Şeytanla değil tanrıyla anlaşan adam

Şeytanla değil tanrıyla anlaşan adam

 

Akbank Caz Festivali`nden gövde gösterisi

 

Sonbaharda caz alevi diye başlık atsam sıradan olur ama başka nasıl tanımlamalı... Ekimde 29. Akbank Caz Festivali cazseveri sarsacak bir kısım ismi açıkladı. Festival son yıllarda isimleri yaz başından itibaren parça parça duyurarak heyecanlandırıyor. Bu yıl da öyle yaptılar. İki grupta açıklanan isimleri topluca yazmakta fayda var; Bu yılın ve hatta son yılların sadece Akbank Caz Festivallerinde değil tüm festivaller kapsamında şehri ziyaret eden en önemli caz grubu şüphesiz Art Ensemble of Chicago olacak. Orijinal gruptan sadece iki kişi hayatta ama onlar bundan çok daha fazlası. Son dönem aynı eksende genç isimlerle hayli kalabalık bir kadroya dönüşen ve konser/albüm yayınlayan topluluk caz tarihinin gerçek ikonu. İkinci konser Mats Eilertsen Trio. Bu yıl iki albümü çıktı, “And Then Come The Night” ve yakınlarda “Reveries and Revelations”. Üçüncü konser saksofoncu James Carter’ın organ triosu. Son dönem böyle bir çalışma yürütüyor kırk yaş grubunun bu seçkin sanatçısı. Dördüncü konser Jakob Bro’nun Joey Baron ve Thomas Morgan ile vereceği konser. Vee yeniden Charles Lloyd. Jason Moran ve Eric Harland ile enfes işler yaptılar ama bu yeni bir üçlü. Gerald Clayton ve Marvin Sewell ile de heyecan verici olacağı şüphesiz. Bugge Wesseltoft’u son üçlüsüyle temmuzda izledik ama bu kez Türk dinleyicisine özel Erkan Oğur ile sahnede olacak. Heyecan verici son bir isim daha var, Louis Sclavis festivale epey farklı bir projeyle geliyor. Şimdi yerim bitti ama bu konserleri ve sanatçıları zaten ayrıntılı yazacağımız için şimdilik burada noktalayalım.

 


 

Blue Note 80 yaşında

 

 

Caz tarihinde müzisyenler ayrıcalıklı olsa da görkemli geçmişi oluşturan tüm unsurlarıyla tarih bir bütündür. Bu bütünün çok önemli bir parçası olan Blue Note müzik şirketi 80. yılını kutluyor. Amerikan caz basını ve büyük basın kült şirkete dair haberleri artırdı. Caz tarihinde ‘Blue Note tarzı’ diye bir tarz var malum ve bu tarzı yaratan isimlerin bir bölümü halen hayatta. Geçen hafta NY Times’da Giovanni Russonello imzasıyla şirketin 80. yılı kutlanırken bir soru soruldu; ‘Cazın geçmişinin sembolü geleceği şekillendirmeye yardımcı olabilir mi?’. Kritik bir soru. Blue Note şirketi artık iki efsanevi kurucusnun şirketi değil, uzun zamandır büyük bir şirketler topluluğunun parçası. Bu şirket bir dönem Blue Note’u gözden çıkarmıştı. Şirketin tarihine damga vuran Don Was gibi isimler şirketin hem kapanmamasını hem yeniden öne çıkmasını sağladı. Halbuki Was tipik bir ‘jazzman’ bile değildi. Blue Note’un kurulduğu dönem Amerikan müzik sektöründe büyük prodüktörler döneminin başladığı yıllardı. Alfred Lion ve Francis Wollf Boogie-woogie piyanisti Meade Lux Lewis ve Albert Ammons kaydıyla başladığı yolculuk caz tarihini şekillendirirken diğer prodüktörlerin katılımıyla yüzyıl eşiğine dayandı.

 


 

Tarihe eşlik eden albümler

 

 

Blue Note konusuna devam. NY Times firmanın tarihine damga vuran albümlerin bir kısmını seçmiş. Hepsi köşetaşı albümler hiç şüphe yok. 1939 tarihli ilk albümle başlayan yolculuk Bud Powell’ın 1952 “The Amazing Bud Powell”, Monk’un 1956 albümü, Coltrane’in 1958 “Blue Train”, 1959 yılının Art Blakey Jazz Messengers albümü ki içinde ‘Moanin’ olan albümdür, Wayne Shorter 1965 ile yine aynı yıl Hancock’ın “Maiden Voyage”ı. Bir yıl sonra Cecil Taylor’ın “Unit Structures” albümü. 1973 yılından Bobbi Humphery’in “Blacks and Blues” albümü, liste oradan zıplıyor ta 1986 yılı Bobby McFerrin “The Voice”a oradan yakınlarda genç yaşta ölen piyanist Geri Allen’ın 1992 albümü “Maroons”a, 1999 yılından klavye genius James Hurt’ün “Dark Grooves Mystical Rhythms” albümüne ve tabii Norah Jones’u ünlü yapan 2002 albümüne, Jason Moran’ın 2010 tarihli “Ten” albümüne derken geçen sene Ambrose Akinmusire’in “Origami Harvest”ine ki bu albüm daha çok yazılıp çizilmeyi hakediyor aslında. Herkes kendi Blue Note listesini yapabilir elbet, benim listem başka olurdu ama önemli değil.

 


 

Bugün var mı böyle iki güzel adam?

 

 

Blue Note’un 80. yaş kutlamasında konu konuyu açtı. Bu mevzuların meraklısı azdır ama kendi aramızda konuşuyoruz şurda. Yukarda, Blue Note ilk kaydını Meade “Lux” Lewis ve Albert Ammons yaptı demiştik ya, aklıma bu iki müzisyen geldi. Şu anda Albert Ammons dinlerken yazıyorum (ki Ammons’ın ‘tenor giant’ oğlu Gene Ammons babasından ünlüdür bilirsiniz). Her ikisi de artık tarihin derinlerinde kalmış görünse de etkileri çoktur. Bu iki yetenekli adam 1920’lerde Şikago “Silver Taxicab” şirketinin şoförüydü. Yeteneklerini nasıl geliştirdiler biliyor musunuz? İş yokken taksi şirketindeki duvar piyanosunda çalarak (ama eğlenerek). Bazen ikili dört el öyle harika şeyler yapıyorlarmış ki taksi durağı dinleyici dolar taksiler gecikirmiş. O günler onları öyle çalarken düşünebiliyor musunuz, keşke görme imkanı olsaydı. İşte halka açık konser daha ne olsun! Akşam da tabi klüplerde klavye kırmaya kadar varıyordu işler. Swing orkestralar Boogie-Woogie müziğini ehlileştirip dans edilir beyaz hale getirince bu müzik kaybolmadı, 1940’lara kadar devam etti. Son not; Baba-oğul Ammons’ların kaderi de benzer. Baba Ammons 1949 yılında 42 yaşında ölürken oğul Ammons 1974 yılında 49 yaşında babasını takip etti.

 


 

Alışılmadık bir avangart

 

 

Müzikte mikrotonalite diye bir kavram var, bilen bilir. Bu tarz müziğin bizdeki temsilcisi gitarist Tolgan Çoğulu’dur (ki Radyo Cazkolik’te Tunçel Gülsoy ve vaktiyle sevgili Cenk Erdoğan bu önemli sanatçıyla radyo programları yapmıştı, halen yayındadır). Ama konumuz Tolgan Çoğulu değil. Anlatıyım. Mikrotonal müzik kısaca bir oktavın alışılageldiği şekilde 12 perdeye bölünmesi yerine düzinelerce perdeye bölünmesi olarak tarif edilebilir (hatta, Tolgahan bu tarz müzik için özel yapım gitarıyla bilinir). Ama, bu müziğin yaşayan en önemli bestecisi Ben Johnston isimli bir sanatçıydı ki resimde gördüğünüz Johnston geçen hafta 93 yaşında öldü. Bu müzik avangart olarak nitelenebilir ama Johnson’ın müziği çoğu müziksevere öyle melodik ve saydam gelir ki çoğu dinleyici ona avangart yerine neo-romantik filan der. Johnston çokyönlü bir besteciydi. Cazla ilgili olan besteleri yanında oda müziği ve bale gibi sahne gösterileri için de müzikler yazardı. Bildiğim son çalışması yaylı dörtlüsü için yazılmıştı ve Kepler Quartet seslendirmişti.

 


 

Var biraz da sen oyalan

 

 

Yunus Emre’nin insanı ‘lan ben ne yapıyorum’ diye hafiften titreten özlü sözü. Hani diyeceğim o ki, müzikte öyle uzun uzun anlamlar aramayıp amaan iyi vakit geçireyim ama iyisi de olsun diyorsanız blues gitaristi Robben Ford ve caz saksofoncusu Bill Evans yanlarında Keith Carlock ve James Genius gibi iki ritm ustasını alarak kaydettikleri “The Sun Room” albümüne kulak verin derim. Robben Ford blues gitaristi olarak bilinir ama her dalda pena sallamıştır, Evans o kadar değil caz/caz rock vs. İkisinin buluşması iyi olmuş. Tonları uymuş derler ya, aynen öyle. Albüm konser albümü olsun diye kaydedilmiş bir çalışma kokuyor Şöyle baktım zaten uzun mu uzun bir turne planlamışlar. Tabi Japonya turnenin uzun ayağı. Buraya gelirler mi bilmiyorum. Olabilir. Albümdeki her müzisyen tecrübeli ve kaçın kurası adamlar. Çalıştıkları isimleri yazmaya sayfalar yetmez ama birlikte mutlu oldukları kesin. Birbirlerine ‘well done guys, let’s do it again!’ mesajları gönderip duruyorlar. Diyeceğim o ki, elde birayla salına salına müzik dinlemek için ustalardan garanti müzikler bunlar. Gelirler mi bilmem ama albümü dinleyerek işe başlayabilirsiniz.

 


 

Şeytanla değil tanrıyla anlaşan adam

 

 

Alice kocası John’un üst kattaki odasından iki haftadır çıkmadığını söylüyordu. Sadece yemek için çıkan, az konuşan ve hemen odasına dönen bir adam. Evin babası. Yaklaşık iki hafta, belki daha uzun süre o odada tek başına kimseyle konuşmadan geçen zamanın ardından yeniden ev halkının arasına karışınca karısına ‘her şeyi düşündüm, stüdyoda kimin ne yapacağını tek tek hesapladım. Tüm notalar yazıldı’ diyen yepyeni bir başka adam; John Coltrane. Karısı böyle anlatıyordu. Tamı tamına böyle mi oldu bilmiyorum. Böyle bir süreç olduğu muhakkak. Kimileri o dönemi zihnî/duygusal bir dalgalanma diye anlatır, kimi de giderek bozulan bir ruhsal durum tasviri yapar. Ben daha ileri giderek Coltrane’in tanrıyla bir anlaşma yaptığını söylüyorum. Gidişat bunu gösteriyor. Faust’taki gibi şeytanla değil bu kez. Dinler üstü bir inanışı vardı Coltrane’in. Kendince bir ifade biçimi. Öfkesi kükreyen türde değildi, daha derinden ve güçlüydü. Mistik diyerek yuvarlayacak şekilde işin içinden çıkılan değil doğrudan kendine özgü bir tasavvufî inanıştı bu. Tanrıyla bir anlaşmaydı.

 


 

Klas adamdı Işıtan Abi

 

 

İki hafta önce sevgili Parkan Özturan’ı anmak için üniversite ve Cağaloğlu çevresinde beraber geçen günlerimizi anarken bu hafta Işıtan Abi’nin ölümü haberi geldi. Bir aydan fazladır onun da rahatsız olduğunu duymuştum, hastanedeydi. Yine seksenlere dönüyorum. Fakülteden mezun olup gazetedeki işimden de ayrılınca -zaten doğru düzgün para verdikleri yoktu- bir süre Cağaloğlu’nda bir reklam ajansında çalıştım (Cağaloğlu o yıllarda hâlâ gazete ve yayıncılığın hatta reklamcılığın merkeziydi). Patronum, nûr içinde yatsın harika bir insandı. Buraları geçelim. İşte, tam o sıra tanıdım Işıtan abiyi. Yayıncıydı. Neşeli ve eğlenceli, renkli ve entelektüeldi. Eskilerin rind dediklerinden. Öfkeli bir solcu hiç değildi. Kadıköy Maarif mezunu bir Moda’lıydı. Bana sanki hep aileden varlıklı da sevdiği için yayıncılığa girmiş gibi gelirdi, gençlik işte, oysa durum hiç de öyle değildi. Yaş olarak benden epey büyüktü ama sohbette fark kalmazdı. Müzik üzerine konuştuğumuzu hayal meyâl hatırlıyorum, keşke ne konuştuğumuzu da hatırlasam.

 


 

Feridun Ertaşkan

 

Cazkolik.com / 05 Ağustos 2019, Pazartesi

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Feridun Ertaşkan

Cazkolik.com kurucusu, editör ve yazar.

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.