Kendi üslubunun kralı

Kendi üslubunun kralı

Yazının orijinali 2012 yılında 22. Akbank Caz Festivali konseri öncesi yayınlanmıştır.


Vokal cazın en saygın adlarından Gregory Porter, 2012 yılında çıkardığı “Be Good” albümünün tanıtım turnesi münasebetiyle 11 Ekim’de Babylon’da olacak. Şarkıcı, 22. Akbank Caz Festivali’nin en heyecan verici adlarından biri.


Caz vokalistleri çoğunlukla kadın olur, malum. Ama cazın tarihinde çok iyi erkek şarkıcılar da vardır. Zaman zaman festivallerde, mekânlarda Kurt Elling gibi günümüzün seçkin erkek seslerini birinci elden dinlemek de nasip oluyor. 22. Akbank Caz Festivali’nde de Babylon’da karşımıza son dönemde vokal cazın en iyilerinden biri olarak kabul edilen Gregory Porter çıkacak. Sanatçıyı dinleyenler, onu sahnede, birinci elden görmek için de sabırsızlanıyor. Albümler ile kliplerden izlediğimiz kadarıyla, güzel sesi ve kendine özgü yorumu kadar, sahne performansıyla da gönül çelecek. Belki de tiyatro tecrübesinin bir armağanıdır.


Porter’ı, “sıradaki en büyük erkek caz vokal yıldızı” olarak ilk tanımlayan, sanırım allmusic.com’du. 2010 yılında çıkan ilk albümü, "Water" ile 53. Grammy Ödülleri`nde "En İyi Caz Vokali" dalında aday oldu. Bir yıl sonra ise, Fransız L`Académie du Jazz tarafından düzenlenen Django Reinhardt ödüllerinde "En İyi Caz Vokali" seçildi. Şimdi de, bu yıl çıkan ikinci albümü "Be Good"un turnesi kapsamında İstanbul’a gelip, 22. Akbank Caz Festivali’ne katılıyor. Gregory Porter, 11 Ekim Perşembe akşamı Babylon`da sahneye çıkacak.


Yetenekli bir çocukmuş. Beş yaşındayken “Once Upon A Time, I Had A Dreamboat” diye bir şarkı besteleyip teybe kaydettiğini söylüyor. Annesi işten dönüp de oğlunun söylediği şarkıyı dinleyince, onun tıpkı Nat ‘King’ Cole gibi söylediğini düşünmüş. ‘Kral’ Nat’in adını ilk kez duyuşunun ardından, küçük Gregory de onu yakından tanımaya çalıştı. Annesinin bütün Nat ‘King’ Cole plaklarını plastik Playskool pikabında çalarak saatler boyu dinledi.


O gün bugündür de kendini müzikle ifade etme coşkusu hiç sona ermedi. Cole’un kendisine ve müziğine olan bağlılığı sürüyor. Anısını da, kendi geçmişiyle birleştirerek, ayakta tutuyor. Gregory Porter’ın, Nat Cole için bir şovu var, şarkılarla ve anlatarak bizi onun müziğinin dünyasına davet ediyor. Bir yandan da bu müziğin küçük yaştayken kendi hayatını nasıl etkilediğini anlatıyor. Porter, flütçü Hubert Laws’un albümü “Hubert Laws Remembers the Unforgettable Nat King Cole”de Cole’un hit parçası “Smile”ı seslendirdi.


Aslında bu kaydın da Porter’ın ilk yıllarına ışık tutan bir hikâyesi var. Sanatçının ilk CD’sinin yapımcı-aranjörü saksofoncu, piyanist ve besteci Kamau Kenyatta, onun “en iyi arkadaş” olarak tanımladığı kişidir. Kenyatta’nın aslında Porter’ın meslek hayatı üzerinde, ta onun San Diego’daki küçük caz kulüplerinde şarkı söylediği günlerden bu yana uzanan hatırı sayılır bir etkisi var. Porter o sıralarda San Diego’da yaşıyordu. Bir futbol (Amerikan futbolu) bursuyla San Diego Eyalet Üniversitesi’nde okuyor, defans oyuncusu olarak oynuyordu, ta ki omuzu sakatlanıp spora veda edene kadar.


Futbolcu-şarkıcının ikinci kulvardaki yeteneğini fark eden Kenyatta ona destek oldu ve Porter’a göre, neyi öğrenmeye ihtiyacı varsa onu öğretti. Kenyatta genç müzisyeni Los Angeles’teki stüdyosuna da davet etti. Tesadüf işte, aynı zamanda Laws’un yukarıda bahsi geçen albümünün yapımcısıydı. Elbette Poter’ın çocukluğunda Cole’un müziğine nasıl tutkun olduğunu da biliyordu. Laws, Porter’ın, bestesi Charlie Chaplin’e ait olan ve sanatçının 1936 yapımı “Modern Times”da kullandığı “Smile”a eşlik edişini duyunca, albüme Porter’ın sesini de içeren bir ‘bonus’ parça koymaya karar verdi.


O gün Hubert Laws’un kızkardeşi Eloise de stüdyodaydı. Kendisi de şarkıcı olan Eloise, “It Ain’t Nothin’ But the Blues” adlı yeni bir müzikalin kadrosuna dahildi. Porter sonunda, Denver Center for the Performing Arts, Colorado’da açılışını yapan oyundaki sekiz ana rolden birine sahip oldu. Kimse de tiyatro tecrübesinin az oluşuna aldırmadı. Derken New York’a gittiler. Önce Broadway dışında, sonra Broadway’de oynadılar ve başarılı oldular. 1999’da New York Times Porter’ı övdü. Müzikalleri o yıl Tony ödülünün de aralarında olduğu ödüller aldı. Bu başarısı sonucunda, Gregory Porter, Eloise Laws ile bir kez daha tiyatro sahnesine çıktı.


Yarı otobiyografik “Nat King Cole and Me” gösterisinde, kendi çocukluğundan söz ediyor, bir babanın yokluğuyla geçmiş bir çocukluğun acısı ve bu acıyı dengeleyen Nat ‘King’ Cole plaklarını dinlemenin keyfi. Annesi onun sesinin Cole’e benzediğini söyleyince de küçük çocuk efsanevi şarkıcının babası olduğuna, o meşhur aşk şarkılarını da kendisine söylediğine inandı. “Nat King Cole and Me”de kendi duygularını sergileyerek, hayatının hikâyesini dinleyiciyle paylaşarak cesur bir sanatçı olduğunu kanıtlıyor. Babasıyla birliktelikleri birkaç günü geçmemiş. Rufus Porter, oğluyla birlikte olmayı pek gönülden istemiyor gibiymiş sanki. Evleri boyayan babası için “Man on a Ladder” diye bir şarkı yazmış, başka bir proje için. Onu müziğe sevkeden, sekiz çocuğunu tek başına büyüten annesi Ruth için de bir şarkısı var, elbette: “Be Good”daki “Mother’s Song”.


2009’da, merkezi Harlem’de olan Motéma Music’ten çıkardığı ilk albümü “Water”daki şarkıların çoğunun duygusul şarkılar olması da bu nedenle şaşırtıcı değil. “Water”la adını duyurduğunda, sesine hakimiyetiyle de öyle dikkatı çekmişti ki, Wynton Marsalis ona “harika bir genç şarkıcı” olarak tanımlamıştı. “Water” aynı zamanda onu biçimlendirmiş dev müzisyenleri ve kimsenin tanımadığı etkileri (küçükken gittiği kilisenin papazı gibi) de yansıtıyor. Ancak, Cole ve Donny Hathaway gibi şarkıcıların müzikleri, yorumları Porter’ın üslubunu biçimlendirmekte yardımcı olsa da, onun tamamen kendine özgü bir yoruma, dahası, bir dünya görüşüne sahip olduğu da besbelli. Ayrıca bu ilk albümde ona, aralarında iki parçada çalan alto saksçı James Spaulding’in de bulunduğu güçlü bir kadro eşlik ediyordu: piyanoda Chip Crawford, alto saksta Yoske Sato, trompette Curtis Taylor, trombonda Robert Stringer, basta Aaron James, davulda Emmanuel Harold. Tabii bu kadronun oluşumunda yapımcı Kamau Kenyatta’nın da büyük rolü vardı.


Bir eleştirmen, BBC ve NYTimes’ın da methettiği albümün Porter’ın “güçlü sesini, çarpıcı anlayışını ve estetik kontrolunu” kanıtladığını söylüyor. Gospel’den blues’a, R&B’den bebop ve ballada uzanan “Water”, onun özel hayatına ve meslek hayatına nelerin damga vurduğunu gösteriyordu. Çok az ilk albümde görülen bir başarıyla, “En İyi Caz Vokal Albümü” dalında GRAMMY’ye aday gösterilen “Water”un son parçası olarak, şarkıcı klasik bir şarkıyı, “Feeling Good”u ‘a cappella’ söylemeyi tercih etmişti. Derin, sıcak bariton sesine odaklanarak söylediği “Feeling Good” albüm için kusursuz bir kapanış olmuştu. “Water”, listelerde bir numaraya yükseldi, yıl sonunda “En İyi” listelerinde de kendine yer buldu.


Gregory Porter, sadece on beş ayda, ülkesinde ve ülkesi dışında beğenilen, yurtdışı turnelere çıkan bir sanatçı haline geldi. Yükselen yıldızının en parlak olduğu yer de, Avrupa’ydı, özellikle Jamie Cullum’ın BBC radyo programında yeraldığı, Londra Caz Festivali’ne katıldığı İngiltere. Jazz Wise dergisi “Water”ı, 2011’in bir numaralı caz albümü seçti ki, vokal bir albüm ilk kez bu mertebeye yükseliyordu. Fransa da onu bağrına bastı.


İkinci albümüyle de hayal kırıklığı yaratmadı. Tersine “Be Good”, ilk albümün formülünü daha da geliştirdi. Çekirdek kadrosunu korudu, hatta tenor saksta Tivon Pennicott ve trompette Keyon Harrold ile pekiştirdi. Hem duygusal, kişisel, hem de herkese hitap edecek şarkılar sundu. Albümde, caz standardı seviyesinde şarkılar var: “When Did You Learn”, “Bling Bling” ve yetişkinlerin nasıl masum çocuklara olumsuz-olumlu davranışlar yakıştırdıklarını, yansıttıklarını anlatan “Painted on Canvas” gibi. “En coşkuyla yazdığım şeyler, kendi kişisel deneyimlerimle ve ilişkili olduğum insanlarla ilgili,” diyor Porter. “Bu hep geçerli mi? Hayır. Ama kırık bir kalp üzerine yazabilirim, çünkü benim kalbim de kırıldı. Terslikler üzerine yazabilirim, çünkü başıma geldi. Gerçek aşkı yazabilirim, çünkü yaşadım.”


Hem meslek hayatının başında, hem de ilk albümünde Porter’a yardımcı olan Kamau Kenyatta, “Be Good”un da yapımcılarından. Ne de olsa, onun şarkıcı ve besteci olarak en güçlü yanlarını bilen kişi Kenyatta. Porter’ın kendini sadece müziğe adamış biri olmadığını söylüyor. “Onunla bir gün geçirirsiniz ve müziğin lafı bile geçmeyebilir,” diyor. “Pek çok konuda bilgi sahibi, bu da Gregory’ye özgü türden bir yaratıcılığa yol açıyor... Güncel olaylara hakim, hayata çok büyük bir anlayışla bakıyor.” Smoke sakinleri bunu iyi bilir. New York’un üst Batı yakasındaki bu şık caz/yemek kulübünün müdavimleri, onun “Water”daki çok sevilen siyasi şarkısı “1960 What?”ın hayranı, söylemezse alkışlarla talep ediyorlar. Bazen okşayan, bazen duygulandıran, bazen de tokatlayan bariton sesiyle, isteklerini yerine getiriyor. “Hey! The Motor City is burning!” diye bağırıyor tutkuyla.


Gregory Porter Los Angeles’ta doğdu, Bakersfield’de büyüdü, şimdi de Brooklyn’in Bedford-Stuyvesant semtinde yaşıyor ama kendini semtlerle kısıtlamıyor. Müziği için bütün dünyayı mekân edinmiş. Şehrinde sık sık Jazz at Lincoln Center Jazz Orchestra’ya konuk olduğu gibi (ne olsa, liderleri Wynton Marsalis’in beğendiği bir cazcı), Smoke Jazz’in de kıdemli sanatçılarından. Avrupa caz festivallerini de varlığıyla şenlendiriyor, tıpkı 22. Akbank Caz Festivali’nde olduğu gibi. Eleştirmenler ona ‘Cazın yeni kralı”, ‘Sürünün lideri’ gibi sıfatlar yakıştırıyorlar.


Sesi soul ve R&B ekollerine has bir ses, Sam Cooke, Lou Rawl gibi efsanevi sesleri yankılıyor. Ama ilk iki albümü de kesinlikle caz albümleri. Janrları harmanlarken, iki ayağının üzerinde sarsılmadan duruyor. Zaten Porter caz, soul ve R&B şarkıcıları arasına böyle duvarlar çekmeyi de sevmiyor. “Çünkü bu müzikler gospel ve blues’dan doğmuş, birbirine çok yakın kuzenler.”


Peki, Gregory Porter kişisel hikâyeler anlattığına göre, insan merak ediyor, acaba “Be Good”a adını veren şarkının bir hikâyesi var mı diye. “Bu şarkı yürümeyen bir ilişkim üzerine. Bütün ilişki boyunca o beni sevdi, hayran kaldı, ama bir kutuda muhafaza etti sanki. Kafese yerleştirdi, oradan çıkıp onu sevmeme ya da gerinip kendim olmama izin vermedi. O kafeste hep kendimi kontrol etmek zorunda kaldım. Onun için de ayrıldıktan sonra eve dönerken, bu konuda bir erkek şarkısı, ama teselli edici bir şarkı yazsam dedim kendi kendime. Yetişkin bir adama ninni. Bu şarkı o işte. Avusturyalı bir dansçıydı, bu yüzden şarkı da bir tür vals.


Sevin Okyay


Cazkolik.com / 04 Haziran 2019, Salı

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Sevin Okyay

  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.