Sevgili Tunçel Gülsoy çantasında adeta bir hazine buldu çıkardı. 2003 yılında Türk müzik tarihinin temel yapı taşlarından ve ülkemizdeki caz geleneğini başlatan isimlerden biri sayılan gerçek bir duayen, İlham Gencer ile uzun soluklu bir söyleşi gerçekleştiren Tunçel Bey, İlham Gencer’in de yeni albüm yayınlaması ve önümüzdeki günlerde tekrar bir röportaj yapacak olması nedeniyle bu yazıyı yeniden gözden geçirip bize teslim etti, biz de sizlere Türk Caz Tarihi’ne ışık tutacak ayrıntılarla dolu olan bu yazıyı sizlere sunuyoruz. Öncesinde Tunçel Bey’in başına eklediği not ile birlikte... İşte o yazı.
Cazkolik.com
Yazarın notu: Bu röportaj 2003 yılının Mart ayında İlham Gencer ile yapıldı, Jazz dergisinin 30. Sayısında yer darlığından kısaltılarak yayınlandı. Burada ilk defa uzun hali ile yayınlanıyor. Aradan 6 yıl geçti, çok şeyler değişti. Galatasaray o zamanlardaki başarısını çok özlüyor. Cumhuriyeti seven insanların da özledikleri çok şey var. İlham Gencer bana bir daha asla Tuncay demedi, her zaman gerçek adımla hitap etti, zaman zaman karşılaştık, sohbet ettik, ben onu her zaman çok sevdim, çok farklı insanlar olmamıza rağmen onda kendimden çok şey buldum. Hayata karşı duruşumuz olarak aramızda birçok benzerlik gördüm. Bana göre teknik açıdan bakıldığında piyano ve vokal olarak çok eksiği olsa da, okullu bir müzisyen olmasa da o tüm bunları içtenliğiyle, kendisine ve çevresine karşı dürüst duruşuyla kapatan bir insan. Ayrıca onun çok yetenekli bir müzisyen olduğunu düşünüyorum.
Kaç nesilden beri İlham Gencer müzikseverlerin hayatına işik saçmaya devam ediyor. Annem ve babam onu dinlerlerdi, şimdi de ben ve kızım dinliyoruz. Umarım torunum da bu ulu çınarın sesini albümlerden değil kendisini çalarken dinlerken tanır.
Geçtiğimiz günlerde onun yeni albümünü gördüm, “60. Sanat Yılında Bir Yaşayan Çınar” yazıyordu. Albümü defalarca dinledikten sonra onunla yeniden konuşmak ve radyo programı yapmak istedim. Çok yakında her ikisini de yapmayı umuyorum ama bu arada onun geçmişi hakkında yarı resmi bir belgesel olduğuna inandığım eski röportajı da sitemizin okuyucuları ile paylaşmak istedim.
Bu röportajın satır aralarında Türk Jazz Tarihinin önemli satır başlarına da rastlayabilirsiniz.
Sevgiyle kalın.
Tunçel Gülsoy / 07 Temmuz 2009, Salı
Not: Bu yazı JAZZ DERGİSİ’nin 2003 yılının Mart sayısında yayınlanmıştır.
Bazı insanlar vardır, onların yaşamları aslında kendi yaşadıkları zaman sürelerinin ötesinde anlamlar ve boyutlar içerirler. Onların yaşamları başka yaşamları da alabildiğine etkiler ve değiştirir.
Ama ne kendileri, ne de o hayattan yayılan yoğun ışıktan nasibini almış diğer insanlar tam anlamı ile bu değişimi fark edebilirler.
Onlar aslında Domino taşları gibidirler, bir kaç saniye süren kendi hareketleri kendilerinden çok uzaktaki taşları yerinden oynatır.
Çocukluğumun efsanesi olan insanla konuşmak üzere Çırağan Otelinin bahçesinde yürürken yanımda bir taksi durdu. Kapı açılınca önce hoş bir puro kokusu sonra beklediğim insan dışarı çıktı. Herkesin Beşiktaş Trabzon maçı için televizyonların başına üşüştüğü bir Pazar akşamı ben çok daha farklı bir heyecanın peşindeydim. Beraberce konuşa konuşa Q Jazz Bar’a doğru yürürken bana da o hoş kokulu purodan ikram edebileceğini söyledi. Ancak hayallerimi hırpalayan bir şey öğrendim. Bir dostu maçı beraberce izlemek üzere kendisini Dedeman Oteline davet etmişti. Ben onunla kendisini bir hafta önce dinlediğim mekânda konuşmak ve Açık Radyoda Ayten Alpman’la birlikte katıldığı Cazname programımda başladığımız dertleşmeyi sürdürmek istiyordum. Vakit kazanmak için hemen Çırağan’dan ayrılıp Dedeman Oteline gittik. Maç saatinde ara vermek üzere otelin barına oturduğumuzda maça sadece yarım saat kalmıştı. Konuşmamızın bittiği saatte ise maç çoktan bitmiş insanlar barda ortaya çıkan ilginç sonucu değerlendiriyordu.
Ben o gün duyduklarımdan, anlayabildiklerimden ve İlham Gencer’in hatırlayabildiklerinden bir demet yapıp sizlere sunuyorum:
"Nüfus kâğıdımda 1927 yazıyor ama aslında 1925 doğumluyum. O devirlerde askere geç gitsin diye çocukları nüfusa geç kaydettirirlermiş. Nur içerisinde yatsın annem Nihal Türkaydın Hanım çok güzel piyano çalardı. Profesyonel değildi ama piyanoya yeni başlayacak çocuklara hazırlık dersi verirdi. Psikolog bir tarafı da vardı ve çocuk ruhundan pek güzel anlar onların ruh durumunu çok güzel tahlil ederdi.
Annem ayrıca çok güzel cam süsleme işleri yapardı. Fitilli kalemlerle vazoların dışına çiçek desenleri çizer sonra onları vazonun iç tarafından parmağıyla boyardı. Bu sanatı bir kaç kişiye öğretmek istedi ama olmadı. Bu çalışmalarıyla sergiler de açtı.
Beni annemin tek çocuğuydum, çok üstüme titrer ve beni korumaya çalışırdı. Bu yüzden de çok bir muhallebi çocuğu gibi yetiştim. Annem, ‘aman terlemesin, aman üşütmesin’ dedikçe sık sık hasta oldum, iki defa zatürree bir defa da zatülcenp geçirdim.
Benim zamanımda İstanbul’da Halk Evleri vardı. Daha sonra devlet bunları kapattırdı ve bence çok da büyük bir hata yapmış oldular. Bu evlerde başta kuyruklu piyano olmak üzere birçok müzik enstrümanı vardı. İnsanlar buralarda toplanır ve birlikte müzik öğrenir, müzik yaparlardı. Bende bu evlerde müzik çalmaya başladım."
Onun gözleri bu sözlerle birlikte uzaklara dalıp gitti, tam bu sırada garson kız yanımıza gelerek ne içmek istediğimizi sordu. Burada oturmadan önce içeri girdiğimizde kızın elini büyük bir rahatlıkla sıkarak ‘Ben İlham Gencer, merhaba’ deyişindeki rahatlık dikkatimi çekmişti. Etrafındaki insanlarla çok rahat ve açık bir iletişim kurduğunu hem radyo programında hem de Q jazz Bar da gözlemiştim. Önce bana ne içmek istediğimi sordu, sonra iki çay ısmarlayarak konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
"Tuncaycığım, konuşalım, bu aralar beynim de iyi çalışıyor. Son iki aydan beri Çınar Otelinde tadilat var. Bu yüzden de yoğun olarak çalışmıyorum.
Sen hatırlamazsın. Şimdiki Balta Limanında Miami adlı bir restaurant-gazino vardı. Beyoğlundaki Tokatlayan Otelinde orkestra yöneten Gregor 1944 yılında bu Miami ile anlaştı ve aralarında benim de bulunduğum 8 kişilik bir müzik grubu kurdu.
Şimdi rahmetli oldu, Body Kemal trompet çalardı. Mehmet Akter klarnette idi. Soyadını hatırlamıyorum, davulcumuz Ercüment idi, o da rahmetli oldu. Tromboncumuz vardı ama onun adını hiç hatırlamıyorum. Kontrbasta galiba Burhan çalıyordu. Ben piyano çalıyordum, Türkan Pasiner şarkıcımızdı, İngilizce söylerdik. Gregor bagetiyle bizi idare ediyordu. Biz o yıl Türkiye’nin ilk jazz grubu olarak sahneye çıktık.
Matrak şeyler de oldu. Bir gece kulübe Shepard adlı bayan bir cazcı geldi. Bizi tanıştırdılar, biz de kadının elini öptük ve sonra da Türk usulü başımıza koyduk. Gregor bize çok kızdı, hâlbuki biz kendi töremize göre doğru olanı yapmıştık.
Gregor beni çok severdi, aldı beni Beyoğlu’ndaki Splendid’e lanse etti. Oradaki piyano bar da çalıştım, yıl 1946 olmuştu. 1947 de Beyoğlu Asmalı Mescitteki Rio bar da çalıştım. Sahibi bir Avusturyalı idi, nefis kokteyller hazırlardı. Daha sonra Havana, Q-Bana barlarda tek başıma piyano çaldım. O zamanlar şarkı söylemezdim. Bu arada Halk Evlerinde konserler vermeye de devam ediyordum.
1947–48 yıllarında İstanbul Harbiye Ordu Evinde yedek subaylığını yapan bir grup asker müzisyene piyanomla eşlik ettim. Günde 10 lira yevmiyem vardı. Asker müzisyenlerden bir tanesi saksafoncu Şükrü beydi. Kontrbas da ise Orhan Avşar vardı. Dario Moreno da bizimle birlikte askerliğini yapıyor ve grupta gitar çalıyordu.
Tüm bunları yaparken lise öğrencisiydim ve bir yandan da çalışarak ekmek parası kazanarak anneme bakıyordum. Geceleri geç yattığım için birçok kere sınıfta uyuya kalırdım. Bir seferinde felsefe hocam Kehize Hanım beni sınıfta uyurken yakaladı ve Kabataş Erkek Lisesinden belge aldım. Ben de Beyoğlu Erkek Lisesini bitirdim."
Kehize Hanıma kırgın olmadığını söyledi, ‘hoca haklıydı’ dedi. Adımı yanlış söylemesine aldırış etmedim, ancak küçük yaşta neden çalışmak zorunda olduğunu çok merak etmiştim. Fakat bunu da soramadım, sadece bir çay daha söyleyecek kadar konuşabildim, çünkü karşımdaki insanın çok anlatacak şeyi vardı. Yanında getirmiş olduğu bir dosyadan önüme bir resim koyarak konuşmasına devam etti:
"1949 da Sarıyer’deki Canlı Balık’da çalıştım. Orayı hatırlıyor musun? Daha sonra Urcan olmuştu, şimdi ise o lokantanın yerinde iskeledeki Ordu Evi var. Şu resme bak. Bu ortadaki trompetçi Vili’dir, Vili o zamanlar Çek vatandaşı idi, daha sonra hükümet ona Türk pasaportu verdi ve adı Veli Layik oldu. Şu kenarda gördüğün ise kontrbasçı Charlie’dir. Bu da Kübalı davulcumuz Avolito idi, şimdiki nesilden bunları tanıyan çıkmaz. İşte bu insanlarla birlikte çalardık. Yemek müziğini kemancı Anaiti Hanım yapardı. Bir gün çalıştığımız yere o devrin meşhur grubu Siyah İnciler geldi. Şarkılı danslı bir show yapıyorlardı. Biz de onlara eşlik ediyorduk. Orhan Boran o devirde İstanbul Radyosunda sunucu olarak çalışıyordu. Faruk Yener radyonun hafif müzik şefi idi. Arabayla buraya gelip radyo için kayıt yaparlardı. Bu resimde Orhan’ı elinde gitarla görüyorsun, ama Orhan gitar çalmazdı, bu sadece resim için yapılmış bir mizansendir. Orhan Türkiye’nin ilk stand-up yıldızı o olmuştur. Sonradan başkaları da çıktı ama hiç biri onun seviyesine varamadılar.
İstanbul Radyosu açıldığı zaman ben de girdim ve orada müzik yapmak üzere bir grup kurdum. Turhan Taner bu grupta gitar çalıyordu ve kontrbasta Cüneyt Sermet vardı. Arif Mardin zaman zaman bizim çalıştığımız stüdyoya gelerek aramıza katılırdı. İlk yaptığımız müzikler Nat King Cole tarzı şeylerdi ama şarkı söylemezdik. Sonradan aramıza Hasan Kocamaz ve Ayten Alpman da katıldı. Biliyor musun bu programlar 1963 yılına kadar devam etti."
İstanbul Radyosu İlham Gencer’in hayatında çok önemli bir yere sahipti, programların bir gün sona ermesinden mutsuz olduğunu anladım, ancak bunun öyküsünü çok daha sonra öğrenecektim. Biz yarı resmi bir otobiyografide açtığımız parantezi kapatarak yola devam ettik:
"Ateş Böceği İbrahim Özgür 1949 yılında Galatasaray Lisesinin karşısında bir lokalde Tea Room diye bir mekân açtı. İbrahim Ankara Radyosunda bizden önce yıllarca jazz müziği yapmıştır. Sevinç ve Sevim Tevs kardeşler onun vokalistleriydiler. Şimdiki Maslak Princess Otelde hala piyano çalan Alex ve davulcu Cahit Erduran da bu gruptaydılar. İspanyol Musevisi şarkıcı Roberto Lorano da o grupta şarkı söylerdi. İbrahim beni zaman zaman Alex’in yerine piyano çalmak üzere işe aldı. Alex zengin bir adamdı, yalısı vardı, bana piyano dersi de verdi ama ben eğitimden pek hoşlanan bir insan değilim. O sıralarda ayrıca şarkı da söylemeye başladım. Ancak önüme hiç beklemediğim bir fırsat çıkınca değerlendirdim.
İstanbul Kervansaray 1950 de açılmıştı, orada çalmam için bana bir teklif yaptılar. Ama İbrahim Özgür ile yazılı bir kontratım vardı. Ancak daha iyi bir yere atlamak da istiyordum. Kervansaray dünya çapında bir yerdi, kontrata aykırı olmasına rağmen gittim. İbrahim beni mahkemeye verdi ve kazandı. Haklıydı. Annemin konsol piyanosuna haciz kondu ama bana ait olmadığını ispat ettik ve onu kurtardık. Ben tazminatı yedek subaylık yaparken maaşımdan yapılan kesintilerle ödedim. Ancak kaderin garip cilvesi, İbrahim1957 de rahmetli oldu. Ben o sırada kendi kurmuş olduğum Türkiye Müzisyenler Sendikasının başkanıydım. Meclisten Türk müzisyenlerin çalışma haklarını korumak ve yabancı müzisyenlerin çalışmalarını kısıtlamak için bir kanun çıkarttırmıştım. İbrahim’in cenazesine kimse sahip çıkmadı. Ben olaya el koydum ve Sendika olarak dört gün evde bekleyen cenazeyi biz kaldırdık."
Ben konuşmanın büyüsünü bozmamak için sessizce dinliyordum. Kısa bir ara oldu. Bu arada dikkatim dosyadan çıkan bir notaya takıldı, üzerinde İlham Vals yazıyordu, merakımı anlamıştı, notanın öyküsünü anlatarak biyografisinde bir başka yaşam parantezi açtı:
"Piyanoya 5–6 yaşımda başladım. Bir gece uyanıp piyanonun başına giderek woogie boogie çalmaya başlamışım. Nota falan bilmiyordum, hiç bir zaman da öğrenmedim, bugün hâlâ da bilmem. Ama bu olay üzerine annem beni müzik hocası Meline Papelyan’a ders almaya götürdü. Bir kaç ay ders aldım ama devam etmedim. Saray Sinemasında madam Pepelyan’ın öğrencileri olarak toplu halde bir konsere çıktık. Ben bir vals besteledim, adı İlham Vals idi, notalarını başka birisi kâğıda döktü.
Notada gördüğün gibi benim asıl adım Osman’dır, İlham göbek adım, ama bu isim bir müzisyene daha çok yakışıyor değil mi?
Keşke müzik eğitimime devam etseydim. Bir konservatuar bana sahip çıksaydı bugün dünya çapında bir müzisyen olurdum, ama olmadı işte. Dur bakayım, nerede kalmıştık.
Her şeyi göze alıp Kervansaray’a gittim. Giderken yanıma Vili’yi ve kontrbasçı Charlie Rahçi’yi de yanıma aldım. Charlie aynı zamanda aranjör idi, şimdi rahmetli oldu. Bateristimiz Zare idi, o da artık yaşamıyor. Orada çalmaya başladık. Ama bir yandan da İstanbul Radyosunda çalışmaya devam ettim. Haftada bir 20 dakika çalardık. Anonsları ben yapardım, hep yabancı müzikler söylerdim. O devirde yabancı müzikler söylenmesinin bir sebebi de radyolarda bir denetim olmamasındandı. Türkçe yanlış söylenecek bir söz veya cümle olmasından korkulurdu. Bugün hala 5 ayrı lisan da şarkı söylüyorum. İngilizce, İtalyanca, Almanca, İspanyolca ve Fransızca şarkılar söylerim. Bir gün Fecri Ebcioğlu Fransızca bir şarkıya Türkçe sözler yazıncaya kadar bu böyle devam etti. O şarkı ‘Bak bir varmış bir yokmuş’ du. Zamanında çok sükse yaptı, bu parça birçok kişi tarafından Türkçe sözlü hafif batı müziğinin de başlangıcı sayılır."
Garsonlardan birisine maçın neticesini sordu. Henüz gol olmadığını öğrenince ben de ona hangi takımı tuttuğunu sordum. İkimizin de Galatasaraylı olduğu ortaya çıkınca çok sevindik. Galatasaray bir gün önce Fenerbahçe’yi 2–0 yenmişti ve bundan sonra şampiyonluk yarışına devam edecek gibi gözüküyordu. Sıra Beşiktaş’ın bir kazaya uğramasına gelmişti. İsterseniz ‘maçı seyretmek için televizyonlu salona geçelim’ deme ihtiyacı hissettim ama o yıllar boyunca oynamış olduğu kendi maçının yeni bir devresini anlatmayı tercih etti:
"Geldik askerliğe. Askerliğimi 1951 yılında Ankara Sıhhiye’de bulunan Ordu Evinde yaptım. Önce 6 ay er olarak temel askerlik eğitimi gördük. Sonra sıhhiye bölüğündeki doktor ve dişçi yedek subay adaylarına askerlik eğitimi vermeye başladım, bu bir ay sürdü. Bu arada Ordu Evinde zaman zaman çalıyordum. Vedat Karan paşa beni ordu evine müdür yardımcısı olarak tayin ettirdi. Ben sıhhiye bölüğünde kalmak istiyordum. Paşaya gittim ve askerliği seviyorum dedim. O bana şöyle dedi: ‘Evladım, bizim askerlik eğitimi kadar morale de ihtiyacımız var, resmi kıyafetle sivil eğlence yerlerine gidemiyoruz, sen burada kal ve bize müzik çal.’
Askerliği benimsediğim için kendime en fiyakalısından güzel bir yedek subay elbisesi diktirmiştim. Onu giyemedim, çalarken geceleri smokin giyiyorduk. Ordu evinde bir piyano ve bateri vardı. Turan Eteke’yi çalıştığı bir bardan alıp Ordu evinde çalmak üzere getirdim. Sonradan ‘Balarısı’ lakabını alacak olan Özdemir Baturalp’ı de gruba kattım. Özdemir kontrbas, trompet ve bongo çalardı. İstanbul Ordu evinde çalarken ben yevmiye ile çalışan sivil piyanisttim, şimdi ise tersi olmuştu, ben askerdim onlar ise yevmiyeli çalışan siviller. Bir ara Berkant Ankara’ya gelmişti, onu da sahneye çıkararak lanse ettim.
Askerlik bitti ve İstanbula döndük. Turan ve Özdemir’i de yanımda getirmiştim. Çok sıkıntılı günler yaşadım. Bazen beni çalmak üzere işe çağırırlardı, ben Turan ve Özdemir’i de almak isteyince işi kaybederdim. Bizimkilerin İstanbul’da evleri yoktu, hep beraber annemin Osmanbeydeki evinde kalırdık, kadıncağız üçümüze de bakar, yedirir içirirdi. Zaman zaman Caddebostan Gazinosunda iş alıyorduk. Bu arada İstanbul Radyosu programları da devam etti. Rahmetli Münir Nurettin Selçuk’un Kalmışta bir köşkü vardı. Kendisini çok sever ve sayardım. 1952 yazında yanına gittim ve kendisinden bize köşkün en üst katını çalışmak üzere tahsis etmesini rica ettim. Kabul etti, orada kaldık, bize yatacak yer verdiler, Allah ne verdiyse yedik, yaz boyunca müzik yaptık."
Gözümüz arada sırada biraz ileride barda oturan insanlara takılıyordu. Herhangi bir gol haberini çağrıştıracak hareketlilik gözükmüyordu. Garsona hem çay hem de dergide kullanılacak dokümanların fotokopilerini ısmarladık. Ancak bunlar çok eski evraklardı ve sıradan bir fotokopi makinesinde baskının gerektirdiği neticeyi alamayacağımızı söyledim. Bu durumda sadece çaylar tazelendi, sonra bana dönerek ‘sen Tokatlayan Otelini biliyor musun’ diye sordu. Ben cevap veremeden o hatıralar ormanına tekrar daldı ve beni de peşinden sürükledi:
"Bir zamanlar Beyoğlu’nda Tokatlayan Oteli vardı, şimdi onun yerinde aynı isimli bir iş hanı yapıldı. Bir gün oradan çalışma teklifi aldım. Bu otelin süper bir gece kulübü vardı ve Brevilyo Peres adlı keçisakallı, gözlüklü bir piyanist orada davulcu Zare ile birlikte çalışırdı. Peres çok kaprisli bir müzisyendi ama İstanbul sosyetesinin göz bebeği idi ve bu yüzden istediği yevmiyeyi de alırdı. Bana göre piyanist olarak benim ancak yüzde seksenim etmesine rağmen insanlarla diyalog kurma konusunda çok müthişti. Dehşet bir animatördü.
Tokatlayan Otelinin sahibi İbrahim Gültan 1953 yılında beni çağırdı. O zamanlar İstanbul’da çok az güzel otel vardı. Tokatlayan, Pera Palas ve Park Otel. Hilton filan daha yapılmamış. Ben de o sırada tekrar Canlı Balık’ta çalmaya başlamıştım. Orada çalarken bazen sakal ve gözlük takıp Peresin taklidini yapıyordum. İbrahim Gültan Peres’ten kurtulmak istiyordu. Bizimle bir anlaşma yaptı. Ama Peres de orada kaldı, onu göndermedi. Onunla biz sırayla sahneye çıkmaya başladık. Biz meşhur olmak istiyoruz. İbrahim de hem baş belası bir piyanistten kurtulmak hem de onun yerine kaprissiz bir piyanisti üstelik daha da ucuza çalıştırmak istiyor. Ama bir şeyi atladık, programa çıkış sırasını tecrübeli kurt Peres hazırlıyordu. Bizi kulübün açılışı olan saat 10–11 arasında çaldırmaya başladı. Çok güzel bir müzik çalıyoruz ama müşteri o saatte daha yeni lokale geliyordu, biz çalıp sahneden ayrılırken de ancak havaya girmiş oluyorlardı, Bizim kimse bizim yüzümüze bakmazken Peres sahne alırken kıyamet kopuyordu. Biz bir hafta böyle çaldık, baktım, tık yok, perişan olmuşuz. Gördüm ki olacak gibi değil, bir hafta sonra arkadaşlarımı topladım ve durumu değerlendirdik. Politika değiştirmeye karar verdik. Otelin kuaförü Hüseyin Bey o devrin en meşhur kuaförlerinden biriydi, ona Özdemir’in başı için sarışın bir peruk yaptırdım. Şalvar üstüne etek giydirdim. Turan Eteke’ye İspanyol şapka giydirdim, takma bıyık taktırdım ve eline de bir gitar verdim. Turan, ‘ben gitar çalmayı bilmiyorum’ diye kıyamet koparttı. Ona ‘sabırlı ol ve bekle, show’un selameti önemli’ dedim. Kuyruklu piyanomun tellerine ince teller sararak gitar sesi çıkartacak hale getirdim. Beraberce ‘Çingene falcı’ diye bir show hazırladık. Gene saat 10 da çalmaya başladık, ama bu sefer süremizin bitimine 10 dakika kala kesip içeri geçerek kıyafet değiştirerek geri döndük. Son 5 dakikada müthiş bir show yaparak arkamıza bile bakmadan kulise döndük. Ortalık yıkıldı, millet ‘İlham, İlham’ diye bağırmaya başladı. Peres bu hava ile sahnede kalamadı, bir hafta sonra ‘annem hasta’ diye bahane ederek ayrıldı. İbrahim de kaprisli bir sanatçıdan kurtulmuş oldu."
Ben bundan bir kaç yıl önce Ayten Alpman ile yaptığım röportajda sık sık İlham Gencer’in adı geçmişti. O röportajda Ayten Hanım bana eski eşi İlham Gencer ile yollarının nasıl kesiştiğini anlatmıştı. Bu sefer aynı öyküyü madalyonun öteki yüzünden dinledim:
"Ayten Alpman’ı ortaokulda okuduğu zamanlardan beri tanırım. Ben sinemalarda gördüğüm filmlerdeki ve radyodan duyduğum caz müziklerini ezberler, bazen de teybe kayıt ederek Ayten’e götürür ve öğretirdim. Teybi Ankara da gittiğim Süreyya pavyondaki tanıştığım bir Amerikalı Albaydan almıştım. 1953 yılında 11 yıldan beri flört ettiğim Ayten Alpman ile Tokatlıyan otelinde düğün yaparak evlendik. O yaz Tokatlayan’ın Tarabya’daki yerinde çalıştık. Özdemir sonradan ayrıldı, Aydemir Mete bize kontrbasta katıldı. Ayten de şarkı söylüyordu.
Orada çalışırken İzmir Fuarından bir teklif aldım. Akıllı adam aynı hatayı tekrar yapmaz derler ama ben yaptım işte. Fuar müdürü Ferruh beyin kardeşi Zahit Örel Bey fuardaki bahçelerden birinde çalışmamızı teklif etti. Tekrar tazminat ödemem gerekeceğini biliyordum, ama bir yandan da mesleğimde irtifa kazanmak istiyordum. Ayten’le evlenirken bize yapılan düğün fiyatını bahane ederek bir hır çıkarttım. Otel bizim enstrümanlara el koydu. Kontrbas ve bateri gitti. Eniştem avukattı, kanunda bir madde varmış. Bir insanın ekmek parası kazandığı aletine haciz konulamazmış. Polis marifetiyle aletleri geri aldık ve fuara gittik. İbrahim bizi mahkemeye verdi, ama haksız da değildi. Fuarda o sene Turan Aydemir ve ben Ayten’le birlikte müthiş bir kıyamet kopardık. Çok başarılı olduk. Daha sonra tekrar İstanbula döndük.
1954 yılında İstanbulda yeni bir grup kurdum. Bateristim Ali Çetinkaya oldu. Ali zenciye benzer ama aslında Türk’tür. Aydemir Mete gene bas çalıyordu. Ayten de solistimizdi. Daha önce Tokatlayan Otelinde şef garson olarak çalışmış olan Yanni isimli bir adam Balta Limanında Borivaj adlı çok lüks bir lokanta açtı.
Erol Simavi gibi İstanbul sosyetesinin en elit tabakasının insanları oranın müdavimleriydiler. Bu çok sempatik yerde 2 yıl kadar çalıştık. 1955 yılında İstanbul da çok önemli bir şey olan Hilton Oteli açılıyordu. Orkestramı yeniledim ve çalışmak üzere oraya müracaat ettim. İşi almak istiyorum. Bir yandan da İstanbul Radyosunda çalışmaya devam ediyordum. Otelin yiyecek ve içecek müdürüne İstanbul Radyosunda bir demo yaptık. Beğendiler ama bizi sadece düğün nişan gibi özel olaylarda kullanmak istiyorlardı. Çok gücüme gitti ve kabul etmedim. Ben çocukluğumda düğünlerde akordiyon çalardım, artık geriye dönmek istemedim. Benim istemediğim işi Musevi bir davulcu olan Poldi aldı ve o iş sayesinde çok da zengin oldu. Borivaj’da çalışmaya devam ettim ama bir yandan da daha iyi bir işe atlamak istiyorum. Bir gece Hilton’un açılışına gelen Hollywood artistlerini İstanbul Turizm bölge müdürü olan Fethi Pirinççioğlu gece yarısından sonra saat iki de Borivaj’a getirdi. Kimler kimler yoktu ki o grupta. Müzikallerin bir numarası dansçı Anne Miller, aktör Akim Tamiroff, o devrin en ünlü Amerikan paparazzi dergisi Righty’den Lola Pearsons, Marley Oberon. Bir kadın artist daha vardı, hani bizim fotoğrafçılardan birisi onun frikikli bir resmini çekmişti. Hatırladım, Terry Moore idi. Fethi bey geleceklerini bize telefon ederek bildirmişti ama gene de şaşırmıştım. O gece benim hayatımın en güzel gecesi oldu. Sabah saat 6 ya kadar onlara müzik çaldım. Anne Miller’e Hello Dolly de eşlik ettim. Rüya gibi bir zaman geçirdik. Fethi beye de bu vesileyle teşekkürlerimi iletmek istiyorum."
Ben Fethi beyin hala sağ olup olmadığını düşünürken bir grup insan bara geldi. Onlardan henüz gol olmadığını öğrendik. Galatasaraylılar olarak çok sevindik. Ama Beşiktaş mağlup olsa daha da sevineceğiz. O keyifle yeni bir puro çıkardı, bu sefer çayın yanına biraz abur cubur da söyledik. Garson yanımızdan uzaklaşırken kaldığımız yerden devam ettik. Ayten Alpman’ın birkaç ay önce yapılan 50. Sanat Yılı gecesinde program İlham Gencer’in üzerinde ‘Çatı’ yazılı bir dekorun yanında sahnede piyano çalması ile başlıyordu. Bu kelime onun hayatında çok özel anıların sembolü olmuştu:
"1955 yazında tekrar İzmir Fuarına gittik ve çaldık. Hasan Kocamaz, Ali Çetinkaya ve Aydemir Mete ile birlikte idik. İlk çocuğumuz İlhan 1954’de doğdu. Ayten o sırada kızım Ayşe’ye hamile idi. 6–7 Eylül olayları oldu.
1956 da Taksim Belediye Gazinosunda çalışmaya başladık. Yine Ayten şarkı söylüyordu, Aydemir Mete ve Turan Eteke ile birlikte trio olarak çaldık. 1960 yılına kadar yaz kış orada çalıştık, derken bir gün ben kendim bir gece klübü açmaya karar verdim. Açtığım mekân şimdiki Site sınamasının olduğu binanın en üst katındaydı. Adını ‘Çatı’ koydum. Bu gün aynı yer yok, yandı, sonradan da orada yeni bir bina yapıldı. Uzun yıllar İstanbul ve Ankara da fırtına gibi estikten sonra Çatıyı açarak hayatımızda yeni bir dönem açmak istemiştim, ama kısa bir müddet sonra askeri ihtilal oldu ve sıkıyönetim ilan edildi. Kısa bir müddet sonra Çatı İstanbul’un bir numaralı gece klubü oldu. Ama hayatımda bazı aksilikler de oldu. Ben aile hayatına çok düşkünüm ama aynı yıl Ayten hanımdan ayrıldım, o sırada kızım Ayşe 4, oğlum İlhan 5 yaşında idi. 27 Mayıs ihtilalı de cemiyet hayatını da etkiledi. Ancak Çatı uzun yıllar boyunca İstanbul eğlence hayatının en önemli mekânlarından biri olmaya devam etti. Birçok değişik müzisyen yıllar içinde burada çaldı.
İlk açıldığımızda grubumun Bateristi Ali Çetinkaya idi. Kontrbasta Aydemir Mete vardı. Ali aynı zamanda muhasebemizi de tutardı. Tüm masrafları ben yapardım, bütün gelirler masraflar defterlere geçirilmediği için kar olarak gözükürdü. 7 sene bedava çalıştım. Tüm paramı vergi olarak devlete verdim ve vergi rekortmeni oldum. Herhalde Türkiye’de vergi rekortmeni olmuş bir başka piyanist yoktur. Zaman içerisinde Çatı’da da değişiklikler oldu. Bir sefer Erkut Taçkın grubuyla geldi çaldı. Cahit Oben ve grubu geldi. Bu grup o günlerde Beatles gibi şarkı söylerlerdi, hatta kılık ve kıyafet ve saçları da onlar gibiydi. Derken bir gün Fikret Kızılok arkadaşlarıyla geldi. Orada da Yuki Erol davul çalardı, Kemal Tümer’de onlarla birlikteydi. Voice of America’yı bilir misin? İşte bu radyodan Willys Connover İstanbul’a gelmişti. Kulübümde onun şerefine bir kokteyl verdik. Ajda Pekkan’ı 1960’lı yıllarda Çatı’da ilk defa ben lanse ettim. Çok güzel bir sesi vardı ama daha sonra film yarışmasına katıldı, aktris oldu.
Emel Sayın’ı da caz söylettim. O sırada Türk Müziği söylüyordu. Bence sesi o müziğe uygun değildi ama iyi bir jazz şarkıcısı olabilirdi. Ona ilk öğrettiğim şarkı ‘Aportrait Of My Love’dır.
Bir ara Tülay Germen solistlik yaptı. Rosemary adlı bir şarkıcı geldi geçti. Orhan Avşar o zamanların tango kralıydı. 3 yıl bizle birlikte kontrbas çaldı. Daha önce radyoda da benimle birlikte çalardı.
Bu arada devamlı olarak gençleri de kulüpte lanse etmeye devam ettim. Bizim programlardan önce ve sonra çalışmak üzere gençlere kulübümü prova yapmaları için açtım.
1960’da Site sinemasında filmlerden önce reklam alır ve show yapardık. Bu showlar 45 dakika sürerdi. Gencer Reklam diye bir şirketim vardı. Reklam spotlarını erkek sesi olarak ben, kadın sesi olarak da birçok Türk filminde kadın aktrisleri seslendirmiş olan Adalet Cimcoz okurdu. Adalet Cimcoz’un Ferdi Tayfur’un kız kardeşi olduğunu bilir misin? Ferdi de çok yakışıklı bir adamdı. Çok tanınmış bir dublajcıydı ve Laurel- Hardy filmlerini seslendirdi. Bir de Dürnev Tunaseli reklam spotlarını okurdu. Şimdi hepsi geçmişte kaldı.
Kulüpte Limbo gösterileri düzenlerdim. Hani yere yakın bir çitanın altından müzik eşliğinde geçiyorsun, işte limbo budur.1965 de limbo şampiyonu oldum, kupam da var. Aynı yıl gönüllü bir turizm ordusu kurdum, kampanya sloganları hazırladım.
Fakat ben ticareti hiç sevmedim ve zaten yapamadım da. Bir gün şirketi ortağım Hüsamettin Kaya’ya devrettim. Galiba ondan da Manajans devralmış.
Çatı açık olduğu süre boyunca bir çeşit gayri resmi konservatuar oldu. Emel Sayın ve Ajda Pekkan’dan başka Metin Ersoy, Gönül Turgut, Ayhan Tekvar, Özdemir Erdoğan, Kadir Ünalan ve Yurdaer Doğulu orada sahneye çıktılar. Onlar gibi daha birçok insan Çatı’da meşhur oldu. Reklam programlarımda onlarla show yapar sonra da yukarı çıkar çatıda müzik çalardık. İnsanlar bu showlara katılmak için sırada beklerlerdi. Hani bugün televizyonda yapılan showlar var ya, onlar gibi, aslında ben Türkiye’nin ilk showman’i de sayılırım."
Bu sefer yanımıza gelen garsona viski söyledi, su ve buzu ayrı getirmesini tembihledi. Viski buzlu olarak gelince garsonu uyardı. Suyu kendi ölçüsüne göre viskiye karıştırarak ilk yudumu aldı. Her güzel şeyin olduğu gibi Çatı günlerinin de bir sonu olmuştu.
"Çatı’daki mal sahibimiz Cemil Filmen idi. Binayı ondan kiralamıştık. 1965 yılının sonuna doğru aynı binanın giriş katında bir başka kulüp açıldı. O kulüpte müzik politikaya alet edilmeye başladı. Sonra zaman içerisinde ticari ahlaka uymayan başka şeyler de yapıldı. Asansörümü bozmaya başladılar. Asansör bozulunca altıncı kattaki bizim kulübe müşteri çıkamaz oldu. Mal sahibimizle takıştık ve o da beni çıkartmak istedi. Asansör sık sık bozulunca ben birkaç ay kira vermedim. Sonunda 1967’de beni icra yoluyla tahliye ettiler. Bir gün önce kulübün tuvaletinin camını açık bırakmıştım. Sinemanın damından kulübün içine girdim ve orda kaldım. Asansör kulesinin tepesinde bir meşale yakarak bağırıp çağırarak bana yapılan haksızlığı lanetledim. Dört saat kanunsuz bir eylem yaptım. Trafik durdu, Osmanbey’deki bütün yollar tıkandı. İtfaiye ve polis geldiler. Kızım Ayşe o zaman 12 yaşındaydı, üvey dedesiyle sinemaya gelmişti. Hanın kapıcısı Veli durumu Ayşe’ye haber verdi ve onları yukarı getirdiler. Ben asansör kulesinin üzerindeyim, Ayşe ağlamaya başladı. Birde baktım beni inmeye ikna etmek için tiyatrocu Aziz Basmacı’yı da getirmişler, o da habire bana bağırıp duruyor. Ama Ayşe ağlamaya başlayınca senaryo değişti, kuleden indim ve teslim oldum. Gerçi ordan gerçekten atlamayı hiç düşünmemiştim ama gözüm kararıp aşağı düşebilirdim.
Karakola gittik, yaptığınız şey kanunsuz dediler. Ben de bana yapılan şey kanunsuzdur dedim. Beni iyi tanıyorlardı, hiçbir kanuni takibat yapılmadı. Ordan çıktım. Çıkmasam belki daha kötü durumda olurdum. Zaten o bina yandı, cadde de zaman içerisinde güdük bir yer olarak kaldı. Kısacası kahır yüzünden lütuf oldu. Piyanom da gitmişti, diğer mallarla birlikte onu da haciz ettiler. İnanabiliyor musun o piyanoyu Şişli vergi dairesinin bodrumuna indirdiler. 7 Yıl piyanosuyla vergi rekortmeni olmuş bir insan olarak kahır oldum. Ama büyük bir şans eseri olarak Steinway piyanom tamirde olduğu için kurtuldu. Patronken bir anda tekrar tek başına müzisyen olmuştum. 1964 yılında ikinci eşim Necla hanımla evlendim, bir yıl sonra oğlumuz Bora doğdu. Çok iyi bir insandı, ne yazık ki rahmetli oldu.
Ondan sonra İstanbul’a İzmir’e Ankara’ya giderek değişik yerlerde çalıştım, tek başıma piyano çaldım ve çok sıkıntılı günlerim oldu. Beş yıl Divan Otelinde, on yıl da ParkSA Hilton’da çalıştım.
Fakat Çınar bir tadilat geçirdiği için 2 aydan beri Pazartesi geceleri Q-Jazz barda çalışıyorum. Yabancı müzisyenlerle birlikte şarkı söylüyorum. Şarkı söylemeyi tercih ediyorum çünkü piyanoda diyaframım sıkışıyor."
Barda bir hareketlenme oldu. İnsanların yüzü asılmıştı. Amerikalıların Irak’a girmeye başladıklarının haberi geldi zannettim. Ancak garson Trabzonspor’un bir gol attığını ve Beşiktaş’ın mağlup duruma düştüğünü söyledi. İkimiz de bu habere çok sevindik, bana elini uzattı, kimselere göstermeden el sıkışarak sevincimizi paylaştık.
Birlikte yaptığımız radyo programında bahsi geçen beyaz piyanosunun öyküsünü merak ediyordum. Viskisinden bir yudum daha aldı ve yıllar öncesine gitti:
"1953 yılında İstanbul’da bir müzayede oldu, Osmanlı prensi Alâeddin’in köşkündeki mallar satılıyordu. Müzayedeyi Aret Portakalın firması düzenlemişti. Ben haberi gazetelerden öğrendim, satılacak mallar arasında eski bir Steinway piyano vardı. O zamanın parasıyla 30 bin liram vardı. Müzayedeye gittim, Sabancı ve Koç ailelerinin temsilcileri de müzayedeye katılıyorlardı. O zamanlar Haşim İşcan Bey Koç’un temsilcisiydi. O gücün karşısında yapabileceğim fazla bir şey yoktu ve ben piyanoyu istiyordum. Fakat müzayedede bir de at heykeli vardı. İki aile o at için kapıştılar. Sabancı ailesi atı aldı. O at bugün Sabancı ailesinin ailesinin Emirgan’daki köşkünde duruyor. Koç ailesine de müzayede ki geyik heykelini almak kaldı. O kavga esnasında ben de tüm paramı yatırarak bu piyanoyu aldım. İçinde 1899 da yapıldığı yazıyordu, eski antika bir piyanoydu. Bugün113 yıllık oldu. O zamanlar 10 bin liraya Yeniköy’de yalı alınırdı. İşte o piyanoyu günün birinde Çatı’yı açmak için almıştım ve tesadüfen de icradan kurtuldu. Daha sonra hem Koç Ailesinin Divan Otelinde hem de Sabancı Ailesinin ParkSA Hilton’unda o piyano ile çaldım, onlardan müzayede de kaptığım piyano sonunda onlara para kazandırmış oldu. Şimdi Çınar Otelinde de o piyanoyla çalıyorum."
Maç bitmişti, çok seviniyorduk ancak hesaplayamadığımız şey son dakikada Beşiktaş’ın bir gol atması olmuştu. İnsanlar televizyon salonunu boşaltarak bara tünediler ve hararetli bir maç muhabbeti başladı. Haberi alınca sevincimiz biraz yarım kaldı, ama fark ettim ki o da çok fazla bunun üstünde durmayacaktı. O ana kadar babasından hiç bahsetmemesi dikkatimi çekmişti. Onun anlatma temposunun düşmesinden faydalanarak ilk defa açık bir soru sordum ve bana babasından bahsetmesini rica ettim, ancak o daha da fazlasını anlattı:
"Babam rahmetli İbrahim Gencer'dir. Ünlü soprano Leyla Gencer amcamın gelinidir. Annemle babam ben altı aylıkken ayrılmışlar. Ben annem ve dedemle kaldım. Babam bir daha evlendi, üvey annem de beni sevdi. Ama babam çok yaşamadı, genç öldü. Annemin babası dedem Nail Öget Türkiye ve Almanya arasında ticaret yapardı. Tüm çocukları da Almanya’da yetişti. Ben Almancayı evde öğrendim. Dedeme hile yaparak iflas ettirdiler. Bütün serveti gitti. Benim annemin evinde çaldığım piyanoyu dedem zamanında Almanya’dan getirtmiş. Dedem uzun yıllar benim yetişmemle yakından ilgilendi. Ben 17–18 yaşında barlardan müzik yaptıktan sonra çıkarken, dedem beni barın kapısında beklerdi."
Dedesini hatırlarken içinin bir tuhaf olduğunu, hüzünlendiğini, onu özlediğini hissettim. Biraz da havayı dağıtmak için başından geçen bir kaç olayı daha benimle paylaşmasını rica ettim. Üzerinde notalar olan kravatına baktı ve eliyle takmış olduğu altın kravat iğnesini işaret etti.
"Bak Tuncaycığım, sana bu iğnenin hikâyesini anlatayım. Bir gün Divanda çalışıyordum. Galiba 5–6 yıl önceydi. Amerika cumhurbaşkanı Bill Clinton’ın eşi Hillary Clinton ve kızı Chelsa Çırağan otelinde kalıyorlardı. Bir gece onları Çiğdem Simavinin Halas gemisinde ağırlamışlar. Q jazz barın sahibi Mehmet Ali Açılmış beni aradı. Ayşe ile birlikte gittik ve onlara dört saat müzik yaptık. Birlikte ‘I left my heart in Sanfrancisco’yu söyledik. Aradan bir-iki ay geçti. İstanbul’daki Amerikan konsolosluğundan beni çağırdılar. Tekrar Halas gemisine davet edildik. Bill Clinton bir saksafoncu olduğu için ben kendisinden bir saksafon bekliyordum. Ama bu altın, kravat iğnesini göndermiş. Üzerinde kendisinin imzası ve başkanlık mühür’ü var. Bu boynumda görmüş olduğun notalı kravatı da Haldun Simavi Bey bana hediye etti. Fransa Cumhurbaşkanından da ödül aldım. 1968 yılında Charles DeGaulle’in İstanbul’a geleceğini, Hürriyet gazetesinin manşetinde okudum. O sırada Kıbrıs olayları var. ‘Ya Taksim, ya ölüm’ diye bağırılıyor. Bir Türk gazeteci De Gaulle’e bu konuda ne düşündüğünü soruyor. De Gaulle bir Kıbrıs haritası çıkartıyor ve ortasından çizgiyle ikiye bölüyor. Bu biz Türklerin de görüşü idi. O zaman kendisine büyük bir sempati duydum. Başkan için Viva Le General De Gaulle adlı bir şarkı yazdım. Notalarını bir arkadaşıma yazdırdım. Sözlerini Fransızca bilen biri bana tercüme etti. Notayı bir rulo haline getirip Fransa cumhurbaşkanının geleceği gün onu karşılamak üzere Yeşilköy’e gittim ve bekledim. O ve İhsan Sabri Çağlayangil uçaktan üstü açık bir arabaya bindiler, bizim kalabalığa doğru geldiler. De Gaulle benim olduğum tarafta oturuyordu. Kalabalığın arasından fırlayarak kendisine doğru koştum ve ona yaptığım bestenin notalarını eline sıkıştırarak döndüm. Hürriyet muhabiri bu olayın resmini çekmiş. Polis beni yakaladı ve çok kızdı. Karakola götürüp ‘sen ne yapıyorsun’ dediler. Ben bir müzisyenim çok sevdiğim generale bir beste yaptım onu da kendisine verdim dedim. Ama meğer o sırada çatıda iki keskin nişancı varmış ve bunlardan bir tanesi Fransa Cumhurbaşkanına doğru giderken suikast yapacağımı düşünerek ateş etmek üzereymiş. Allahtan o sırada keskin nişancının yanında olan emniyet amiri Ömer Aygün beni tanıyormuş. Nişancının elini tutup ateş ettirmemiş. Ya yanlışlıkla Fransa Cumhurbaşkanı vurulsaydı ne olurdu dediler. O zaman ne yaptığımı anladım. Polislere ‘ben terörist değilim, müzisyenim, müzisyen olarak ancak güzel şeyler yaparım’ dedim. Gerçek amacımı söyleseydim beni cumhurbaşkanının yanına sokmazlardı dedim. Notanın üzerinde bir telefon numarası vardı. Cumhurbaşkanının sekretaryasından beni aradılar. Ve akşam Dolmabahçe sarayında kendisi için verilen resepsiyona davet edildim. Şimdi rahmetli olan ikinci eşimle birlikte giyindik kuşandık gittik. Müthiş bir resepsiyon oldu. Çok güzel müzikler çalıyordu. Bir ara herkes ayağa kalktı. O sırada Monako radyosu benimle röportaj yapıyordu. Bir baktım General De Gaulle dışişleri bakanı Çağlayangil, başbakan Demirel ve cumhurbaşkanı Cevdet Sunay bana doğru geliyorlar. Meğer De Gaulle kendisi için hayatını tehlikeye atan o sanatçıyı görmek istemiş. Onu size getirelim demişler fakat o ‘hiçbir sanatçı cumhurbaşkanının ayağına gitmez, beni ona götürün’ demiş. Geldi elimi sıktı ve teşekkür etti. O gece bitti. Ben yaptığım besteyi plak haline getirmek için Sahibinin Sesiyle anlaştım. Plak yapıldı tam Fransa’ya gideceği sırada De Gaulle öldü ve bizim plak da piyasaya çıkmadı. Elimdeki tek kopyasını da İstanbul radyosuna verdim. Sanırım radyoda bir kere yayınlandı. Şimdi onun arşivinde olmalı. O yaz moda kulübünde çalışırken komilerden bir tanesi çöp tenekesinden çıkan bir mektubu bana verdi. Mektup Elysee Sarayından gönderilmiş bir mektuptu, şeref nişanı gibi bir şeyden bahsediyordu. Bunu Le Figaro gazetesine yazdım bildirdim. Ama daha sonra Fransa’da Türkiye aleyhine gelişmeler oldu. Birçok dışişleri mensubumuz orada teröristlerce öldürüldü. Daha fazla olayın arkasını takip etmedim.
Geçtiğimiz yıllarda konser vermek için İstanbul’a gelen Whitney Houston akşam eşi ile birlikte benim çaldığım Q Jazz Bara’a geldi, ona da saatlerce şarkı söyledim."
İlham Gencer’in müzik dünyasına lanse ettiği sanatçılar sadece Türklerle sınırlı değildi. Bu sefer de onun sayesinde dünyaca ünlü olan bir başka insanın öyküsünü onun ağzından dinledim;
"Sen benim Eartha Kitt’i de dünyaya tanıttığımı bilir misin? Galiba radyo programında da anlatmıştım. 1951 yılında onunla Kervansarayda tanıştık. O zamanlar İstanbul’da şarkı söyleyen, maddi durumu iyi olmayan bir sanatçıydı. Hatta onun Paris’teki evinin kirasını bile ödeyemediğini duymuştum. Gel ben sana değişik bir şeyler öğreteyim dedim ve tuttum bizim Üsküdar şarkısını öğrettim. Şarkı ‘Üsküdar is a little town in Turkey’ diye başlıyordu. Eartha bu şarkıyı söylemeye başladı. Şarkı çok sevildi ve tutuldu. Eartha Kitt’de de onun sayesinde dünyaca tanınan bir sanatçı oldu. 1985 yılında Hilton’un 30’ncu kuruluş yılı münasebetiyle tekrar İstanbul’a geldi. Ben onu havaalanında karşıladım, çiçekler verdim. Üsküdar belediyesini de ayağa kaldırmıştım. Bilmem bilir misin, Üsküdar’da bu şarkıda bahsi geçen kâtibin gerçekten bir evi var. Kadını alarak Üsküdar’daki o eve götürdük. Hep beraber şarkıyı sokaktaki insanlarla birlikte çoluk çocuk söyledik. O da akşam beni İstanbul’daki konserine davet etti.
Tuncaycığım, bak sana son bir hatıramı daha nakledeyim.
Benim iki tane İstanbul adlı bestem var. Bunlardan ikincisi İstanbul’dan başlayıp dünyayı dolaşan bir şarkı. Beş lisanda söyleniyor. Bu şarkı 1965’teki Topkapı Müzik Festivalinde birinci oldu. Birinci İstanbul parçası ise 1961’de Çatı’da yapılmıştı. 1965’te Boğaziçi Müzik Festivaline Aydemir Mete, Ali Çetinkaya, Süheyl Denizci ile katıldım. Dave Brubeck’in ‘Take Five’ını çalmıştık. Sıra yarışma sonuçlarının açıklanmasına geldi. Değişik enstrüman dallarındaki ödüllerin hepsini benim orkestramın elemanları aldı. En iyi beste klasmanında benim bestem İstanbul da adaylardan biriydi. Şerif Yüzbaşıoğlu da bu yarışmaya kendi bestesi ile katılmıştı. Beste klasmanında puanlarımız eşleşmişti. Ama benim grubum enstrüman konularında tüm ödülleri aldığı için beste birincisinin de ben olması gerektiğini düşündüm ve birden ortaya fırladım, ödül heykelini kaptım ve iş bitti. Tabi Şerif bana çok kızdı. O da 1965’te İstanbul Radyosunda müdür olarak çalışırken benim programımı iptal etti. O haklıydı ve intikamı da acı oldu. Yoksa radyodan ayrılmazdım."
Maçı seyretmek için gelip otelin barında teskere bırakmış olduğumuzu insanlar bulunduğumuz bölüme doldukça fark ettim. Onu maça davet eden arkadaşı da bize doğru geliyordu. Ben onun anlatacağı şeylerin sonuna geldiğini sandığımdan kafamdaki soruyu açma fırsatı buldum ve size göre jazz nedir dedim. Bu soruyu yönelttiğim birçok insan önce bir an düşünür ve sonra cevap verirdi. Ancak bu sefer beklediğim cevap anında karşımda bitiverdi, tane tane konuştu:
"Caz bir ritimdir, bir sevgidir, bir asalettir, üstün bir ruhtur. Jazz kompleksiz bir sanatçı demektir. Dünyada hiçbir gerçek jazzcı ağız dalaşı yapmamıştır. Bunu televizyon programlarında da belirtiyorum. Jazz müzisyenleri yaptıkları müzikle mutludur. Para pul onlar için fazla bir şey ifade etmez. Yeter ki jazz müziği yapacak bir mekânları ve onları dinleyecek duyarlı insanlar olsun. Hâlbuki diğer sanatçılar hepsi birbiriyle kavgalıdır.
Yeri gelmişken, aktarayım. Benim cazcılara söylemek istediğim bir çift sözüm var. Her zaman jazzla yaşayın ve asla cazdan kopmayın."
Tıpkı tenis topunu tekrar geri atar gibi ikinci bir soru ile ona hayatının bundan sonrası için ne hayalleri olduğunu sordum. Topu bu sefer biraz daha ağır geri çevirdi.
"Hayalim şu. Ben ülkemin insanlarının Türk üst kimliğine sahip olmasını istiyorum. Türkiye’de birçok farklı alt kimlikler var. Şu sırtımdaki cekete bak. Türk kimliği işte bu ceketin benim bedenimi sardığı gibi ülkemizdeki tüm farklı kimlikleri sarar. Alt kimlikler bu ceketin düğmeleri gibidir, koparsa tekrar yerine dikersin olur biter. Ama ceket giderse beden üşür. Türk Kimliği ceketini bize Atatürk verdi. Ben bir misyonerim ve her zaman görüşlerimi diğer insanlara korkusuzca söyledim. Ben istediğim için Türk olmadım ama bu kimliği kendim benimsedim ve onunla yaşıyorum. Bu birçok insanın düşündüğü gibi siyasi bir görüş de değil, bu aslında başlı başına bir yaşam tarzı. Ne yazık ki meclisteki 550 milletvekili ceketteki düğmeler gibi yaşıyorlar ve hiç kimse ceketin kendisini korumak için uğraşmıyor.
Galiba bundan bahsetmedim, şunu da notlarına ilave et. Çanakkale Şehitleri Abidesinde benim de bir taşım var. Hatırlar mısın, bir kampanya açılmıştı, ben de o kampanyada çalışarak abidenin gerçekleşebilmesi için para topladım. Necmi Onur’un kitabında bundan bahsediliyor.
1977 yılında 50. sanat yılı jübilem yapıldı. Yakın dostum, cam üfleme ustası ve tombak sanatçısı Sami Sefer Coşkun benim için Türkiye’de gelmiş geçmiş en büyük jazz konseri organizasyonunu yaptı. Sakıp Sabancı bana bu konser için hem Sabancı Center’ın konser salonunu açtı, hem de tüm ikram işlerini üstlendi. Her ikisine de bu vesileyle senin aracılığınla teşekkür etmek istiyorum. O konserde Tuna Ötenel piyano ve saksafon, Kürşat And kontrbas, Can Kozlu davul, Elvan Aracı trombon ve piyano çaldılar. Damadım İmer Demirer trompet çaldı, kızım Ayşe ise de şarkı söyledi. Ajda Pekkan ile birlikte ‘All of Me’yi duet olarak söyledik.
1996 da İstanbul’un Güzelliklerini Koruma ve Yaşatma Derneği’ni kurduk, halen o derneğin başkanıyım.
Oğlum İlhan’ın iki kızı var, dede oldum. Artık sakin bir hayat istiyorum.
Müzikle ilgili bir hayalim var. Oğlum Bora o eski Çatı’yı yeniden açmak istiyor, Çatı’nın tekrar açılması için sponsor arıyorum. Dünya çapındaki bu kulubü tekrar hayata geçirelim istiyorum. Cazcıların ve diğer müzisyenlerin bir araya geldiği, yeni insanların müzik dünyasına lanse edildiği yeni bir yer olsun. Kim bilir bu işi üstlenecek bir vakıf da olabilir."
Topun bu kere biraz ağır kalmasından cesaret alarak son sorumu sıkı bir vole olarak patlattım ve ona hayatında geriye baktığı zaman nelerden pişmanlık duyduğunu sordum. Aslında bu sorunun cevabını İlham Gencer gibi yaşamış tüm müzisyenler için bir başka müzisyen, Frank Sinatra, “My Way” i söylerken zaten vermişti:
"Ben anarşist bir insanım, tıpkı caz müziğinde olduğu gibi emprovize yaşıyorum. Hayatım boyunca hiç bir çaldığımı veya söylediğimi aynı şekilde tekrarlamadım. Her zaman bir öncekinden farklı olarak yorumladım.
Hayatımda yaptığım her şey doğrusuyla yanlışıyla bana aittir. Her zaman inandığım ve doğru bildiğim şeyleri çekinmeden söyledim.
Ben doğuştan isyankâr karekterliyim. Her zaman verdiğim kararlara sahip çıktım. Onlardan dolayı pişman olmadım.
Aslında tek bir pişmanlığım var, daha önce de söylemiştim, bu tanrı vergisi yeteneği geliştirmek için müzik eğitimi almalıydım. Hâlbuki ben her şeyi kendi kendime öğrendim ve çaldım. Tıpkı piyanoyu ilk yapan insan gibi oldum. Onun da hocası falan olmadı, yaptığı şeyi çalmayı ona öğretebilecek kimse yoktu. Çalmayı da kendi kendine öğrenmek zorunda kaldı."
Artık topa vuracak halim kalmamıştı. Son olarak ona adımın Tuncay olmadığını söylesem mi diye düşündüm ama bu da boşuna bir çabaydı. İlham Gencer beni bu adla benimsemişti ve böyle de hatırlayacaktı. Bir telefon geldi, Q Jazz Bar'dan aramışlardı, Vedalaştık, kendisine çağrılan taksiye arkadaşı ile birlikte bindi, şoföre talimatlarını verdi, ben arkasından el salladım ve Sinatra’nın ünlü şarkının son satırındaki sözlerini mırıldandım:
Nedir bir erkek, nesi vardır bu hayatta
Eğer olamazsa kendisi yoktur aslında hiç bir şeyi
Gerçek hissettiklerini söyler erkek olan
Diz çökenlerin sözlerini mırıldanmaz
Bakan görür ki çok darbeler aldım bu hayatta
Ama yaptım her şeyimi kendimce, kendi yolumda
Sözlerin doğru tercümesi bu mudur diye sormayın ve İlham Gencer’in verdiği cevabı hatırlayın:
"Ben anarşist bir insanım, tıpkı caz müziğinde olduğu gibi emprovize yaşıyorum."
Tunçel Gülsoy
Cazkolik.com / 7 Temmuz 2009, Salı
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.
Ömer S. Bilimer
Değerli sanatçı İlham Gencer ile yapılan söyleşide kendisinin sehven olduğunu tahmin ettiğim ve atladığı bir yer var. 1966dan sonra yaklaşık 35 yıl turizm işi ile iştigal ettiğim için bidiğim bir konu. 1967-1973 yılları arasında gerek öğlen gerek akşam yemekleri için turist guruplarımızı götürdüğümüz Tarabyadaki bir restoranla çalışmayı bırakıp 1973 te Yeniköy, İskele Sokak ta yer alan deniz kıyısındaki Yalı Restoranla çalışmaya başladık,1973-1982 yılları arasında turist guruplarımızı bu restorana götürdük ve bazı yabancı firma Sahip,Genel Md. yada Müdürlerini öğle ve akşam yemeklerinde ya burada yada işyeri sahibinin daha sonra Yeşilköyde açtığı balık restoranında ağarlardık, ve Sn. Gencer de yaklaşık 4-5 sene Yalı rstoranda akşam müziği yaptı, kendisi ile birlikte 1974 ile 176 arasında çekilmiş resimlerimiz mevcut. Nazikane HATIRLATIRIM
Bu Yoruma Cevap Yazın »Ömer Bilimer
1966-2001 arasında turizm ticareti ile iştigal ettim- 1973 yılında turist guruplarımızı 6 yıldır öğle ve akşam yemekleri için gönderdiğimiz Tarabyadaki restoranla çalışmayı bırakıp Yeniköyde deniz kıyısında yerleşik Yalı Restorana götürmeye başladık 1982 ye kadar da bu mekan ile çalıştık- Yine iş yaptığımız yabancı tur operatörlerinin sahipleri,veya genel müdür yada müdürlerini bazen öğle veya akşam yemekleri için ya burada yada işletme sahibinin daha sonra Yeniköyde açtığı balık restoranında ağarlardık- Sn. İ Gencer de Yalı restoranda yaklaşık 4-5 sene akşam müziği yaptı 1974-77 yılları arasında çekilmiş kendisininde göründüğü muhtelif fotoğraflarım mevcut.Saygıyla hatırlatırım - Ha birde 1961 ve 62 de kendilerini 3-5 kez Çatıda dinlemiştim, hatta Site Sinemasındaki Suare öncesi Show"unda sesi Zeki Mürene benzeyen bir genci lanse etmişti hatırladığım kadarı ile - Haklıdır Binanın giriş katı yani Site pasajının üstünde de Çayhane adlı mekan açılmıştı.
Bu Yoruma Cevap Yazın »ajda pekkan
beni ses sanatçısı yaptığınız için teşekkür ederim
Bu Yoruma Cevap Yazın »Cahit Oben
Çok saygı duyduğum Sn.İlham Gençer"in müzik yaşamımdaki etkisi çok fazladır.Onun benim methiyelerime ihtiyaç duymayacak kadar sağlam bir müzik yaşamı ve şöhreti, dahada önemlisi bizlerin sahip olduğu az yada çok şöhrette payının büyüklü-ğü tartışılmaz ve inkar edilemez diye düşünmekte-yim.Ben ve Sn.İlham gençer"in saydığı nice insan-lara müzik dünyasının sihirli kapılarının açılması neredeyse O Çatı Klübün sihiri ile gerçekleşirdi.Orada aylarca yaptığım show prog-ramları,aldığım alkışlar müzik yaşantımın en değerli anıları olarak muhafaza etmek istediğim hatıralardır.O renkli dünyayı bana açmaktaki payı için Sn İlham Gencer"e bana verilen bu yorum imkanı ile minnet ve şükranlarımı,saygı- larımı sunuyorum. CAHİT OBEN
Bu Yoruma Cevap Yazın »semih baykal
sevgili ilham abi nihal annemiz selçuk dedemiz necla yengemiz ve ayten ablamız nurlar içinde yatsın beni yanlarında büyüten beni müzikle birleştiren ve iyi bir müzisyen olarak yetiştiren rahmetli nihal annemizdi örnek olarak seni aldım ve şimdi oğlumu sizin yolda yetiştirdim guru duyuyorum sizlerle iyiki Türkaydın ailesinin linde büyümüşüm onların hakkını ödeyemem ayrıca ilham abi seni çok seviyoruz
Bu Yoruma Cevap Yazın »