Londra’da bir karşılaştırma denemesi: İki efsane caz kulübünden izlenimler

Londra’da bir karşılaştırma denemesi: İki efsane caz kulübünden izlenimler

 

Ali Haluk İmeryüz Londra seyahatinde iki ünlü caz kulübü Cafe Oto ve Ronnie Scott's çevresinde dolanan 'İki Londra' izlenimlerini Cazkolik için kaleme aldı

 

 

 

Yine Charles Dickens’ın şehri söz konusu ama bu defa İki Şehrin Hikâyesi değil

 

 

Tek şehrin içinde iki ayrı bölge ve yaşam tarzının gelgitli halleri, tek bir “caz kulübü” nosyonu içinde iki ayrı kulüp tarzının dikkat çekici özellikleri, tek bir caz müziği janrının altında birçok ayrı müzik türünün var olup olmadığının belirsizliği...

 

 

Belki de bir soru en önemlisi: Farklılıklar/ayrımlar bir eksilmeye mi işaret ediyor, zenginliğe mi?

 

 

Bizim oğlanın iki haftalık bir “yaz okulu”na kaydolup Londra’ya gitmesi vesilesiyle onun yanına yancı yazılıp eşim ve ben de on yedi günlüğüne bu “dünya başkenti”nde bulunma şerefine nail olduk! Eh, gitmişken de, bakalım adlarını hep duyduğumuz, -bir Village Vanguard ya da Blue Note kadar olmasa da- konser kayıtlarından yapılmış albümlerden tanıdığımız mekânlarda ne gibi konserler var, kimler sahne alıyor diye bakınıp durduk haliyle.

 

 

 

Önce şehrin “Harlem tarzı” Dalston mahallesine ve Cafe Oto’ya uzandık

 

 

Peter Brötzmann, Evan Parker gibi özgür doğaçlama ustalarının canlı kayıtlarıyla bilinen efsane mekânda kimbilir neye denk geleceğiz diye bakınırken, körün istediği bir göz Allah verdi iki göz misali, programda açık açık James Brandon Lewis and Messthetics ismine rastladım. Hem de iki akşam üst üste. (Eh, öyle olunca da Türk usulü “Nasılsa kapıda bilet buluruz herhalde” diye düşündüm. Biraz yanılmışım ama etkinlik “sold out” olsa da mekân ıkış tıkış dolup taşmadığı için son dakika ayakta bilet kolaylığından yararlandım).

 

 

“Tenor saksafonla harikalar yaratma” ya da “Coltrane tarzı sound’uyla insanın ruhunu yükseltme” dünyasının görece yeni üyelerinden Lewis, son yıllarda birçok projeye birden imza attı (Bu arada bu yazı kaleme alınırken Downbeat dergisinin eleştirmenler anketinden “yılın caz müzisyeni” ve “yılın tenor saksafoncusu” payesini de kaptı). İki yıl önce gospel/blues dünyasına avangart bir selam çaktığı “For Mahalia With Love” benim “Best of 2023” seçimlerim arasındaydı. Geçen yıl ve bu sene üretkenliğini daha da arttırarak dörtlüsüyle “Transfiguration”ı, post-punk grubu The Messthetics’le “The Messthetics and James Brandon Lewis”i, yeni bir beşliyle “Apple Cores”u ve son olarak yine dörtlüsüyle “Abstraction is Deliverence” albümlerini çıkardı.

 

 

Hepsiyle ayrı ayrı turneye çıkmayı da ihmal etmiyor muhterem. Şansıma “The Messthetics”li proje düştü. Punk ve hardcore sevenlerin yakından tanıdığı eski Fugazi grubunun basçısı Joe Lally ile davulcusu Brandon Canty’nin, daha füzyon tarzı işlere imza atan gitarist Anthony Pirog’la buluşmasıyla 2018’de oluşan grup, cazla (post) punk’ı buluşturduğu ve adından anlaşılacağı üzere “estetik olayına karmaşa kattığı” ilk iki albümünü çıkardıktan sonra, yolları Lewis’le de kesişmiş ve birkaç konser ve albümde “misafir sanatçı” katkısının ardından ortak albümde karar kılmışlar. Geçen yıl ünlü Impulse etiketiyle çıkan albümün hikâyesi kısaca böyle.

 

 

 

Konsere gelince, ateş ateş ateş...

 

 

Son derece ateşli çalıyorlar. Bestelerin punk’la cazı buluşturan, arada yükselip arada alçalan yapısı, Lewis’in Coltrane’vari soloları ile Pirog’un klasik caz gitarının çok dışında cayır cayır rock gitarı sound’u, Lally ve Canty’nin sert ama uyumlu ritimleri bulundukları her mekânı sallayacak, o mekânda bulunan her kulağı ve zihni coşturacak türden. Bütün albümü çalmanın yanı sıra araya birkaç yeni parça katmayı da, eski “misafir sanatçı” günlerine dönüp ortak tarihlerinden bir şeyler devşirmeyi de ihmal etmiyorlar. Özetle yaklaşık iki saatlik soluk soluğa bir performans çıkıyor karşınıza.

 

 

 

Mekâna ve semte gelince, çılgın çılgın çılgın... Son derece çılgın bir ortam

 

 

Londra’nın daha “merkezî/turistik” yerlerinden Dalston semtine ayak bastığınızda Harlemvari bir yerde bulunduğunuzu, alternatif mekânların çokluğunu, nüfustaki göçmen ve siyahî yoğunluğunu hissediyorsunuz. Mekâna geçtiğinizde buna “mahallenin delileri” de ekleniyor, konser öncesi sahneye fırlayıp “şovları”nı gerçekleştirebiliyorlar. Kalabalık mekâna gelen yaşlı nüfustan dinleyiciler arasında bir iki bira sonrası yere devrilenler de olabiliyor! Genç nüfus zaten her yerde fıkır fıkır. Müzik de en deli dolu tarafından başlayınca, tam bir dalgalanma hali yaşanıyor… The Messthetics davulcusu Canty bütün açıklığıyla ifade ediyor zaten durumu, “Bizim gibi ‘fucking weird’ tiplere ve müziklere dinleyiciyle buluşma olanağı sunan böyle yerlere sahip çıktığınız için teşekkürler” diye. Zaten 7’den 70’e herkesin yüzünden müzik sevgisi akıyor... Sadece sahnesiyle değil, kitapları, plakları, barı, tasarımı, duvar yazıları vb. her şeyiyle bir bütün mekân. Kitaplar arasında punk grubu The Fall’la ilgili bir broşür, progresif müziğin öncü gruplarından Henry Cow’la ilgili hacimli bir kitap ve John Coltrane biyografisi yan yana. Hal böyle olunca sahnede de yan yanalar bir şekilde... “Fucking weird”, tuhaf ama hayli kapsamlı ve pek eğlenceli gerçekten de...

 

 

Dalston’dan üç gün sonra, çoooook eskiden Dalstonvari bir yerleşim bölgesi olan ama epeydir “soylulaştırılarak” (kentsel dönüşüp mutenalaştırılarak) şehrin merkezî noktalarından biri haline getirilen Soho’ya ve 1959 yılından beri ayakta duran (ismini kurucusu İngiliz saksafoncu, 1996’da aramızdan ayrılan Ronnie Scott’tan alan) klasik caz kulübü Ronnie Scott’s Jazz Club’a geçiyoruz. Bu defa şort-tişört yaz kıyafetimizi de değiştirip smokine geçmeliyiz sanki! Meşhur caz kulübünün programına göz attığımızda, günde iki, bazı günler üç etkinliğe yer veren mekânda, kaldığımız süre zarfında sahne alacaklar arasında en çok dikkatimizi çeken grup gitarist Peter Bernstein’ın dörtlüsü oluyor. Zira Bernstein bir “rüya takım” ya da “all star band” ile çıkmış turneye: davulda Bill Stewart, piyanoda Danny Grissett, basta Doug Weiss. Öyle böyle değil, boş yok! Eh, bilet olarak da boşluk yok zaten, yine “sold out”! Ama bu durum azimli bir cazcıya engel teşkil edemez, etkinlik günü erken saatlerde gezi planımızı o yöne çeviriyor, kulübün resepsiyonundaki kişiye anlatmaya başlıyoruz, “Türkiye’den gelen bir müzik eleştirmeni ve yazarız da, kulüpleri karşılaştırmalı değerlendireceğimiz bir yazı hazırlıyoruz da, o akşamki konserin sold out olduğunu biliyoruz da, ama illa izlememiz gerekiyor da, daha önce Cafe Oto’ya gittik de, direktör ya da menecer kişiyi görebilir miyiz de...” falan filan derken, “kısa kesin” anlamında bir bakışla “10 dakika kadar önce iki bilet iadesi geldi, yeri de çok güzel ve sahneye yakın, size satayım” diyerek meseleyi çözüyor hanımefendi. Gayet pratik, İngiliz usulü “fish and chips”! 

 

 

Konsere gelince... standart, klasik, standart, klasik...

 

 

Son derece standart ve klasik bir dinletiyle karşı karşıyayız. Sanki 1950’lerin bir Hollywood filmine ışınlanmışız, Cary Grant, Katherine Hepburn falan öbür masalara şık gece kıyafetleriyle kurulmuş, önlerinde şampanyaları, istakozları takılırken, biz de yanlarındaki masada bira patates idare ediyoruz bir şekilde. Küçük küçük masalar, sahneyi hep belli açılardan görebilecek yarım O harfi şeklinde güzelce dizilmiş, usta şeflerin elinden çıkma leziz yemekler yeniyor, konser saati bekleniyor. Dörtlü alkışlarla sahne aldıktan sonra çatal bıçak sesleri ile kadeh tıkırdamaları -tümüyle yok olmasa da- hayli azalıyor. (En azından Kenny Barron ile Charlie Haden’ın Iridium Caz Kulübü kayıtları “Night and the City”deki denli rahatsız edici değiller). Dörtlü, ana akım cazın farklı dünyalarında usulca dolanıyor, ağırlıkla post-bop, biraz swing ve blues, biraz Latin (“Tres Palabras”), iki standart (“Love for Sale” ile biraz oynanmış haliyle “Tea for Two”), üç orijinal beste... Kendi bestelerinde iyice coşan Bernstein dışında sahnenin yıldızı Bill Stewart bu arada. (Grissett ve Weiss geride kalmayı tercih ediyor, özellikle Grissett’in çekinikliği, sololarını çok kısa tutması şaşırtıyor). Her yönüyle çok usta bir davulcu, fırçasıyla bile “şovu çalabilecek” düzeyde. Ama burada çalmaya, çırpmaya, çılgınlığa pek yer yok... dingin, sakin, seçkin!

 

 

 

Mekâna ve semte gelince... elit, elit, elit...

 

 

Şıngır mıngır sosyeteyle karşı karşıyayız. Evet, “elitizm” ifadesi cuk oturuyor bu kulübe. “Şöyle bu akşam bir caz kulübüne gidelim canımcım… şöyle sakin, yumuşak, klasik bir şeyler dinleyelim, tabii yanında da şahane şeyler yiyip birer kadeh şarap içelim” diyenlerin belli bir ağırlığı olsa da, Bernstein’ı ve dörtlüsündeki usta müzisyenleri bilip/sevip gelen gerçek caz tutkunları da eksik değil elbette. Cafe Oto’dan farklı olarak program biraz kısa tutulmak zorunda burada, zira sırada akşamın diğer sahnesi var, onun için yeni “müşteriler” gelecek, yeni yemek ve içkiler servis edilecek, günlük ciro arşa yükselecek. Başka bir farklılık var mı? Oto’da yerlere devrilmek, takla atmak, telefonla kayıt yapmak falan mesele değil, burada ise bu tür şeyler “strictly forbidden” yahut “yassah” mesela!

 

 

Çılgın kulüp tarzıyla elit kulübün kapışması var sanki arada. “Özgür caz” ile “resmî caz”ın karşı karşıya konumlanması ya da. “Punk-caz” ile “klasik caz” belki de. Yeni denemeler, arayışlar, deneysel çalışmalar ile standartlar karşı karşıya da diyebiliriz… Klasik bir post-bop parçasının “ana ezgi-solo-solo-solo-ana ezgi” (ve her solonun ardından dinleyicilerden gelen alkışlar) sırasına uygun yapısı ile özgür cazın sıra gözetmeyen, ortada bir beste olsa bile “doğaçlama”ya daha çok yer veren “serseriliği” de karşı karşıya tabii ki… Bir günde en çok müşteriyi çekip yiyecek, içecek, konser parası toplamaya çalışan kulüp ile bir gün caz dinletisi, ertesi gün elektronik müzik, daha ertesi gün yeni kitap lansman etkinliği ve film gösterimi sunan bir kültür merkezi arasındaki fark da unutulmamalı galiba. İkincisi de elbette “ticari bir faaliyet” içerisinde, ama X’teki (Twitter) sabit mesajında belirtildiği üzere; “Oto’da daha çok etkinliğe gelmek istiyorsunuz ama alım gücünüz yetmiyor mu? Düşük gelirlilere ya da maaşı olmayanlara serbest üyelik sunuyoruz. İndirimli biletler, ayda en az bir ücretsiz etkinlik, mağazada indirimler” vb. vb.

 

 

 

Başka bir karşılaştırma daha lazım mıydı?

 

 

Caz gitarının ne kadar geniş bir aralıkta tınlayabileceğinin de ispatı gibi oluyor bu iki konser üst üste. Pirog’un punk-rock’tan alıntılar barındıran gitarı ile Bernstein’ın daha klasik ve “official jazz” gitarı kulaklarımızı ayrı ayrı şenlendiriyor.

 

“İki kulübün hikâyesi” kapsamında, ikisinin de keyfini ayrı ayrı sürmek, farklılıkları bir zenginlik olarak görmek en güzeli sanki. Ama insan zihni pek öyle çalışmıyor işte, birbirleriyle ve eskiden beri bilegeldiği şeylerle karşılaştırma yapıyor illa ki, yeni işittiklerini önceden beri bildiklerinden birilerine, bir şeylere benzetme derdinde... Ayrıştırma, benzetme, karşılaştırmalarla şekilleniyor beğeniler biraz da. Farklı türlere, farklı renklere her zaman açık olsa da, “kendi tarzı”nı yakalamaya çalışıyor sonuçta.

 

Bizde de durum pek farklı değil. Bir yandan ikisinin de keyfini sürüyoruz, ana akımı ayrı, avangardı ayrı seviyoruz ama bir yandan da aklımız ve kalbimiz “Yaşasın çılgınlık, tuhaflık, özgürlük!” diye ses veriyor sürekli...

 

Ali Haluk İmeryüz

 

Cazkolik.com / 30 Temmuz 2025, Çarşamba

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Ali Haluk İmeryüz

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.