Cazkolik’de, ölümsüz klasik müzik eserlerinin caz yorumlarıyla beraber sunulduğu “Klasikten Caza” başlığı altında daha önce hem bu köşede hem Radyo Cazkolik’de Tunçel Gülsoy üstadımın efsanevi programı “Evde Çalamadıklarım”ın müzmin konuğu olarak ve yine sevgili Neşet Topaloğlu’nun “Tangonun Büyüsü” programının konuğu olarak söyleşiler, sohbetler yaptım. Şimdi ise sizlerle daha geniş bir yelpazede birlikte olmanın mutluluğunu yaşamaktayım. Birlikteğimiz röportajlar ve radyo programları olarak sürecek. Bu kapsamda, bugünkü konuğumuz, popüler müziğe duygusal besteler kazandırırken kendisinden beklenmedik bir iş; korku/gerilim edebiyatı yazarlığı yapan, bu arada, iş hayatındaki yoğun temposunu da aksatmadan sürdüren bir sanatsever iş insanı Özgün Çınar. Kendisiyle, müzik ve edebiyata derinlemesine sohbet etme imkânı buldum.
Salim Zaimoğlu
Salim Zaimoğlu: Bize kendinizden söz edebilir misiniz?
Özgün Çınar: Tabii. Yaklaşık elli senelik bir hayatın büyük bölümünü, neredeyse otuz senesini yoğun çalışma temposu içinde geçirdim. Finans, enerji, kısmen telekomünikasyon ve sanayi sektörlerinde tecrübeler edindim. 12 yaşımda, hobi olarak başlayan müzik sevgim zamanla çok gelişti ve hobi olmanın ötesine geçti. Gitar ve piyano çalıyor, beste yapıyorum. Yayınlanmış dört adet şarkım var. Bestelerimin sayısı iki yüz elli civarında. Maalesef şu an tam sayısını ben bile bilmiyorum. Dünyaya gelmeleri yaklaşık 35 senelik bir zaman dilimine yayıldığı için farklı farklı yerlerde kayıtlı olarak duruyorlar. Tam bir dökümünü çıkartmak için bir süredir çalışıyorum. Ayrıca, korku/gerilim yazarıyım. Yetişkinlere yönelik iki, çocuklara yönelik yine iki olmak üzere toplam dört romanım okuyucular ile buluştu.
Salim Zaimoğlu: Uzun zamandır müzikle uğraştığınızı anlıyoruz ancak sadece dört şarkı yayınlamışsınız, neden? Biraz tembellik mi var?
Özgün Çınar: Tembellik diyemem doğrusu. Son iki seneye kadar önceliğim hep iş hayatıydı. Belli bir yaştan sonra insan kendisini sorgulamaya başlıyor. Benden geriye ne iz kalacak, sorusu gitgide daha sık ziyaret ediyor aklınıza. Ben de bunların sonucunda, dünyada incecik dahi olsa bir iz bırakabilmek için çalışmaya başladım. Önce ilk romanım çıktı. Ardından da ilk şarkım, Güle Güle Git yayınlandı. Ne diyelim, kısmet bugünlereymiş.
Salim Zaimoğlu: Güle Güle Git’in hazin bir hikâyesi var. Okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?
Özgün Çınar: 9 Ocak 2012, hayatımdaki en kötü gündü diyebilirim. Ankara`da hava buz gibiydi. Karlıydı. Babama karşı son görevimizi yerine getirmiş ve evimize dönmüş, ailecek konuşmadan oturuyorduk. Kimsenin konuşacak hali de yoktu zaten. Ortamda derin bir sessizlik olsa da, dışarıya vurmuyor olsam da, beynimin içinde büyük bir orkestra, o ana kadar hiç duymadığım bir şarkıyı çalıyorlar, belki de hayatımda yaptığım en iyi besteyi yapıyorlardı. Şöyleydi nakaratı:
"Güle güle git, her dileğin senin olsun,
Umarım gittiğin yerde hep mutlu olursun.
Güle güle git, geceme yıldız gibi doğdun,
O gecenin sonundaysa, kayan bir yıldız oldun,
Güle güle git..."
Bir şarkı, ortalama üç ya da dört dakika uzunluktadır. Şu anda sözün sahibini hatırlamıyorum ancak bir müzisyenin söylediği gibi en iyi besteler, bir şarkı uzunluğu kadar zamanda bestelenenler oluyor. Birkaç dakika sonra, gitarıma hiç el sürmemiş, bir dizesini dahi seslendirmemiş olsam da beste tamamlanmıştı. Ara sıra bazı melodiler aklıma gelir böyle. Ancak kaydetmezsem geldikleri süratle uçup giderler. Ama bu şarkıyı hiç unutmadım. Aklıma kazınmış gibi kaldı. İzleyen birkaç ay, Güle Güle Git’i hiç çalamadım. Hep yarısına geldiğimde boğazıma takılan bir yumru engel oldu. Ama biliyordum ki bunu yapmalıydım. Çalmalıydım, söylemeliydim. Şarkının düzenlemesini tamamlamalı ve insanlara duyurmalıydım. Çünkü ancak o zaman babama karşı görevimi tamamlayabilecektim. Herhalde, bir insanın ulaşabileceği en uç nokta; ölümsüz olmak. İşte bu şarkıyı kaydedip dijital dünyaya yerleştirirsem, babamı ölümsüz kılmış olacaktım, ki ben de bunu yapmaya çalıştım.
Salim Zaimoğlu: Bunu takiben, yaklaşık bir yılda üç şarkınızı daha yayınladınız değil mi?
Özgün Çınar: Evet, Güle Güle Git’i, 1995 yılında yazdığım ve hayatımdaki en büyük destekçilerimden biri olan eşimin, Esra’nın en sevdiği parça, Yıldızsız Geceler takip etti. Sonra da O’nun için yazdığım iki şarkı, Anlamazlar ve Sen Bilmeden Sevdim Seni geldi. Düzenlenmesi, kayıtları, seslendirmesi... Her anı keyifliydi. Zaten bir şarkı ile uğraşırken zaman mefhumunu tamamen kaybediyorum. Kolaylıkla ve farkında olmadan saatler geçebiliyor.
Salim Zaimoğlu: Bir şarkı bestelemek, sonrasında da yayınlamak zor bir süreç mi?
Özgün Çınar: Bestelemek biraz farklı. Belli bir müzik bilgisine sahip olmanız gerekiyor. Sonrasında da duygulara yoğunlaşmak, bunları yaşayarak bir esere dönüştürmek kalıyor geriye. Bu söylediklerimden dolayı, beste yapmak isteyenlerin hevesi kesinlikle kırılmasın. Zira gelişen teknoloji, bu konuda da imdada yetişti. Artık basit bir tabletiniz varsa, içine bedava ya da cüzi fiyatlarla müzik yapım programları indirmek ve bunlar üzerinden çalışmak mümkün. Bunların arasında, seçtiğiniz diziye göre akorları yan yana dizip sanal enstrümanları otomatik olarak çaldıranlar bile var. Siz de üzerine güzel bir melodi ekleyebiliyorsanız, minimum gayretle bir besteyi ortaya çıkartmak mümkün. Bu yazılımlar, kayıt yapmayı da aynı şekilde kolay hale getirdi. Mikrofonlar da o kadar gelişti ki, günlük hayatımızda sıkça kullandığımız telefon kulaklıklarındaki mikrofonlar ile dinlenebilir seviyede kayıtlar yapmak mümkün. Yalnız, burada bir şeyin farkında olmak lazım. Profesyonel düzeyde, güzel bir kayıt yapmak istiyorsanız, tercihiniz mutlaka kaliteli bir mikrofon olmak durumunda. Yayınlama konusuna gelince, eskiden çok pahalı ve çok zordu. Şimdi ise, yine teknolojinin yardımı ile son derece kolaylaştı. Bu konuda faaliyet gösteren birçok firma var. Diyelim, bestenizi yaptınız, kaydettiniz, düzenlediniz, telefonunuzla güzel bir resim çektiniz, bundan şarkınıza bir görsel, yani albüm kapağı oluşturdunuz. Artık yayınlamaya hazırsınız. Bu şirketlerden birisine, yıllık küçük bir bedel ödeyerek üye oluyor ve şarkınızı internet sitelerine yüklüyorsunuz. Sonrası beklemeye kalıyor. Bu şirketler, şarkınızı kısa süre içinde, bütün büyük dijital müzik marketlerde satışa sunuyorlar. Bu kadar kolay.
Salim Zaimoğlu: Kulağa gerçekten kolaymış gibi geliyor. Ancak, yine de arkasında yoğun bir emek yattığını görmezden gelmemek lazım. Biraz da edebiyata dönebilir miyiz, yazmaya ilginiz nasıl başladı?
Özgün Çınar: Şöyle detaylıca düşündüğümde, yazmaya ilgimin oldukça gerilere gittiğini görebiliyorum. Biri ilkokul sıralarında birisi de yirmili yaşlarımın başında, el yazısıyla, üç-dört ortalı defterlere, orta uzunlukta romanlar yazmıştım. Ayrıca ilkokul öğrenciliğimden başlayarak, geniş bir zaman dilimine yayılmış şekilde birçok hikâye kaleme aldım ancak birkaç yıl öncesine kadar eserlerimi okuyucuların beğenisine sunma imkânım olmamıştı. Daha önce dediğim gibi, kısmet bugünlereymiş.
Salim Zaimoğlu: Kitaplarınızdan biraz bahseder misiniz?
Özgün Çınar: En sevdiğim soruya geldik. Daha önce değindiğim gibi romanlarımın sayısı dörde erişti. İki tanesi cehennem kapısı serisinin kitapları. İki tanesi ise çocuk/gençlik kitabı. Fantastik türde. İlk kitabım Cehennem Kapısı, Gölge Kuşanan. İstanbul’un fethi sırasında başlayan ve günümüze uzanan bir korku hikâyesi. İstanbul kuşatması bütün şiddeti ile sürerken, şehrin düşeceğini anlayan karanlık güçler dünyayı ateşe atmayı tercih ediyor. Bu çılgın plan, kuvvetli bir iblisin, Gölge Kuşanan’ın, serbest kalmasına sebep oluyor ve Fatih’in yeniçerilerinin soyu ile serbest kalan iblis arasında bitmek bilmeyen bir mücadele başlıyor. Kefaret bu serinin ikinci kitabı. Kurgu gelişiyor. Devreye beklenmedik olaylar ve kişiler girmeye başlıyor. Son muhafızın diğerlerinden farkı ortaya çıktıkça mücadeledeki dengeler de değişiyor. Maceranın seyri bize şu sorunun yanıtını verecek: İnsanlık gelecekte de var olabilecek mi yoksa son günlerini mi yaşıyor?
Salim Zaimoğlu: Cehennem Kapısı’nı yazma fikri sizde nasıl oluştu ve işe nereden başladınız? Örneğin, ilk cümleyi nasıl buldunuz, karakterleri, kurguyu nasıl oluşturdunuz?
Özgün Çınar: Korku edebiyatını seviyor, kurgu yapmaktan hoşlanıyorsanız hayata bakış açınız değişiyor. Karşınıza çıkan her şeyi bir kurguya oturtmaya çalışıyorsunuz. Cehennem Kapısı’nın ana fikri de aklıma bu şekilde, onlu yaşlarımın ikinci yarısında düştü. Şunu sormuştum kendi kendime: Her gün onlarcasıyla karşılaştığımız, bazen küçümsediğimiz, basit işler yapan kişilerden birisine hayatımızı borçlu olsaydık nasıl olurdu? Kurgu kafamda gelişti, olgunlaştı. Biraz da kaderin cilvesiyle karşılaştığım birkaç detay, nihayetinde beni bilgisayarımın başına oturmaya zorladı.
Konuyu, kurguyu oluşturmak ve karakterleri yaratmak emek sarf ederek yapabileceğiniz bir şey. Üzerine zaman harcamayı ve çokça düşünmeyi gerektiriyor. Zaman zaman çok zorlayıcı hale gelebilen bir süreç. Ne kadar düşünürseniz düşünün öyle bir an geliyor ki hazırlamış olduğunuz ilk kurguda değişiklik yapmak gerekiyor. Bu da tekrar tekrar başa dönmeyi gerektiriyor. Seviyorsanız son derece zevkli bir iş. Ancak büyük bir gereği var: Sabır, sabır, sabır....
Çok önemli noktaya değindiniz sorunuzun içinde aslında. İlk cümleyi nasıl buluyoruz? Araştırmalar şunu gösteriyor. Örneğin bir reklam videosu hazırladınız ve hedef kitleniz ile paylaştınız. İlk birkaç saniyelik dilimde izleyiciyi yakalayabilir ve kendinizi beğendirebilirseniz videoyu izlettirebilirsiniz. Aksi takdirde kapatıp geçiyorlar ve bir daha kimse dönüp bakmıyor. Bu iş de böyle. İlk birkaç sayfanız, hatta birkaç cümleniz çok önemli. Bu kısacık zamanda ve daracık alanda okuyucuyu yakalayıp kitabın içine çekmeniz lazım. Aklınıza güvenmeniz şart ancak yeterli değil. Girişin iyi olduğuna kendiniz ikna olduktan sonra görüşüne güvendiğiniz, saygı duyduğunuz, gerektiğinde size yaptığınız işin kötü olduğunu söylemekten çekinmeyeceğine emin olduğunuz kişilerden görüş almalısınız. Objektif olarak doğru yolda olduğunuza kani olduysanız devam edin. İlk bölümün güzel olmadığı yönünde bir şüpheniz oluştuysa direnmeyin, değiştirin.
Bu konuda son olarak ilave etmek istediğim bir şey daha var. Kurgunun içerisine ne kadar bizden ögeler, bildiğimiz, içinde yaşadığımız mekânlar katarsanız o kadar ilgi çekici hale geliyor. Cehennem Kapısı serisinde ben de bu prensiplere uydum. Olayların geçtiği mezarlık gerçekten var. Edirnekapı’daki Mısır Tarlası Mezarlığı. Tarihi altı yüz yıl geriye uzanıyor. Son derece etkileyici bir yer. Hikâye de bildiğimiz bir dönemde, bildiğimiz bir olayla, İstanbul’un fethiyle bağlantılı olarak ortaya çıkıyor.
Salim Zaimoğlu: Ya çocuk kitapları?
Özgün Çınar: Çocuk kitaplarının hikâyesi biraz değişik. Fantastik türde kaleme alındılar. Kitabın ana karakteri Deniz benim kızım. Onun maceralarını aktarıyorum minik okurlarımıza. Bir seri olarak tasarlandı. Beş kitaplık bir seri hedefliyoruz. Henüz sadece iki tanesi yayınlandı.
Katıldığımız tüm kitap fuarlarında yoğun çocuk ziyaretçi alıyor ancak ebeveynlerinin tepkileri sebebiyle onları yayınevimize ısındıracak, ileride korku edebiyatına yakınlık duymalarını sağlayacak eserlerle buluşturamıyorduk (gülüyor). Çocuklara hitap edecek, fantastik türde kitaplar çıkartarak onları hem yayınevine hem de bu edebiyat türüne ısındırmanın, bir ön hazırlık yapmanın güzel olacağını düşündük ve bir proje gibi başladık. İlk aşamada Hiç Yayıncılık’tan iki yazar, birer kitap kaleme aldık. Yayınlanır yayınlanmaz da beklediğimizin çok daha ötesinde bir ilgi ile karşılaştık. Altı ay içerisinde birinci baskılar tükendi. İkinci baskıları yapıldı ve üzerinden dört ay geçmiş olmasına rağmen ikinci baskılar da tükenmek üzere. Geleceğe yönelik iyi ve geniş bir okuyucu kitlesi yaratmayı başardığımızı umuyorum.
Kitapların içinde çocuklara güzel alışkanlıklar kazandırmaya yönelik mesajlar vermeyi de ihmal etmiyoruz tabii. Deniz’in maceralarında izciliğe ilişkin çekici bilgiler ve araştırıcı olmanın, olaylara farklı bakmanın önemini vurgulamaya çalıştım. Bu amaçla Deniz’i sık sık kütüphanelere gider ve araştırma yaparken görüyoruz.
Salim Zaimoğlu: Korku kitaplarını yazarken korkuyor musunuz? Nasıl yazıyorsunuz?
Özgün Çınar: Dürüst söylemek gerekirse evet, bazen korkuyorum. Ağırlıklı olarak gece vakti yazmayı tercih ediyorum. Herkesin uyuduğu vakitlerde, sessizlik hüküm sürüyorken, bir fincan kahve ve bilgisayarımdaki korku filmi müzikleri eşliğinde yazıyorum. Bazen öylesine yoğunlaşıyorum ki yazdığım sahne, birkaç adım önümde gerçekleşiyor sanki. Bu aşamada sırtım ürperiyor. Bu da yazmaya ara vermem gerektiğinin işareti oluyor genellikle.
Salim Zaimoğlu: Yazmak isteyenlere, yazar adaylarına ne tavsiye edersiniz?
Özgün Çınar: Söyleyecek bir sözünüz, anlatacak bir fikriniz olduğunuza inanıyorsanız yazmaktan çekinmeyin. Para kazanmak amacıyla yazmayın. Aşkla yazın. Aşkla yaptığınız her iş, eninde sonunda size hayatınızı sürdürmek için gereken imkânı yaratacaktır. Çok okuyun, hata yapmaktan çekinmeyin, tekrar tekrar deneyin ve en başta söylediğim gibi sabrınızı hiç yitirmeyin. Yazıyorsanız, sabra mutlaka ihtiyacınız olacak.
Salim Zaimoğlu: Bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz. Umuyorum genç müzisyen ve yazar adayları verdiğiniz bilgilerden çok faydalanacak.
Özgün Çınar: Ben de teşekkür ediyorum. Gençlerin sanat serüvenlerine birazcık dahi ışık tutabilirsek ne mutlu.
Salim Zaimoğlu
Cazkolik.com / 14 Şubat 2018, Çarşamba
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.