Geçmişin baş aktörlerinden biri de Louis Armstrong
Sürekli geçmişten söz etmek. Evet. Cazın geçmişinden. Çelişki gibi görünse de öyle. Şikâyet ettiğim halde bunu ben de sık sık yapıyorum. Her yaştan cazsever en çok cazın geçmişiyle meşgulüz. Siyah beyaz fotoğraflar eşliğinde bitmek bilmeyen bir nostalji. Cazseverler geçmişten bugüne bir türlü gelemiyor, oysa, emin olun günümüzde geçmişteki o ünlü isimlerin çoğunu gölgede bırakacak müzikler yapılıyor. Günümüz derken, sadece bugünü kastetmiyorum, çok uzağa gitmeden gelin yirmi yıl öncesinden başlatalım. Ama, bugün Chick Corea gibi bir büyük isim dahi sahneye çıktığında hâlâ Miles Davis ile ilgili hikâyeler anlatarak alkış alıyorsa, günümüzün önde gelen caz dergileri her sayı birden fazla geçmişe dönük haber yayınlıyorsa, bulunan eski kayıtlar Firavun hazinesi muamelesi görüyorsa -ki o kayıtların tamamı aslında zaten bilinen ve vaktinde beğenilmediği için yayınlanmamış işlerdir, şimdi gizli hazine muamelesi gördüğüne aldanmayın-, hâlâ geçmişi eşeleyerek adı sanı bilinmedik kutsal değer atfedilecek isimler aranıyorsa sorarım size biz cazseverler bugünü ne vakit keşfedeceğiz? Caz nostaljisini tadında bırakıp yeni şeyleri daha iyi anlamaya, daha fazla merak etmeye başlamamız lazım.
Edvard Grieg
Edvard Grieg geçen ay ölümünün 100. yılı nedeniyle anıldı. Müzikte milliyetçilik ya da ulusalcılık nedir dense akla gelecek ilk isimlerden kabul edilen Grieg’in nihai amacı bir ulusal müzik yaratmaktı. Bu fikre hayatı boyunca sadık kaldı. Norveç folk motiflerinden faydalandı, bu amaca sadık gururlu bir besteci olduğunu saklamadı. Acaba diyorum, kuzey cazı dediğimiz müziğin özünde yerel müzik motifleri bolca vardır, ta Grieg’e kadar uzanan bir gelenek demek ki. Dünyaca ünlü klasik müzik dergisi Gramophone geçen sayı Grieg’in müziğine yönelik öne çıkan en iyi 10 albümü derlemiş. Ben de buraya yatıyım belki bir dinleyen olur. Piyanist Leif Ove Andnes’in Berlin Filarmoni’yle kaydettiği albümü, aslında albümde hem Grieg hem Schumann var. Stephen Kovacevich’in BBC senfoni’yle kaydettiği yine Grieg ve Schumann albümü. Dinu Lupati’nin 1947 tarihli kaydı, yine Leif Eve Andnes’in Grieg’in lirik parçalarına yaptığı yorum, aynısını Emil Gilels de yapmış. Anne Sofie von Otter’in Grieg’in şarkı ve liedleri kaydı. Steven Iserlis’in çello sonatları albümü. Sigurd Slattebrekk’in Chasing Butterfly albümü. Efsane Herbert von Karajan’ın Peer Gynt Süiti. WDR Senfoni Orkestrasının sonbahar isimli lirik süiti ve son olarak Arturo Benedetti Michelangeli’nin Grieg’in piyano konçertosu kaydı.
Anat Cohen`in albümü alkışı hakediyor
Kendimce bu yılın en iyi albümlerini ay ay seçerek duyursaydım eğer haziran ayına klarnetçi Anat Cohen’in “Triple Helix” isimli yeni çalışmasını koyardım. Mayıs ayına da Branford Marsalis’in “The Secret Between the Shadow and the Soul” albümünü koyardım ama şimdi konumuz o değil, konumuz Anat Cohen. Dürüst olmam gerekirse baştan Cohen’in ne kendisine ne müziğine ısınamamıştım. Bir kulak verip geçerdim ama “Triple Helix”i çok beğendim. Down Beat’in son sayısının kapağına koymuşlar, derginin editörü de mi aynı şeyi düşündü bilmiyorum. Fotoğraflarına bakınca epey profesyonel bir iş olmuş, o gürbüz köylü kadını gitmiş yerine başka biri gelmiş. New York gibi bir yerde yirmi yıl boyunca azmetmek hiç kolay iş değil. Başaranların sayısı az. Eklektik bir müziği olduğunu söylüyor. Birden çok esin kaynağı var ve albümünde gayet net hissediliyor. Dergiye yaptığı açıklamaya göre müziğindeki esnekliği yansıtabilmek için en iyi format tentet yani onlu imiş. Yoğun ve farklı ilhamların böyle geniş nefesli izah edilebilmesi büyük başarı. Kişisel kariyer için de kritik öneme sahip işler bunlar.
Piyanoda da çok iyi...
Cazda modası geçmeyecek şeylerin başında piyano triolarıyla swingli, groovelu büyük ustalara has icralar gelir. Bu albümlerin ne devri geçer, ne dinleyicisi azalır. Her daim baş tacıdırlar ve her sene insanı mest eden bu çeşit belki sayıca az ama iyi albümler çıkar. Bu tarzın caz tarihi içinde zengin bir havuzu olduğu için hep hatırlananlar kurucu babalar kuşağının öncüleri olur belki, işte Bill Evans’lar, Oscar Peterson’lar vs. Bu tarza en taze katkı piyanist/organist Mike LeDonne’ın basta Christian McBride ve davulda Lewis Nash gibi iki önemli ustayla arkayı sağlamlaştırarak kaydettiği “Partners in Time” oldu. LeDonne’ı şahsen orguyla daha çok tanırım, yeni albümde akustik piyanoyla nasıl dans edebildiğini göstermiş oldu hoş zaten bilmediğimiz bir şey değildi, zihnimize çaktı diyelim. Söz konusu olan bu seviyede ustalar olunca ne çaldıkları ikinci planda kalıyor nasıl çaldıkları önemli oluyor. Zira birçoğu caz standardı, bilmediğimiz besteler değil ama bilmediğimiz icralar, her seferinde kulağımızdan içeri giren lezzet topakları oluyor. Mesela, McBride’ın “Saud”daki bas introsu gibi, gerisini siz keşfedin.
Sessiz sedasız Tidal
Küresel çapta hizmet eden bildiğim kadarıyla bir elin parmağı kadar dijital platform var, aslında, sayı çok değil ve malum başta Spotify geliyor. iTunes bile onunla yarışamadıysa başka aşık atacak çıkması zor ama her büyüklük zamanla kara delik gibi kendi içine çekilirmiş ya, Spotify’ın da durumu öyle olacak sanıyorum. Ben işe başka bir açıdan bakarsam eğer bu az sayıda küresel dijital platform arasında en çok Tidal’ı seviyorum. Bunu daha önce yazmıştım zaten. Fikrim değişmedi. Giderek pekişti. Sitede Hi-Fi etkisi önemliyken bir de Master dinleme seçeceği gelişti. Dinleme kalitesinin tatmin edici olduğunu söylemeliyim, ayrıca, Tidal’in de diğerleri gibi algoritmik playlistleri var ama bence diğerlerinden daha başarılı. Yeni albümleri, yeni müzikleri sunma şekli de dikkat çekici. Dinlediğin müziğin altında ilgi sanatçının diskografisine yönelik seçenekler listelemesi de iyi. Bazen, bir sanatçının bir albümüne bakıyım derken bir anda arka arkaya iki-üç albümünü dinleyebiliyorsun, ayrıntılı keşif bakımından önemli. Ayrıca yeni çıkan albümü eskide ilk Spotify’da görürdüm, artık Tidal da ondan geri kalmıyor.
Kapak fotoğrafı çok güzel
Preservation Hall Jazz Band’ı biliriz di mi... Çoğumuz bu grubu Kübalı Buena Vista Social Club’a cevap olarak kurulduğunu sanırız, çıkış zamanlaması öyleydi, tıpkı Kübalı yaşlı amcalar gibi bir anda New Orleans’lı yaşlı amcalar çıkmıştı ortaya. İşin aslı tam öyle değilmiş ama bir peşpeşelik var tabi. Neticede birbirlerine yakın akraba müzikler. Birçok New Orleans’lı Küba müziğini öncüleri görür. Preservation Hall Jazz Band da ilk çıktığında yaşlı amcalardan oluşuyordu ama grubun kurucusu Alan Jaffe’nin oğlu Ben Jaffe babasının kurduğu yerden grubu alıp yenilemeyi başardı. Kübalı topluluk bunu beceremedi. Abartılı turistik bir tezgaha dönüştüler. Yeni yaşlı amcalar da olmayınca miras yürümedi. Ben Jaffe hem grubu hem müziği yenileyip gençleştirdi. Şimdi bir de belgesel tadında bir film çekmiş. Grubu alıp Küba’ya gitmiş ve ortaya “A Tuba to Cuba” çıkmış. Tuba esprisi kurucu Alan Jaffe’den, çünkü o bir tubistti. Bu albüm aslında bir soundtrack. Bu hayali aslında baba Jaffe kuruyormuş. Oğul Jaffe Küba anılarından dolayı çok mutlu. Tüm yollar kesişmişti diyor.
Alman orkestraları bu işi biliyor
Amerikan cazı müzisyeni parlatır, yıldızlar önce gelir, Almanlar ise müzik sektörünü ve sistemi parlatır, yıldızlar sonra gelir. Ulusların karakteriyle ilgili olmalı. ABD baştan beri şahsi oynar, kişisel atak geliştirir, kurucu felsefede herkesin şansı vardır temel rüyadır. Almanlar öyle kurumlar oluşturur ki dünya yıkılır onlar ayakta kalır. Klasik müzikte zaten öyleler, onu demiyorum, cazda da öyleler. Değineceğim konu Almanların caz orkestraları. WDR Big Band (Big Band des Westdeutschen Rundfunks) ile SWR Big Band (Südfunk Tanzorchester). WDR 1946, SWR 1951 kuruluş tarihli. Savaşın bittiği yıl, her yer enkaz iken adamlar caz orkestrası kurmuşlar, daha ne diyim ki. North German Radio Big Band, Stuttgart Radyo Orkestrası gibi daha başka orkestralar da var ama bu ikisi köklüdür. Özellikle WDR caz ağırlıklıdır, SWR caz-pop ağırlıklı, hâlâ öyleler. Bu iki orkestra son dönem solistlerle yaptığı projeleri iyice artırdı. Kısa sürede öyle zengin bir repertuvar ürettiler ki başlı başına özel haber konusu. Özellikle de WDR. En son Fred Hersch, Fay Claassen, Billy Hart, Ron Carter, Arturo Sandoval, Paquito D’Rivera, Vince Mendoza gibi starlarla albümler kaydetti. SWR sanki daha soundtrack orkestrası gibi ama onların da iyi işleri çıktı. Bu sadece Almanların. Daha bunların Hollandası var, Danimarkası var. Var yani.
Miles ve karısı Cicely Tyson
Farkındayım, başta caz tarihine dair şikâyet ettim ama şunu bir dinleyin. Miles Davis’in geçimsiz, agresif, küfürbaz olduğu anlatılır. Gerçi bunu şöyle yalanlıyor; ‘hakkımda duyduğu her şeye inanmak isteyen çok insan var ama ben insanları severim sadece bunu etrafıma söylemem’. Demek ki seviyormuş :) Daha sonra eklier; ‘oysa şimdi tanıdığım insanların çoğu beni hasta ediyor’. Evet, kibirli ve narsistti ama herkes onu mazur görmeye hazırdır, çünkü yetenekli, zeki ve cesurdur. Birisi Miles’ı Steve Jobs’a benzetmiş. Aklıma gelmemişti ama ilginç buldum. Steve Jobs’ın da yanında bir dakika dahi durulması zor olduğu söylenir. Hakaret mi? Havalarda uçuşurmuş… Aslına bakılırsa hepsi birer efsane cazcıların çoğu yakından tanısanız ne kadar severdiniz bilmem. Mesela Duke Ellington kendi grubu otobüste uyurken o zengin otellere kaçarmış. Mingus’un şiddete eğilimli bir çapkın olduğu bilinir. Miles’a dönersek, hayatı boyunca kurduğu ilişkileri mahvetmesiyle ünlüdür. Bir insan bu kadar çok kişiyi küstürür mü? Dehâ bunu nereye kadar açıklar? Son anekdot olsun. Miles karısı Cicely Tyson ile restorana gider. Sahnede çoğu gençlerden oluşan bir caz grubu vardır, üstelik, gençlerin çoğu Miles’ı tanımaz, biri hariç, o da sonunda gidip Miles’ın elini sıkmak ister. Miles çocuğa bakar ‘Tenderly’i kim berbat etti’ der.
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 01 Temmuz 2019, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.