Fakat aşktan öğrendiğim tek şey
Silahını senden önce çeken birini nasıl vuracağın oldu
Ve bu gece duyabileceğin bir ağlayış değil...
Kayboldun karanlıkta... Oradan baktığını ne zamandır görmediğim bir suret olduğunda aslında bu kadar zor değildi hiçbir şey. Hatta inan bana tam olarak ben de bilmiyordum ne hissettiğimi ama küçük notlar biriktirmişim senle konuşmalarımıza, saklamışım onları kıymetli köşeciklere, defterlere, bir yerlere. Sevdiğin şeyleri bilmeden, sevdiklerimi anlatmadan, sevdiğin yemekleri sormadan, kitap ve filmlerden bahsetmeden ortak bir duygu havuzunda istemeden buluşmuşuz bile seninle.
Seninle kurduğum ilişkiyi çocukken gittiğim babannemin kasaba evinin salonunda olan bir resme benzettim sonra düşününce. Her sabah babannem bahçeyi sulamak için saat beşte kalkardı ve ben odadan çıkamazdım o resim ara salonda asılı diye. Resimde karanlık içinde yüzü yaşlar içinde kalmış bir çift yeşil göz vardı. Çok karanlıktı ve ona tam olarak bakmak istemezdim; bunu yapınca beni o karanlığa ve acıya hapsedecek korkusundan. Ve her seferinde babanneme bu korkumu sezdirmemek için aptalca yalanlar söylerdim o küçük halimle. Salondan geçip yanına gelemememin nedenini anlasa da o asla yüzüme vurmazdı. O küçük kızın, benim gururum incinirdi diye düşünürdü korkmaktan, ve evet bana göre de sanki kanatlarım sonsuza dek açık kalacaktı korkusuz olursam... Ama iliklerime kadar hissettiğim bu duygu, yaşadığım sürece benimle büyümeyi başarmıştı.
Bu halim çocukluk boyunca sürdü. İlginç olan şey çocukken de cinsiyetten bağımsız birilerine aşık olmamdı.. Sana rastladığımda hissettiğim ilk şey o halimdeki korkusuzluğumdu ama beni gördüğünü hissettiğim şey tedirginliğimin artmasıydı. Hakkında her şeyi bildiğimi hissettiğim birinin beni en umulmadık anda yakalamış olması sonunda oyunu bozdu. Duygu havuzuma dokunması beni özlediğim yerlere tekrar götürse de aradığım şey derinlerde saklı olması gerekendi. Şapkaların arkasına sakladığım çocukluğuma meydan okurcasına apaçıktı artık. Yine de korkularını çocukluktan bildiğim yeşil gözlü karanlık o portreden çıkıp yanıbaşıma yaşlar bırakmaya başlamıştı ben hiç istemesem de.
Duygu havuzu demek ne kadar tuhaf oysa insan yaşadıklarını duygularına borçlu olmadığı halde, duygusallık yaşamına maal olabiliyor. Her anının, her acının, her canlının sonu olduğunu bile bile her seferinde başka türden acısını duyuyor bitişlerin. En çok kendine benzeyen birinin halini anlayıp ona dokunurken empati yapabiliyor; şanslıysa da kendini tamamlayan biriyle tamamlıyor duygusal açıklarını. Peki ya sen? Sen bendin ve davetsizdin... Nasıl bu kadar kısa sürede hikaye yapmalıydı seni. Nasıl kendi acılarımı senin acıdığın yerlerden hem görüp hem yok sayarak üstünü bantlamalıydı kırıldığın yerlerin? Nasıl bir kez dokundum kalbine diye şükretmeliydi hiç özlemeden... İnsan tanıdığı yerleri kolay terk edebilseydi olur muydu hiç mutsuz mülteci?
Yine de en başına dönersek hikayenin; denize sırtını verdiğin yerden bulmuştum seni o gece... Denizi izliyordun. Poseidon gibiydi kutsal formun. Kutsallaşmıştın o gece o şehirde. Sadece beni bulduğun güne kadar bile kendimden de gizliyordum bunu yaptığımı. Sana söylediğim ilk cümle orada, artık Rus ruleti oynamayacağım olmuştu. Yine de oynadık birlikte; ama her seferinde olduğu gibi vuranın kim olduğu, hangimizin daha çok acı çektiği belirsizdi. Bilmenin ve dürüst olmanın gücünün yetmediği gürültüler gelmişti uykulara. Son hız koşarken esen rüzgara karşı gözlerimiz yaşarırcasına kaçıştık sağa sola. Hikaye bitmişti; portre kaldı aklımda... Yeşil gözler ağlıyordu karanlıkta, Rus ruleti oynanmıştı çoktan ve şükrediyordum içimden huzurla; soğuk, kırık ve buruk bir yakarışla gereğini yerine getirmekten nehre atlamanın...
Zodyak’ın en zorlayıcı burç grubundandı Jeff Buckley... Akrep’ 17 Kasım 1966 yılında Amerika’da dünyaya geldi. Beat kuşağının en yoğun yaşandığı zamanları soluyan Jeff, aynı zamanda çok iyi bir söz yazarı olan Tim Buckley’nin oğluydu.
Babasına hasret yaşadığı ve evinde daima üvey kardeş, üvey baba yanında sığıntı hissine kapıldığı ergenliğiyle başı belada olsa da müzik ona huzurun kapılarını küçük yaşta açmayı öğretmişti. Annesinin üvey sevgisi, evini aramaktan yorulması ve müzikte melankoliye kaptırdığı derin sözleri onu bir süre sonra dünyalar arası anlam arayışına da götürmüştü.
Led Zeppelin’in efsanevi vokali Robert Plant’i çok seven Jeff Buckley onun gibi sonrasında Hindistan ve Uzak Doğu’ya giderek müzik ve spiritüalizm çalışmaları üzerine yoğunlaşmıştı. Jimi Hendrix, Pink Floyd gibi isimlerden de çocukluğu boyunca çok etkilenmişti.
Yıldızı insan ilişkilerinde çok parlak olmasa da çok genç yaşta turnelere çıkan, gerçeğin peşinden koşan ve duygu fırtınaları yaşayan bir ruh olarak bilinmişti. Oysa gerçeği aramaktan mı nehre atlamış ve çıkamamış, derine dalmaktan mı yüzeyde kalamamış kimse bilmiyordu henüz otuz yaşındayken ölüm haberi geldiğinde...
Multi enstrümanist, besteci, caz rock, heavy metal ve pek çok tarzı icra eden büyük bir müzik adamıydı o... Sözleri mi müziğini büyütüyor, müzik mi sözlerini büyütüyor ayırt edilemezdi onun bestelerinde. Her ikisi de birbirinin önüne geçemeyecek kadar iyi, sıkıydı müziğinde her nasılsa...
1994’te yayınlanan tek stüdyo albümü "Grace" de ölüm korkusu, melânkoli, zaman kavramı, veda ve onu çağıran seslerden bahsetmişti çokça... Onu çağıran her neyse ona ilhamı bahşedendi, onu hassas yapan ve veda isteği uyandıran her neyse onun başlamasına neden olan şeydi. Anlam kaybına uğraması, başka anlam arayışının başka bir yer çekimi düzeyinde ona geri dönüşüydü belki de... Ve hayatına ilham veren 27’sinde ölen büyük müzisyenlere bir saygı duruşuydu belki de. Sebep her neyse günümüzde hala yaptığı tek albümün ayak izlerinden yürüyen binlerce derinlik yaratmıştı nehre atladığı o yerden...
Yeniden başlamasına sebep veren, onun aradığı diğer yer çekimine ve geçici ölümüne, bu küçük hikayeyle saygılarımı sunarım. Keyifle dinlemeler...
Şenay Ocak
Cazkolik.com / 28 Haziran 2023, Çarşamba
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.