Billie Holiday`in 1929`da, henüz New York`a taşınmadan önce dahi sokağın zorluklarından yetişme Baltimore`lu genç bir kadın olarak şarkı söylemeyi ne kadar sevdiği biliniyordu. Kariyeri boyunca her şarkısını, kendisine eşlik eden her müzisyeni, her kaydını uzun dönem eroin bağımlılığı sırasında dahi kontrol altında tutmayı sürdürdü. Holiday, müziğinin, Bessie Smith`in ifade gücü yüksek ve blueslu vokal gücüyle Louis Armstrong`un swing`li ritmik nüanslarından oluştuğunu söylerdi hep. Buna ilaveten denebilir ki, Bessie Smith kadar sert bir içkici ve savaşçı, Armstrong kadar melodik hayal gücüne sahipti. Yakın arkadaşı Carmen McRae`ye göre, sevgilisi eğer ona tokat atarsa Holiday yumrukla karşılık verirdi. Görgü tanıklarına göre, kimbilir kaç defa, 52. Cadde`deki Onyx Club`ın dışında kendisine zenci fahişe diyerek hakaret eden ırkçı denizcileri kırık şişelerle kovaladı. Tarz olarak tenor saksofoncu Lester Young`a çok benzeyen diğer taklitçi müzisyenlere karşı son derece kaba davrandı. 1950 yılında, Downbeat dergisinden Ruth Brown`a, Count Basie`nin orkestrasını kastederek `taklitçileri destekleyemem, gerçeği söylemeli, onlardan utandım, halbuki eskiden ne kadar iyi bir gruptu` diye açıklamada bulunmuştu. Bir defasında, Billie Holiday, klübün sahibine göre, Café Society`de ortada hiçbir neden yokken dalgın bir dinleyiciye `kiss my black ass" diye çıkıştı.
Simone De Beauvoir, o dönem kadınların varoluşlarını yazıyordu. Dönemin hakim fikrine göre eğer kadın erkeğin ötekisiyse bu gerginliği kabullenmek gerekli bir başlangıç olmanın ötesinde felsefi bir manifestoydu. Unutmayın, Fransız kadını oy hakkını 1944`de kazanmıştı. Beauvoir, cinsiyete dair tüm fikirlerini, daha önce emsali olmayan yetkin çalışması "The Second Sex" isimli kitabına dönüştürmüştü. Beauvoir muhtemelen Jean-Paul Sartre`dan daha iyi bir genç düşünürdü. Beden hakkındaki düşünceleri kalıcı sosyal algıları sarsıcı etkideydi. 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa`sında Beauvoir`nın romanları ve kitapları en çok satanlar arasındaydı.
Hem Beauvoir hem Holiday o dönem yirmili yaşlarında meydan okuyan genç sanatçılar ve biseksüel kadınlardı. Billie Holiday, Count Basie orkestrasının müzisyenleriyle aynı otobüste onlarla eşit birey olarak turnede dolaşırken yollarda araba kullanıyor, içki içiyor hatta zar atıyordu. Simone De Beauvoir özgür düşünceli bir romancı ve düşünür olarak Sartre`la evli olmadan yaşıyordu. Benzer şekilde "özgür bir ruh olan Billie her zaman sevdiği şeyleri yapmayı tercih etti" diye hatırlıyordu Barney Josephson. Tıpkı bir erkek gibi Mahhattan`da takside dolaşırken hiç çekinmez esrar içerdi.
Peki ama, toplumsal hafızamız neden mesela Billie Holiday`i trajik ve savunmasız, Simon de Beauvoir`ı ise edebi ama ikinci olarak tanımlıyor? Holiday, Miles Davis dahil istisnasız tüm siyah caz müzisyenler ve yazarlar tarafından sevildi, savaş sonrasının James Baldwin`den Malcolm X`e kadar tüm Amerikalı siyah direniş liderlerince tarihi acıların sesi olarak tanımlandı. Onun performansının gizemi, kişisel cool tarzının sırrı, rahatlığı ve estetiğiydi. İlaveten, kendine cool bir maske edindi, basitti ve Amerika`nın en büyük sanatçılarındandı.
Cool dendiğinde neden aklımıza Bille Holiday ve Simone De Beauvoir geliyor?
Cool tabiri savaş sonrası erkeksi estetikte kusursuzluk örneği figürleri yalnız takılan ahlaki asiler gibi algıladı. Dönemin ruhuna göre düşünürseniz eğer, evcimen bir hayatı paylaşan karı-kocaların kültürel algıları nezdinde böyle insanlar çılgınca bulunabilirdi. Buna ek olarak, dönemin kültürel türleri olan caz, felsefe, edebiyat, sinema vs. hep erkek yazar ve eleştirmenler tarafından tahkim edilmişti. O dönem Billie Holiday`in cool`luğu sadece siyahlar tarafından algılanıyordu. "o aslında cin gibiydi, savunmasızlığı benimsediği bir roldü" diyor Marie Bryant. Dönemin baskın toplumu Holiday`in ne esnekliğini ne tarzındaki acı çeken cool vokal estetiği bir türlü anlamadı.
Seksenli yıllarda amatör sosyologlar cool`luğun kanununu inşa etmeye koyulduğunda nerdeyse tamamen erkeklere odaklandı. Gene Sculatti`nin "The Catalog of Cool" (1982), Roy Carr`ın "The Hip: Hipster, Jazz, and the Beat Generation" (1986) ve Lewis MacAdams`ın "Birth of the Cool: Beat, Bebop and the American Avant-garde" (2001) gibi kitapları cool olmayı artistik serseri bir erkeklik olarak tarif etti. Gwendolyn Brooks`un 1959 tarihli "We Real Cool" isimli kitabı dönemin Afrikalı-Amerikalı hiper erkeksi duygusu için kaleme alınmış oldukça sert bir yanıt iken Susan Fraiman`ın kapağında Mickey Rourke`un güneş gözlüklü cool bir fotoğrafının olduğu "Cool Men and the Second Sex" kitabıysa bin yıllık bir feminist eleştiri niteliğindeydi. Bell Hooks takma adıyla tanınan yazar Gloria Jean Watkins`in "We Real Cool" (2003), Marlene Connor`ın "What is Cool" (1995) ve özellikle Richard Majors ve Janet Billson`ın sosyolojik çalışması "Cool Pose" (1993) dönemlerinin öne çıkan çalışmalarıydı. Yanısıra, Andrew Ross`un uzun denemesi "Hip and the Long Front of Color", Ingrid Monson`ın "The Problem with the White Hipness" ve Bell Hook`un "Eating the Other" gibi siyah kültürün içselleştirdiği cool beyaz erkekler üzerine kaleme alınan eleştiriler de yayınlanmıştı.
Beauvoir ve Holiday, belirgin farklı geçmişlerden yola çıkarak, entelektüel ya da sokak serserisi olsun, baskın bir erkeğe göre hayatlarını mitolojikleştirmeye devam ediyorlardı
Holiday ve Beauvoir pasif uyumlulukla edebi ve müzikal olarak kendi efsanelerini ilan ediyordu. Beauvoir, Sartre hayatta olduğu sürece onun zekâsı ve üstün entelektüelliği karşısında kendini düşünür olarak tanımlamayı reddetti. Entelektüel mirasını talep etmektense seçtiği adamın yanında olmayı tercih etti. Billie Holiday, pezevenkler ve fahişeler arasında yetişti, böylece, erkek şiddetini de kadın bağımlılığını da aşk hayatına taşıdı. Müziğine özerklik ve otorite getirdi ama psikolojik desteğe ve erkeğe ihtiyacı vardı. İster sokak serserisi, ister entelektüel olsun farklı geçmişlerden yola çıkan ama baskın birer erkekle yaşayan bu iki kadın bir yandan hayatlarını efsaneleştirmeye devam ediyordu.
"Lady Sings the Blues" şarkısındaki mağduriyet ve uyuşturucu vurgusu yüzünden şarkının sözlerini Holiday`le ortak yazan William Dufty uzun süre ırkçılıkla suçlanmıştı, ancak şimdi şimdi Holiday`in parçanın prodüksüyonunda istekli bir ortak `komplocu` olduğunun farkına varıyoruz. Biyografi yazarı Donald Clarke kaleme aldığı "in Wishing on the Moon" adlı kitapta daha henüz 12-13 yaşında Baltimore sokaklarında çocuk yaştaki şarkıcı olarak Billie Holiday`in ilk hevesini dönemin ünlü prodüktörü John Hammond tarafından bir nevi beyaz atlı prens gibi kurtarılmak olduğunu yazmıştı.
"Lady Sings the Blues" şarkısını on yıllık bağımlılığın ardından kişisel bir zaafiyet ve annesinin ölümü sonrası ruhsal hassasiyetin anlatısı olarak anlamak mümkün. 1943 yılına gelindiğinde Holiday 20. yüzyılın klasikleri arasına girecek kimi şarkıları kaydetmişti bile. 1945 sonrası en yakın arkadaşları Count Basie orkestrasından trompetçiler Harry `Sweet` Edison ve Buck Clayton, en önemlisi de Lester Young Holiday`in uyuşturucu arama turlarına katılmaktan uzak duruyordu (Young ve Holitay tam 14 yıl konuşmadı). New Yorker`dan Whitney Balliett (Cazkolik notu: yazarın "New York Voices: Fourteen Portraits" isimli kitabını merak edenler mutlaka okusun) "Lady Sings the Blues" şarkısı döneminde "acınası hayatına baktığınızda sanatı tahmin edilmeyecek bir başarı değildi" diye yazıyordu.
Billie Holiday bağımlılığının en zor günlerinde dahi şarkı söylerken duygularının kendini aciz göstermesine müsaade etmedi, tersine, tıpkı caz yazarı ve eleştirmen Albert Murray`in dediği gibi zarif yaratıcılıklarla olduğundan daha önemsizmiş gibi davrandı. Caz tarihinin önde gelen piyanistlerinden Teddy Wilson Billie Holiday`in erken dönem en iyi caz ensembllarının çoğunun lideriydi, Wilson, Holiday`in sanatını şahsiyetinin organik yansıması olarak değerlendirmişti. "Şarkı söylemesi ayrılmaz bir şekilde psikolojisinin ve yaşadığı hayat deneyiminin yansımasıydı" demişti. Billie Holiday`in şarkı söyleme tarzı tümüyle tamamlayıcı bir bütünlüğe, adeta psikolojisini ve deneyimini artistik içgözlem olarak yansıtan bir deneyim gibiydi.
Billie Holiday`e dair beyaz Amerikalıların genel algısıyla Afrikalı Amerikalıların sokaktan gelme algısı, bize, Holiday`in iki imajı arasındaki farkı gösteriyor. Holiday tek bir Hollywood filminde göründü o dönem. 1947 yılının "New Orleans" isimli müzikal dramasında Holiday`le birlikte başta Louis Armstrong çok sayıda cazcı vardı. Holiday, filmde caz söyleyen bir hizmetçiyi canlandırdı ama hizmetçi elbisesi giymekten hiç hoşlanmadığını belli etmişti, hatta, bu direnci filmde dahi belirgindir. Holiday`in tarzı yenilikçiydi, etkileyici kürkler, yapılı saçlar, flare elbiseler, saçında her daim gardenya gibi kişisel cazibesini ortaya koyan aksesuvarlarla doluydu, bir hizmetçi olarak perdede görünmeyi aşağılayıcı buldu. Açıkçası, Holiday 1949 yılında polise üstünde eroinle yakalandığında dahi karakoldaki fotoğrafında mink paltolu kadın imgesine sahipti.
Caz davulcusu Specs Powell 52. Cadde`deki klüplerin dünyasıyla tanıştığında 18 yaşında olduğunu söylüyor ve ekliyor; `geçmişe baktığımda o dönem poz yapmakla gerçek sanatçı yeteneğine sahip insanları ayırdedebiliyorum` diyordu, Billie Holiday çok gençti ama diğerlerinin kibirli dediği özellikleri aslında Holiday`in kendine olan güveni, nezaketi ve mesafeli haliydi, eğer bu özellikler bir erkekte olsa ona `cool` denirdi.
Kadında `cool`luğun sınırları 2. Dünya Savaşı sonrası belirmeye başladı
2. Dünya savaşı sırası yaşanan soykırım neticesinde sanatçılar, politikacılar ve düşünürler genetik eğilimler ve ırk kimlikleriyle ilgili eski fikirleri tümden gözden geçirmeye başladı. Bu konuda ilk dikkati çeken çalışma Sartre`ın 1946 tarihli "Anti-Semite and Jew" kitabıdır. Beauvoir bu etkiyi Amerikalı yazar Richard Wright`ın da etkisiyle "siyah", "Hintli" ve "kadın"a kadar genişletmeyi istiyordu. Amerika`da siyah olmanın ötekiliğiyle kadın olmanın ötekiliği konularını yazmak için objektif sebepler bulmuş oldu. Kadınlar, cinsiyet çizgisinde eşit insanlığı kabul etmeyen erkeklere karşı bağımlılık için yetiştirilmişti. Kadın ya erkeklerce ya da belirli alt gruplarca şekilleniyordu. Beauvoir`ın "The Second Sex" kitabı bu konuda daha da ileri gitti ve her insanın sürekli olarak başka insanlarca tanımlandığını savundu. Bunu yaparken, entelektüel savaşını tüm ırk ve cinsiyet hiyerarşilerine karşı ilan etti.
Beauvoir "The Second Sex" isimli kitabında `kadın sabitleşmiş bir gerçeklik değil, oluşan bir varlıktır ve olasılıkları tanımlanmalıdır` diyordu. Beauvoir da, Holiday de işlerini yaparken hiç de öyle kahraman isyancılar değildi. Hayatları gerçekte varoluşcu bir isyan, kadınların ezilmesine karşı eşzamanlı bir vasiyetti. Yaşamları boyunca kendi zamanlarındaki olasılıkları tanımlamaya çalıştılar. Birer sanatçı olarak yaptıklarını yetkin ve iddialı birer kadın olarak sunmak yerine kişisel yaşamlarını gerçekçi çerçevede temsil etmeyi tercih ettiler ve üstelik bunu bireysel bir meydan okuma, isyancı bir itiraz olarak da yapmadılar, bu hiç de havalı değildi.
Sosyal şartların içinde kadının isyanına yer yoktu. `Özellikle de erkeklere karşı meydan okuma kızların bildiği bir tutum değildi` diyordu Beauvoir. Yazar, ergenlik döneminde sporda erkek çocukların şiddetine ve kızların sadece evlilik hazırlığı kavramlarına vurgu yaptı. Bu tür kavramlar nesillerin üzerine popüler kültür yoluyla boca edildi. Müzikte blues veya caz söyleyen bir kadın erotik bir figür olarak görülürken (ki hala öyle) aynı işi yapan bir erkek ahlaki içgözlem ya da protest tavra sahip biri olarak algılandı. Simone de Beauvoir aradaki farkı azalttı. `Onlu yaşlarındaki erkek çocuklar şiddet ve saldırganlıkğı güç devşirmek için arzularken o yaştaki kızlar kaba oyunlar oynamaktan vazgeçiyor. Çoğu ülkede kızların atletik eğitimi bile yoktur. Keşfederek, cesaret ederek sınırları geriye doğru itmek mümkündür` diyordu.
Bu yazı Joel Dinerstein tarafından 19 haziran 2017 tarihinde LitHub`da yayınlanmıştır.
Cazkolik.com / 16 Ağustos 2017, Çarşamba
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.