Çıkış noktası Amerika olarak tanıtılıp, Amerika’ya getirtilmiş “etnik” siyahîlerin köle olarak kullanılmasıyla tanıtılan “evrensel” olan cazı, birlikte kahve içiyormuşuz gibi anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle; kimsenin siyahîleri Amerika’ya getirmediği konusunu derine inmeden, Kızılderili hikâyeleriyle üstten bir geçelim isterim. Arkadaşlarımız kendi topraklarında tarlalarıyla, oklarıyla, atlarının üzerinde kafalarının üstündeki tüylerle takılırken, beyazların rant olsun diye yağmaladıkları, siyahî toprakları tanımamız gerekiyor. Burası Amerika! Üstten geçtik. Bunu böyle tanımlamıyorsak yazının devamını okumamızın hiçbir faydası olmayabilir. Zira arkadaşlarımızın müziğine de, piyano ve saksafonun neden sonradan katıldığına buradan ulaşacağız.
Siyah arkadaşlarımızın kendi topraklarında hiçbir şeye inanmadan yaşadığına inanan Hristiyan beyaz arkadaşlarımız, onlara dini götürüp ehlileştireceği yalanını düşündürmeyi hedefleyerek, bir taraftan da; “kaç kafiri Hristiyan yaparsak o kadar daha çok cennete gideriz” mantığıyla hareket ettiklerini apaçık ortaya koyuyorlarmış gibi. Bu klasik sağ siyaseti hepimiz yakinen tanıyoruz sanırım. Tarihsel açıdan olayların bu esnada Amerika’da yaşanan krize denk gelmesi ve bu krizi atlatabilmek için topraklarını yağmaladıkları siyah arkadaşlarımız, yaşanan krizi fırsata çevirerek, bando malzemelerini beyaz Amerikan askerlerinden çok ucuz fiyata alıp kültür, etkileşiminin toprak yağmalamaktan daha faydalı olacağını düşünerek, trompet, trombon ve klarnet sahibi olmuşlar. Aldıkları bu enstrümanlarla o dönemde, kendi etnik ya da evrensel ya da dini ilahiler olarak adlandırılan siyah müziklerini arşa çıkarmayı başarmışlar. Zira söylentiler o ki, Hristiyanlığı kabul ettikten sonra, kilisede yaptıkları müziğin adıymış blues.
Gel gelelim cazın küreselleşme sürecine. Köle olarak çalıştırılan hiç kimsenin mutlu olamayacağını düşünen arkadaşlarımız, bu kölelerin kendi müziklerini duyunca mutlu olduklarını görmüşler. Kim kölesinin mutlu olmasını istemez ki? Mutlu bir köle, matematikte sorun çıkarmayan bir köleye eşittir. Hemen harekete geçip radyolara para karşılığında, yine zorbalıkla blues ve caz çaldırmışlardır. Bu kötü mü? Elbette değil. Elbette iyi. Ama Kafka’nın da dediği gibi; “iyi, bir bakıma iç karartıcıdır.” Tabi önce Missisippi’de tarla kenarlarında ırgat arkadaşların gitar çalıp söylediği şarkıları, dandik aletleriyle özenmeden kayıt altına alıp, sonra büyük bir başarıyla radyolara taşımışlardır. Chess Records. Phill ve Leonard Chess, cazı dünyaya tanıtan ve bu kayıtları hangi amaçla yaptıklarını gizleyerek efsaneleşen isimler. İnsan Muddy Waters gibi bir adamı tarlada çalarken görürse tabi ki kayıt altına alır. Ben olsam story atardım. Her neyse. Yalnız siyahîlerin de bu beyaz arkadaşlara bir sürprizi vardı. Kendi müziklerini beyazların da dinleyip mutlu birer birey olmalarını isteyen siyah arkadaşlarımız, bir şekilde kendilerini beyazlara dinletebilecekleri bir platform olarak, porno sektörünü tercih etmişlerdir. Beyaz arkadaşlarımızın caz ile ilk münasebetlerinin bu olduğu tarih kitaplarında da açıkça belirtilmiştir. Hâlâ caza erotik müzik diyen arkadaşlarınıza, porno izlemekten vazgeçmelerini söyleyebilirsiniz. Beyazlar toprak yağmalarken, onlar kendilerini ve acılarını, yaşam felsefelerini tanıtmayı tercih etmişti. Üstelik bunu onların sahiplendikleri enstrümanları alıp, kendi müziklerini beyazların diline sentezleyerek yapmaya çalıştılar. Ne yazık ki bunu bize pornoda sunmak zorunda kaldılar. Evet pornolardaki müzikalite ile de ilgileniyordum.
Çok sonra klasik müzikle tanışan siyah arkadaşlarımız, piyano ve saksafonun da kendi müziklerine “adaptasyonunu” çok başarılı bir şekilde sağlamışlar. Öyle ki “1900 Efsaneleriyle” piyanoya sanki blues’da farklı bir şahsiyet kazandırmışlardır. İşte Nina Simone adı da burada karşımıza çıkacak. Zira çıktı. Buyrun.
Kısa bir şekilde size Nina Simone isminden bahsedeceğim. Elbette daha sonra “Nina” başlıklı bir yazı yazacağım kimsenin Nina’dan kısa bir şekilde bahsetmesinden hoşlanmam.
Nina; belgeselinde de karşılaştığınız hikâyesiyle, New York’ta sahneye piyanoyla çıkan ilk siyah devrimci arkadaşımızdır. Zira söylediği şarkıların tamamında beyazlardan “ters adam” olarak bahsediyor ve onlara hakaret ederken alkış alıyordu. Bu konuyu sosyologlara bırakmakta fayda var.
Nina şarkılarında devrimci arkadaşlarının ağaçlarda asılmasını, üniversite konserlerinde on sekiz bin öğrencili bir kampüste “Neden sadece 300 arkadaşımıza yer veriyorsunuz? Şarkılarımı, sadece buradaki 300 siyah arkadaşım için söyleyeceğim.” diyerek seslendirirken, yine aynı alkışı, aynı saygıyı görmeye devam edecekti. Bundan Platon bahsetmişti. Devletleri, müziğin anarşizmi uyandırabileceğini, çok kolay bir şekilde aynı çatı altında toplayabileceği hususunda uyarmıştı. Hatta bir dönem kilisede “artık akorlar” yasaklanmıştı. Çünkü bu artık akorlar (şeytan aralığı olarak da bilinirler) insanları anarşiye çok kolay adapte edebilirmiş.
Yeri gelmişken Platon’u sevmediğimi belirtmek isterim. Devletçi bir insan olsam severdim belki. Sanat devletlere ihtiyaç duymaz. Tıpkı sanatçının da duymadığı gibi.
Nina bize daha o zamanlarda cazın sol bir müzik olduğunu, bir haykırış olduğunu anlattı aslında. Tarihteki ilk Hintli müzikolog olan “Bilge Bharata” da bize buna benzer şekillerde anlatmıştı müziğin tanımını. Fakat öğrenebilmemiz için, tarihte böyle bir müzikolog olduğunu, tarihin bize anlatıyor olması gerekiyordu.
Anlatmıyor.
Nice üniversitelerdeki müzikologlara sordum. Haberleri bile yokmuş bilgeden. Ben okuduğum bir makalede müziği nasıl tanımladığını anlatayım;
“Hint estetiğinin temeli olan sevgi, mizah, trajedi, öfke, kahramanlık, terör, nefret, merak ve sükûnet duygularının canlandırıldığı bir derin düşünme, yoğunlaşma ve ibadet şeklidir.” diyor bilge.
20. yy`da beyazlar daha yeni yeni cazın müziğin solu olduğunu, sadece müzik olmadığını, aynı zamanda bir felsefe olduğunu, müzik otoriteleri de armonik alt yapısının aslında barok döneminde şifreli bas olarak adlandırılan doğaçlamayla desteklendiğini ve klasik müzikten etkilendiğini söylüyor ki; biz, barok döneminde de siyah bir cazın varlığını kabul edelim. Ne yazık ki etmiyorlar.
Eğer devrim bir müzik olsaydı, bence caz olurdu. Çünkü müzikle yapılan ilk devrimde caz vardı ve beyazların elindeki tek şey silah iken, siyahların elinde trompet, trombon, klarnet ve gitar vardı.
Başlıkta da özetlemeye çalıştığım gibi caz, evrensel bir müzik haline geldi fakat siyah arkadaşlarımız hâlâ etnik. Sanırım müzik insanların önüne geçebilen bir şey. Rivayete göre Beethoven de bize bunu “bunlar benim bestelerim değil, tanrının kulağıma fısıldadığı sesler” diyerek anlatmış.
Gerçekten anlatılmak istenen şeyi duyuyor muyuz müzikte, yoksa dinlediğimiz müziklerde kendi hatıralarımız mı canlandırılıyor beynimiz tarafından bilinmez. Ama hiç kimse John Coltrane’nin Japonya’ya gidip atom bombasının atıldığı yerde, hatırı sayılır bir süre durup, oturup yoğunlaştıktan sonra yazdığı şarkıda ne anlattığını dinlerken bilmiyor, belki de başka hatıralar yâd ediyor. Bu yazımda Phill ve Leonard Chess hariç size üç isimden bahsettim.
Nina Simone, Muddy Waters ve John Coltrane.
Nina, cazın solu, Muddy bir ırgat ve John da yaşantısıyla caz müzisyenini anlatan çok özel insanlar.
Cazı sevin.
İbrahim Tüzer
Cazkolik.com / 07 Şubat 2020, Cuma
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.