Neyi/kimi duymak istemiyorsun?
Yıllardır yolda, metroda, otobüste, vapurda kulağında kulaklık dış dünyayla ilgisini tamamen kesmiş insanları izlerim. Öyle biri olamadım, kulaklıkla müzik dinleyemiyorum ama konu bu değil. Habertürk’ten Kadir Kaymakçı konuya farklı açıdan değinmiş, o The Guardian’daki bir yazıdan bahsediyor. Konu istemediğimiz sesler. Mute tuşunun gelişiminden başlayarak ilerleyen teknoloji sayesinde birgün kulaklıkla bir şey dinlerken istemediğimiz birinin sesini kesebileceğimiz söyleniyor. Ses antropolojisti Tom Rice kulağımızdan içeri giren sesleri kontrol edemiyoruz ama bu kontrole en yakın şey bu kulaklıklar diyor. İşitsel alanın kontrolü... Yakın zamanda böyle bir teknoloji gelişir mi bilmiyorum ama bu teknolojinin hayırlı olacağını sanmam. İstenmeyen sesler konusunda yapılan bir çalışmaya göre listenin başında ‘istenmeyen müzik’ var. İnsanların sevmediği/istemediği sesleri mecburen dinlemesi hoş değil elbet ama kendini bu seslere tümüyle kapatması varoluşumuza aykırı. Seksenli yıllar tam bir minibüs devriydi ve minibüslerde dönemin gerçeği arabesk müziğin bangır bangır çalındığı, istemeden her şarkıyı dinlediğiniz dönemdi. Nefret ederdim. Şöföre kapatmasını söylemenin de faydası olmazdı. İstemediğim sayısız sese/müziğe maruz kaldım ama bir şey olsa da bu sesler kesilse dediğimi hatırlamıyorum. Teknoloji sayesinde sevmediğim her sese, her kokuya biyolojik yalıtım imkanım olsa dahi kullanmak istemem. Geçen hafta önümden ağır ağır bir minibüs geçerken aceleyle içine atladım. Minibüs boşa yakındı ve içerde tıpkı seksenlerdeki gibi ağır ağlayan arabesk kesif bir ses yankılanıyordu. Resmen geçmişte unutulmuş bir şarkı gibiydi ama nedense bana elbette yine sevimli gelmedi ama yine de benden bir parçaymış hissi verdi. Ne dediğini dinlemediğim o şarkıya kendimi bir şekilde yakın hissettim. Sevmediğim sesler de olsa yine de bunları duymayı tercih ederim.
Duvar... Gerçek olan metafor
Anthony Bourdain programlarının sırrı aradığı şeydi. Çoğunu izledim, en sevdiğim Berlin ile ilgili olanıydı. Geçen ay ‘Jazz Age’ ile ilgili bir seminere hazırlanırken o dönemi hep Amerika üzerinden bildiğimiz için Berlin’in önemini ıskaladığımızı hatırladım. Çoğu insan özgürlükler denince genellikle 1960’ları anlar, oysa, ondan çok daha önce ve çok daha delisi yaşanmıştı yeryüzünde ve başkenti Berlin idi. Bourdain o yılların Berlin’iyle ilgili biriyle sohbet ederken Berlin’in tüm bu canlılığın ve farklılığın başkenti olmayı hâlâ nasıl başardığını sordu. Konuştuğu kişinin cümlesi çarpıcıydı; ‘Yaratıcı olmak istiyorsan bir duvar inşa et’. 2. Dünya Savaşı sonrasının Berlin duvarıyla, 1. Dünya Savaşının büyük ağırlığı ve öncesinin Viktoryen ahlakının ördüğü ağır duvar batı toplumlarını zamanla patlamanın eşiğine getirip bıraktı. F. Scott Fitzgerald Amerika için ’arsızdık ve zengindik, çünkü öyle yaşıyorduk’ derken biten büyük bir savaş sonrası Avrupa’nın bir bölümü bugün dahi hayal edemeyeceğimiz bir çılgın on yıl yaşadı. Bir önceki duvar yıkılmıştı, 20. yüzyılın en yaratıcı ekolleri o dönem ortaya çıktı, sonra, Nazilerin yükselişiyle yeni bir duvar örüldü. Savaş bitti bu kez Berlin duvarı ve altmışların özgürlük çığlıklarıyla dolu büyük itici gücü geldi. ABD aslında bu çılgınlığı Avrupa kadar sarsıcı yaşamadı. Bourdain’in programından bir kişiyi daha öğrendim o da aşağıda.
En makullerinden biri bu fotoğraf
Yine Berlin’den devam ediyoruz. Bu kez Bourdain’in konuştuğu kişi kirli bir yaratıcı sanatçı, bir fotoğrafçı; Miran Zownir. Yazar Terry Southern’in fotoğrafın radikal şairi dediği Zownir Berlin, Moskova, New York gibi büyük şehirlerin soylulaştırılamamış yeraltı karakterlerinin fotoğraflarını çekmekle meşhur. Çoğu insanın bakamayacağı cinsten fotoğraflar ama o fotoğraftaki hayatlar birer insan hayatı. Tamamı monokrom bu fotoğraflar Zownir’in yetmişlerin ortasından bugüne kadar çektiği işler. Zownir kitaplarda topladığı fotoğrafları için cinsiyet, şiddet, yoksulluk, yalnızlık ve teşhircilik gibi konuların peşinde koşmuş. Berlin’in özellikle o yıllardaki enerjisini sevdiğini söylüyor. Elbette aynı dönemin New York sokakları ve uyuşturucunun bireylerde yarattığı tahribatın vizöre yansıyanları. Bir sonrakiyse dağılan SSCB sonrası Moskova’sının evsizlerle ilgili fotoğrafları. Gerçekten inanılmazlar. Zownir Londra, Paris, New York ve Los Angeles gibi şehirlerin tüm görkemlerine rağmen aslında uyumsuz şehirler olduğunu söylüyor. Bilhassa Berlin. O yıllarda duvar hâlâ ayaktaydı ve adı Türklerin yaşadığı semt olarak bilinen ama esasen Türklerin oraya Almanlar onları görmek istemediği için yerleştirdiğini bildiğimiz semt Kreuzberg, Neukölln, Wedding gibi semtler anarşistler, uyuşturucu kaçakçıları, evsizler ve yasadışı herkes için imkan sağlayan semtlerdi. Dolayısıyla Zownir için de. Zownir bu fotoğrafları çekmek için oraya giden değil orada yaşayan biriydim diyor. Bu yüzden bu insanları bulmakta ve onları o fotoğraflarındaki anlarında görüntülemekte sıkıntı çekmedim diyor.
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 24 Haziran 2019, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.