor. İnsanın kahramanlarıyla, idolleriyle tanışmasının en tuhaf yanı çoğunun son derece mütevazi ve fazlasıyla teşvikçi olduğunu görmesi oluyor. Bir anda karşındakinin o olduğu kafana dank ediyor. Tabii sonradan onu evinde sık kaldığım yıllarda daha fazla tanıma fırsatı buldum, aynı şey Howlin’Wolf için de geçerli. Chicago’nun güney yakasında bu iki isimle beraber oturdum. Willie Dixon’da oradaydı. Ne büyük onur.”
Blues’a bu kadar gönülden bağlı bir müzisyenin, grubu ile bu türü İngiltere’de yaymak gibi bir hedefi kendisine misyon edinerek, tüm güçlüklere rağmen bu yola baş koymasının sonucudur British Blues.
Müzikle kalın.
Tamer Tekelioğlu
Cazkolik.com / 26 Temmuz 2021, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.