Stephan Micus bu akşam Garaj İstanbul’da çalıyor. Almanya doğumlu ama her ülkenin, her kültürün müziğini dinlemiş, sevmiş, hazmetmiş, sunmuş bir müzisyen, daha doğrusu bir müzik seyyahıdır. Başkalarının yarattıklarına saygıda kusur etmeyen, gerçek bir yaratıcıdır.
Birkaç yıl evvel onu ‘live’ olarak dinlediyseniz eğer, manzarayı hatırlarsınız. 18. Akbank Caz Festivali’nin açılışını yapmıştı Aya İrini’de. Pozitif’e şükranlarımızı sunduğumuz olaylardan biridir, Micus’u karşımızda görüp birinci elden dinlemek. Kendi şarkı söylüyordu; düdük, shakuhachi, Bavyera kanunu, kalimba, ney, Japon flütü çalıyor, teyp kullanıyordu. Bazen albümlerindeki tek bir parçada bunun iki katı etnik enstrüman kullandığı da görülmüştür. Hem yerel müzikler (şarkılar, enstrümanlar, ustalar) hem de bilgi edinme peşinde bütün dünyayı dolaşmış biri, gerçek bir müzik göçebesidir. Akbank Caz Festivali’nin tanımıtımında şöyle diyordu: “Life’da bir antik Japon Koan’ı besteleyen, Desert Poems’de İngilizce iki orijinal şiiri müziğe uygulayan Micus, Avrupa’da büyük dans oluşumlarına yaptığı müzikle etkileyici bir fon oluşturuyor.”
Doğu’ya ilk yoluculuğunu 16 yaşındayken gerçekleştiren 1953 doğumlu Micus, gittiği yerde ilgisini çeken yeni bir enstrüman görünce öylesine çalmaya çalışmakla kalmaz, yörenin müzik ustalarından ciddi şekilde ders alır. Sonra da, o enstrümanların, şarkıların, kültürlerin özüne zarar vermeden, temel hasletlerini bozmadan kendisine, kendi müziğine mal eder. Müziğini onlarla zenginleştirir. Nelerle mi? Shakuhachi (Japon bambu flütü) ve baganadan (Etiyopya liri) tutun da, dilruba (Hint yaylı çalgı) ve bodhran’a (İrlanda davulu) varan, elliye yakın üflemeli, telli, yaylı ve vurmalı enstrüman. Bir de kıymetli 14-telli gitarı.
Bu enstrümanlar aynı zamanda ölümün eşiğindeki pek çok Asya ve Afrika müzik geleneğini de temsil eder. Micus, onlarla besteler yapar, sonra da turneleri, albümleri ve konserleriyle bu zenginliği bizlerle paylaşır. Geleneksel müziğe saygısını sunar, ama onu kalıplarının dışına çıkarır. Geleneksel enstrümanların esas özelliklerini kaybetmeden farklılaşmasını da sağlar, müzik açısından yen iihtimaller çıkarır ortaya. Daha önce hiç aynı takımda oynamamış enstrümanları bir araya getirir.
Bir seferinde Avusturya’nın “Die Bühne” dergisiyle yaptığı söyleşiden bir bölümün İngilizce’sini okumuştum. Otobüsle Nepal’de seyahat ederken, kusursuz müziğin nasıl olması gerektiğini açıkça anlamış. “Çok tuhaf bir deneyimdi” diyor. Otobüsle alçak rakımlı bir vadiden geçiyorlarmış, dört-beş yüz metre yükseklikte. “O bölgede toprak çok bereketlidir. Pirinç tarlaları vardı, mandalar, çocuklar, ağaçlar, papağanlar ve hayat dolu renkli köyler. Bütün bunların arkasında ise yedi/sekiz bin metrelik dağlar yükseliyordu, insanların yaşayamayacağı, insan kabul etmez bir bölge. Ebediyet simgesi gibiydiler ve parlayan karlı doruklarıyla, ayni zamanda bir safiyet simgesi. Yanyana, bazen biri, bazen diğeri hakimiyet kuran bu iki şey, renkli hayat ile ebedi saf ve erişilmez olan, bana kusursuz müziğin imgesi olarak göründü. İki zıt unsur, birbirini tamamlıyordu. Tarlalar, dağlar olmasa bunca ilginç olmazdı, dağlar da tarlasız çok soğuk olurdu. Ben kendi müziğimde bu unsurlar bulunsun diye uğraşırım: hayatın duygularına duyulan sevgi ve bu ebediyet, ulaşılmazlık boyutu. Bu yönlerden sadece birini vurgulayan müzik, ya çok tatlı, ya çok soğuk olur.” Kusursuz dengenin ise, her dinleyicinin kendini başka bir yerde görmesiyle olduğunu düşünüyor.
Biraz uzun bir alıntı (çeviri) oldu ama, Stephan Micus’un müziği hakkındaki düşüncelerini de mükemmelen özetliyor. Albümlerinin isimleri de bir fikir verir aslında: To the Evening Child, Ocean, As I Crossed a Bridge of Dreams, Flying Horses, Blossoms in the Wind, Passing Clouds, Brother Eagle gibi. Üstat, akşama Garage İstanbul’da. Yer var mı, bilmiyorum ama, giden pişman olmaz. Ne tür müzik sevdiğiniz de pek fark etmez.
Sevin Okyay
29 Mart 2012, Perşembe
Cazkolik.com
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.