DeCarava`dan bir Milt Jackson fotoğrafı
Caz fotoğrafçılarını bu köşede daha önce de yazdım. Hepsine merakım ayrı ama hiç tanımadığım bir ismi keşfedince dikkatimi çekmeyen bir konuyu farkettim. Caz tarihinin sembolü olmuş fotoğrafçıların nerdeyse tamamı beyazdı, ta ki Roy Rudolph DeCarava’yı tanıyıncaya kadar. Tam caz çağının çocuğu. 1919 yılında Harlem’de dünyaya gelen bir siyah DeCarava. Tanımamı caz tarihçisi David Adler’a borçluyum. Jazz Times dergisinin son sayısına DeCarava hakkında “Gördüğü Sesler” isimli bir yazı yazmış. Niye bu kadar arka planda kaldığını bilmiyorum. Bulabildiğim fotoğraflarına baktım. Çektiği sayısız kare arasında caz önemli yer tutuyor ama yaşadığı dönemi ve bilhassa Harlem’i çok çekmiş. Haliyle çoğu siyah-beyaz. Adler, ‘onun fotoğrafları kayıp bir caz albümü bulmak kadar etkileyici’ diyor. Makalenin adı sanatçı hakkında çıkan kitabın ismi ve kitaptaki karelerin çoğu ilk kez yayınlanmış. Benim kayıp halka demem bu yüzden. Fotoğrafçılığa 1940’ların başında başlamış ve kısa zamanda kendi estetiğini geliştirmiş. De Carava’nın avantajı onlardan biri olması, bir Harlem’li, onlarla yaşıt ve onlarla aynı sokağın çocuğu.
Dört vizyoner
Aynı enstrümandan oluşan gruplar sahnede çarpıcı görünebilir ama tek atımlık barut gibidir, tek hamlelik. Bu yüzden Dave Liebman, Dave Binney, Donny McCaslin ve Samuel Blais’den oluşan “Four Visions” albümü beni önce sanatçıların isimleriyle heyecanlandırdı. Her ne kadar dört isim çok iyi isimler olsa da koca bir albüm nasıl dolacak di mi? Hem her birinin ayrı yönleri var hem bu ayrı yönleri tamamlayacak özellikleri. Emin değilim ama fikir sahibi Dave Liebman olabilir, tam ona göre bir işe benziyor. Liebman’ın böyle işleri daha önce de oldu, hatta İstanbul’da da izledik. Joe Lovano, Greg Osby’li albümü yeni sayılır. Dört saksofon ama hepsi tenor değil, soprano, alto, tenor ve bariton saksofon kimi zaman dört ayrı enstrüman gibi tınlıyor. Melodiyi biri sürüklerken diğeri ritmi alıyor. Kimi zaman melodiyi iki tonda seslendirirken kimi zaman dördü de çapraz geçişlere dalıyor. Matematiğin zevklisi mi olur diyeceksiniz ama dördünü ayrı ayrı dinlemeye çalışmak kulağa hoş geliyor. Bazen biri soloya çıkarken üçü arkada back vokal gibi tınlıyor. Keşfetmesi gerçekten zevkli, hatta eğlenceli ve sadece düzenli melodiye tahammülü olan dinleyiciye dahi cazip gelecek bir saat on dakikalık bir kayıt olmuş.
Pek bir ümit yok
Yandaki fotoğraf bir caz okulu ilanından. Amerika’da ikibinlerden itibaren pıtırak gibi çıkan caz okullarından biri. Bu okullar tecrübeli caz müzisyenleri için iyi çünkü ders vererek ek gelir elde ediyorlar. Klüplerde sahne almak aslanın ağzında. Albüm satışı kalmadı. Aranjörlük işi vs. herkesin yapacağı iş değil, Big bandlerde belki iş bulunur ama o da kolay değil, geriye ne kalıyor... mümkünse bol konser ve hocalık. Bu okullar tam fırsat. Fotoğrafın görünmeyen kısmında hoca ayakta ümitsiz yüz ifadesiyle öğrenciye trombon çaldırmaya çalışıyor. Beni esas güldüren sağdaki kızın bakışı. Muhtemelen hoca sırayla çaldırıyor ve eşlik ediyor. Sağdaki ne kadar yaptı bilmiyoruz ama şu anda çalan sanki pek ümit vermiyor. Sağdaki kızın bakışı tam bir ‘yapamadı salak’ bakışı ama muhtemelen kendi de pek bir şey yapamadı. Fotoğrafın yine görünmeyen kısmında sırasını savmış bir başka kız daha var, o da bin fırın ekmek yememiz lazım gülüşü atıyor. Biraz utangaçlık, biraz ergenlik, biraz öğrencilik hali. Bunlar normal, olacak böyle şeyler, fazla zorlamamalı. Ya okulun bu fotoğrafı kendine ilan görseli seçmesine ne demeli? Acaba doğru seçim yaptıklarına eminler mi :)
Bir şey söylememe ustası
Son yıllarda Amerika’da cazın eskiye göre daha az dinlendiği istatistiklerle kanıtlanmış bir gerçek, ben uydurmuyorum, bizzat Amerikalı müzisyenler söylüyor. Obama’dan bu yana devlet katında cazın yeniden nasıl eski haline döndürüleceği konuşuluyor zira onlar için milli bir mesele, cazı ulusal müzikleri kabul ediyorlar. Onlar düşünedursun bu arada bir müzik türü olarak caz artık Avrupa ve Asya’da daha çok dinleniyor. Bu da kesin bilgi yayalım! Japonya cazın her zaman ikinci büyük pazarı oldu, şimdi pazar daha da büyük. Geçen Chick Corea ile yapılmış bir röportajı okurken bu soruyu ona da sormuşlar. Corea benim hiç sevmediğim o her zamanki idare-i maslahat yanıyla lafı evirip çeviriyor ama bir türlü kaleye orta yapmıyor, ya kardeşim adam sana net bir soru sordu, diyor ki; “caz neden Asya ve Avrupa’da daha popüler?” Vallahi ağzından bir cevap alamıyor, benim diyor her zaman önümde çok iyi bir dinleyici grubu var diyor, bunların nereli olduğunu bilmiyorum diyor, öyle diyor, böyle diyor ama sadede gelemiyor. Hatta Avrupalı dinleyicinin klasik disiplinli bir müziksever olduğundan bahsediyor, sosyo-ekonomik filan diyor sonra bunlar benim alanım değil diyor. Velhasıl, Süleyman Demirel gibi çok şey söyleyip hiçbir şey söylemiyor.
Kitabın kapağı
Haruki Murakami’nin bir kitabı varmış, -mış diyorum çünkü okumadım, “Kafka on the Shore”. 15 yaşında bir çocuk orta yaşlı bir kadının ergen yaşındaki hayaletine aşık olur. Oysa, kadın halen hayattadır. Uzun yıllar önce, henüz o yaşlardayken sevgilisi ölen kadının hayaleti kadından ayrı olarak varlığını sürdürmektedir. Oğlanın aşık olduğu bu hayalettir. Murakami’yle benim bağım onun daha ziyade iyi bir cazsever oluşu nedeniyledir. Müzik yazarı ve Stereophile dergisinin editörü Jim Austin bu fikirden yola çıkarak yazdığı yazısında odamızda müzik dinlerken dinlediğimiz müzisyenin hayaletini davet etmiş mi oluyoruz sorusu üzerinden hayalperest yanı kuvvetli güzel bir yazı yazmış. Hoşuma gitti. Bu konular niye benim de aklıma gelmez ki… Gelse de yazmayı becerebilir miyim... Zor iş. Jim Austin aslında bir caz adamı olmadığını söylüyor, daha ziyade Björk’ün seksenlerdeki grubu Sugarcubes dönemi çocuğu olduğunu belirtiyor ama Eric Dolphy ya da Art Pepper dinlerken -ki bunu da o dönem bir çift Polk Audio Model 7B speaker çiftiyle yapıyormuş- bu hayalet mevzuu akla daha yakın geliyormuş. Yazının sonrası biraz böyle müzikler ve odyofil eşleştirmelerle gidiyor ama güzel yazı.
Birçok iyi markanın ürünleri mevcut
Müzik tüketiminin analogdan dijitale geçmesiyle bocalayan sadece plak şirketleri olmadı, koskoca bir müzik ekipmanları sektörü de büyük uçurumun eşiğine geldi, hatta çoğu uçurumdan düştü, kayboldu gitti, değişimi kabullenip yenilenenler tekrar nasıl ayağa kalkacaklarının arayışına geçti. Geleneksel ürün yelpazelerini gözden geçirdiler ve dijital teknolojiye uygun neler yapabiliriz diye düşünmeye başladılar. Benim ‘kaynakları bir yerde toplayın’ dediğim şeyin geçmişi eski değil, 2010 sonrasıdır. HiFi, Hi-End firmaları çözüm olarak dijital yayınları müziksevere nasıl daha kaliteli dinletirizin arayışına geçtiler. Çözüm aslında basitti. Dinleyiciye her şey için tek bir cihaz verirsen sana müteşekkir kalır. Sektörün güçlü markaları çözümü tam da bu noktada buldu ve Spotify benzeri tüm dijital kaynakları getirip bu cihazlara bağlayarak tercih ettiğin kulaklıktan bilgisayara, hoparlörden cep telefonuna her yerden dinlemeni sağladılar. Tabi konuyu az bilen şimdi ee, ben o cihaz olmadan da dinliyorum ne var bunda diyebilir, işin püf noktası şu ki, bu nevi DAC’lardan gelen müzik, işte o başka bir kalite oluyor, onu da söylemiş olayım.
Albümlerin kapakları
Ray Charles ünlü olduktan sonra değişti ama ellilerde blueslu soul cazın iyileri ondan sorulurdu, mesela 1958 tarihli albümü “Soul Brothers”. Vibrafoncu Milt Jackson ile nasıl da döktürüyor. *** Tenor saksofoncu Joe Henderson hiçbir zaman en öne çıkanlardan olmadı, caz tarihini bilenler bunun açık haksızlık olduğunda hem fikir ama biraz da kişiliği öyleydi. Aslında enfes bir tenor ustasıydı. 1985 tarihli klüp kaydı “The State of the Tenor” kaydını dinleyin, üstelik, Tidal master kalitesiyle yayınlıyor, az da sesi açarsanız keyfinize diyecek olmaz. *** Bariton saksofoncu Gerry Mulligan’ın 1962 albümü “Jeru” kaprisli bir latin güzelin ça ça adımlarıyla başlayan bir albüm. Mulligan piyanosuz dörtlüleriyle tanınırdı, aslında piyano sevmez sanılan bu adam çoğu kez piyanoyu kendi çalardı, bu albümde tersine piyano var, oldukça formda olduğu dönem ve dinlemesi enfes bir kayıt. Mulligan sanırım bir kez geldi İstanbul’a, seksenler olması lazım, Bilsak Caz Festivali olabilir, Emin abi bilir ona sorayım ama o konserde yoktum, ne halt etmeye gitmemişim bilmiyorum gençlik aptallığı işte.
Albümlerin kapakları
Jazz Times dergisi duyurduğundan beri takipteyim. Gidip izleme imkanım yok ama bu kapsamda yapılan girişimleri önemli buluyorum. Dergi duyurularında ilk caz kongresi diyor, demek düzenli yapmayı düşünüyorlar. Lincoln Center’da gerçekleşecek konferansta konuşacak isimler belli oldu. Toplam 26 kişi saydım, çoğu ünlü caz müzisyeni ayrıca, 16 caz klübü, kurum, kültür merkezi gibi yerlerin de yöneticileri olacak. Konuşmacılardan 10 kadar ismin kadın olmasını da önemli buluyorum. Asıl önemli bulduğum konu başlıkları. “Caz Müzisyenlerinin Sağlığı”, “Africa: The Past & The Future”, benim asıl beğendiğim başlık ise “Caz Albümlerinde Sanat ve Ticaret Dengesi” başlığı oldu, keşke bu semineri dinleme imkanı olsa... Ayrıca, radyoların önemi, Charlie Parker’ın 2020 yılında 100. yaşına dair özel oturum gibi başlıklar da kongrede yer alacak. Başka ayrıntılar da var meraklısı jazzcongress.org’dan girip bakabilir, eğer izleme imkanı olan varsa haber versin.
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 18 Kasım 2019, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.