Stewart Glenn Miller`a benziyor ama onun kadar uzun değil!
Hollywood starlarının caz tarihine damga vurmuş efsanevi cazcıları perdede canlandırması sinemada öyle sık rastlanan projeler olmuyor, zaten geriye dönüp bakın cazla ilgili iddialı filmler kırk yılda bir çıkar. Bunun birinci nedeni rating, büyük seyirci sayılarına ulaşması zor bir alan, film şirketlerinin yatırım yapması kolay değil, ayrıca, Hollywood starları için oynaması hiç kolay roller değil. Bunları düşününce hemen aklıma gelen 5 film ve 5 starı bir kağıda yazdım, liste şöyle; Diana Ross 1972 yılında çekilen “Lady Sings the Blues” filminde Billie Holiday’i canlandırmıştı (bu filmi izlemedim). 1988 yılında yönetmen Clint Estwood unutulmaz “Bird”de Forest Whitaker’a rol vermişti (hayatının rolünü oynamıştı). Bildiğim en eski film 1954 yılında James Stewart’ın oynadığı “The Glenn Miller Story” filmidir (bunu da izlemedim ama Youtube`da var). Çok sevdiğim aktör Don Cheadle 2015’de Miles Davis’i canlandırmıştı (bütün prodüksüyonu cebinden karşılamıştı, umarım geri kazanmıştır). Yine aynı yıl Ethan Hawke’nin Chet Baker’ı canlandırdığı “Born to be Blue”yu unutmamalı. Son yılların en gözde aktörü Mahershela Ali’yi Don Shirley’i canlandırdığı rolle unutmak mümkün mü ki en yeni film. Beş oldu ama şimdi aklıma Ray Charles’ı canlandıran ki adeta kendisi olmuştu öyle rol kesmek yani Jamie Foxx’u unutmak ne mümkün (Whiplash ile Aşıklar Şehri`ni bunlar arasında saymıyorum). Sizin de aklınıza bir dolu isim daha geliyordur. Keşke bu filmler daha çoğalsa.
Ben de aramaya başlıyorum, elbet bulurum bir şey!
Miles Davis ile ilgili her yeni bilginin haber değeri var ama bu bilgiler gerçekten yeni mi? İşte, bu önemli soruyu da beraberinde sormak gerekiyor. Bunu neden söylüyorum, her sene Miles Davis’in geçmişte yapıp ettiklerine dair ‘yeni bulundu’, ‘kayıptı’ gibi sarsıcı başlıklarla tanıtılan albümler yayınlanıyor ve bir kısım müziksever Miles Davis ile ilgili bilinmeyen bir keşif yapıldı zannediyor. Böyle bir keşif yapılamaz mı, elbette yapılabilir ama Miles gibi bir figürün yapıp ettikleri öyle didik didik eşelendiki artık orijinal ve bilinmeyen bir şey bulunması hiç kolay değil. Geçen yıl yayınlanan “Rubberband” etrafında da benzer tartışmalar oldu. Caz basınında bu tartışmaların alevi yeni sönmüşken Amazon 3 Ocakta The Lost Quintet isimli bir albüm daha duyurdu. Ben de diyorum ki, bu kaçıncı Lost Quintet. Chick Corea, Jack DeJohnette, Wayne Shorter ve Dave Holland’dan oluşan beşlinin hiç stüdyo kaydı yapmadığı biliniyor. Bu kayıtta beşlinin 1969 yılında çıktığı Avrupa turnesindeki kayıtlar bunlar, buraya kadar bilinmeyen bir şey yok ama basına verilen bilgiler arasında ilgili konserin sadece ilk bölümünün yayınlandığı ikinci bölümünün daha önce yayınlanmadığı yönünde oldu. Burada orijinal olan yani bilinmeyen 4 parça olduğu söyleniyor ben ise bunların aslında daha önce zaten yayınlandığını, ortalığı bilgi kirliliğinin kapladığını söylüyorum.
86 yaşında öldü
New York Caz Festivali’nde Detroit ve Motown için özel bölüm oluşturulduğunu okuyunca ayrıntıları merak ettim, Detroit, Amerikan sanayinin kalbi sayılan işçi şehri ama müzikte köklü geçmişi var, özellikle rock damarı son derece kuvvetlidir, aslına bakarsanız, caz damarı daha kuvvetlidir ama az bilinir. Cazda bazı isimler vardır ki şehirleriyle anılırlar, bu isimlerin ortak yanı New York’a yerleşmemiş olmaları ve yaşadıkları şehrin adıyla isimlerinin ayrılmaz şekilde yan yana gelmesi. Detroit bakımından bu isimlerin başında trompetçi Marcus Belgrave geliyor. Belgrave aslen Detroit’li değil, 1936 Pensilvanya doğumlu. 1962 yılında Detroit’e yerleşmiş atadan dededen Detroit’liden daha fazla Detroitli olarak biliniyor, sebebiyse New York’a taşınmak istememesi, hani bizde çok yetenekli futbolcuların çok ama çok azının İstanbul’a gelmeyi reddetmesi gibi bir şey, Belgrave de öyle. Bu yetenekli sanatçının en önemli kusuru tam bir stüdyo kedisi olmasına rağmen kendi adına çok az kayıt yapması yüzünden nerdeyse hiç tanımıyoruz, biz burdan tanımıyoruz ama bırakın bizi adamı Amerikanın doğusu bile tanımıyor. Oysa tatlı bir trompeti vardır.
Babanın esas çok güzel bir fotosu vardı onu bulamadım
New Yorker dergisi cazla ilgili fazla yayın yapmaz ama yaptı mı iyi şeyler çıkarır, bunların sonuncusu yaşayan efsane Pharoah Sanders ile olandı. Bende zaten röportajı New Yorker üzerinden değil Sanders üzerinden gördüm. Dergi şöyle bir intro yapmış; Caz müzisyenleri her zaman ‘bir şeyler söylemeye’ (saying something) prim vermişlerdir ama teknik, taktik ve yetenek bir yere kadar, hatta teori de sizi bir yere kadar götürür ve orada bırakır, önemli olan, bir anda tanıdık ve aydınlatıcı bir duygu yakalama, bir fikir geliştirme ve onu ortaya çıkarma becerisidir... Buradan hoop Sanders’a sıçrıyoruz. Yıl 1965. Coltrane, Sanders’daki cevheri görmüş ve onu grubuna davet etmiş. Oysa Sanders bir sene önce ilk albümünü çıkarmıştı ama hiç mi hiç ilgi görmemişti. İki sene sonra Coltrane öldü, Sanders mirasını terketmedi, Coltrane’in firması Impulse! İle kontrat fırsatı yakaladı, bu arada Coltrane’in karısı Alice’in albümlerini yapmasına büyük destek verdi. Sanders kendi ateşi için gerekli fikirleri bulmuş görünüyordu, titrek mum ateşi kısa zamanda alevli meşaleye döndü ve “Karma” albümü çıktı, gerisini biliyoruz. New Yorker yazısına güzel balmış, gerisini de güzel getirmiş.
Hem anneden hem babadan cazcı
Başlığı öyle yazdım ama esasen bilinmeyen biri değil Alexander Claffy. 1992 doğumlu basçı yeni kuşağın önemli isimlerinden olmaya aday. Geçmişine bakınca zaten belli ke kaçacak yeri yokmuş. Annesi caz şarkıcısı, babası caz piyanisti, akıl hocaları Ron Carter, Dwayne Burno filan, siz böyle bir evde büyüseniz ne olursunuz, elbette caz müzisyeni, Claffy de öyle olmuş ama çalışmış, çabalamış iyilerinden olmuş. Ekim ayında II isimli albümünü yayınlamıştı. 27 yaşında. Caz standartlarıyla arası iyi, aklıma hazır madem Ron Carter akıl hocasıyken 21. yüzyılın Ron Carter’ı olur mu acaba diye geliyor, niye olmasın, madem standartlarla arası bu kadar iyiyse olmaması için bir neden yok. Albümün tamamını dinledim ama birkaç parçasını dinledim kulağa iyi geliyor. Dinleyenler özellikle son albümden Beatles parçası Lucy in the Sky with Diamonds parçasını öneriyor. Oldukça değişik bir yorum olmuş, bir kulak verin bence.
Rushdie sizce de Jack Nicholson`a benzemiyor mu?
Aradan uzun yıllar geçti. Doksanlı yıllardan sonra doğanlar neler olduğunu hatırlamaz. Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rushdie’nin yazdığı “Şeytan Ayetleri” kitabı Ayetullah Humeyni tarafından mürteci ilan edilerek hakkında ölüm fetvası çıkarılınca adamın resmen hayatı kaydı, sokağa çıkamaz olmuştu, uzun yıllar polis gözetiminde yaşadı. Humeyni’nin ölümünden sonra 1998 yılında dönemin İran Cumhurbaşkanı Hatemi tarafından kaldırılan fetva ile Rushdie rahatladı ama ev adresi hâlâ gizlidir. İşte, o Rushdie tabii zamanla olay soğudu unutuldu ama adam hâlâ ünlü bir yazar. Artık 73 yaşında. Geçen sene “Shalimar the Crown” isimli son romanını yazdı. Geçen gün bir röportajına denk geldim. Evet çok zor yıllar yaşadı ama belki de olması gerekenden fazla ünlü oldu. Ödüller kazandı. Herhalde iyi para da kazandı. Röportajında şöyle diyor; son üç romanımda şu sorunun peşinde koştum; Çarpışan dünyalar. Ahlaki yargılarda bulunmaktan kaçınarak o o zaman olmuştu, bu ise şimdi oluyor. Yaşanan şeylerin olduğu zamanlara dair farklılıklarını bir romancı acaba nasıl anlatır?
Acaba neye bakıyoruz?
Uzun yıllar önceydi. Beşiktaş’ta şimdi Başbakanlığa ait Dolmabahçe Sarayı’nın parçası olan veliaht dairesi eskiden resim heykel müzesiydi. O müzede Türk resim tarihinin önemli ismi Sabri Berkel’den ders alan öğrenciler arasındaydım. Tarihi bir bina, resim ve heykel müzesi ve resim dersleri eşsiz tecrübe olmuştu benim için. Bulduğum her boş fırsatta müzeyi gezerdim, ufak bir binaydı, huzur veren sessizliği, güzel bahçesi vardı zaten pek kimse de olmazdı. Birgün yine müzeyi gezmek için girişte çift yöne açılan merdivenleri tırmanırken üst katta başında yana eğik beresiyle yaşlı bir bey bana bakarak ‘evladım, müzeler sağdan giderek gezilir’ dedi. Trafik kaidesi gibi. Dediği tuhafıma gitmiş ama öyle yapmıştım. Bu anı geçen okuduğum bir yazıdan aklıma geldi. Yazıda, ‘müzeleri gezmek avarelik işi değil bilinçli bir faaliyet olmalı ve kişinin belli bir stratejisi olmalı’ diyordu. Çok haklı. Yurtdışına gittiniz, müzelere zaman ayırmak, eşsiz eserleri görmek istiyorsunuz ama öncelikle hem müze, hem gezeceğiniz sergi varsa özel sergi hakkında önden araştırma yapmanız şart. Müze salonlarında avarelik yaparak gezmenin gördüklerinize dair hiç faydası olmayacaktır. İnternet elinizin altında hem müzeyi, her sergilenenleri önden görüp fikir almanız, hakkında bir şeyler öğrenmeniz en iyisi. Görmeyi umduğunuz büyük yapıtlar hakkında bilgi edinmek de önemli.
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 13 Ocak 2020, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.