Zaten öyleyiz demeyin, elbette değiliz, ama olabiliriz, niye olmayalım? Kültür sanata dair en sağlam haberler ekonomi gazetecilerinden geliyor. Onlardan biri Hürriyet yazarı Vahap Munyar (kültür endüstrisi parayla ilgili olursa devlet ve özel firmalar da kültür endüstrisini yönlendirdiği için ekonomi yazarlarının kulağının delik olması gayet normal) geçen pazar köşesinde “İstanbul 5 milyar dolara kültür-sanat merkezi oluyor” diye bir yazı kaleme aldı. Benim de çoğumuz gibi kulaktan dolma, ordan burdan bilgilerle basından okuduğum şeyleri bir çırpıda özetlemiş yazar. Yılbaşına kadar Arter Dolapdere ve yeni Resim Heykel Müzesi açılacakmış. 2020’de açılacak olanlar; Galataport Projesi dahilinde kültürel merkezler devreye girecekmiş, Haliç’te Tersane Istanbul devreye girecekmiş ve en önemlisi yeni AKM açılacakmış. 2021’de İstanbul Modern yeni yerinde açılacakmış, Sadberk Hanım da yeni yerinde açılacakmış. Topkapı Sarayı denetiminde olacak yeni İslam Eserleri Müzesi’ni de bunlara ekleyelim. Contemporary İstanbul gibi uluslararası fuarları da katarsak Munyar’ın 5 milyar dolar hesabı tüm bunların maliyetinden mi geliyor bilmiyorum ama ciddi bir hareketlilik olacağına işaret ediyor. Bir de vaktiyle Tepebaşı TRT arazisinde yapılması düşünülen büyük Modern Sanatlar Müzesi de o vakit yapılmış olsaydı.
1972 yılında Amerikan caz dünyası bir cinayet haberiyle sarsıldı. Caz tarihinin en yetenekli trompetçilerinden Lee Morgan karısı tarafından silahla vurularak öldürülmüştü. Bu olay haliyle sarsıcı etki yaptı ama konu haklı olarak hep gelip Lee Morgan üzerinde düğümleniyordu. 47 yıldır konuşulmadık şey kalmadı ama sanki kimse kocasını öldüren Helen hakkında konuşmaya istekli değildi. Beş yıl hapisten sonra şartlı tahliyeyle çıktı, doğduğu memlekete döndü, dindar değildi ama kendini dine ve iyiliğe adadı ve 1996 yılında öldü. “I Called Him Morgan” belgeselinde tıpkı kan beynime sıçradı diyip cinayet işleyen insanlar gibi ’o cumartesi bana neyin hakim olduğunu anlamadım’ diyordu Helen. Yerde 15 santim kar olan sert bir şubat gecesi. Dik başlı bir kadındı Helen. Miles Davis ile karşılaşmaları bile atarlı geçiyor. Baya dalaşıyorlar. Alttan alan biri değil. Lee Morgan’dan yaşça hayli büyükmüş. Morgan, Helen ile tanışmasaydı uyuşturucudan ölüp gidecekmiş ama onu kurtaran Helen olmuş. Hem anne gibi koruyan hem sevgili biri. Morgan’ın ona sevgisi işler yoluna girene kadarmış da denebilir. Zaten sonrası bilindik hikâye. Başka bir genç kadın ve çıldırtıcı kıskançlık. Ama işte ah o cinayet olmasaymış. Ambulans erken gelseymiş Morgan aslında ölmeyebilirmiş.
Bu konu önemli, bu köşede daha fazla değinmeliyim aslında. Stereophile dergisi her ay özel derlemeler yayınlıyor. Malum, odyofiller iyi müzik kadar müziğin kayıt kalitesine de önem veren insanlar. Klasik, caz, rock, pop... Hangisi olursa. Kayıt kalitesi nasıl? En önemli soruları bu. Derginin son sayısında yaptığı derleme evinde bu nevi sistemlere sahip olanlar için faydalı olabilir. Dergi ayın albümü olarak Henry Brant’in “Ile Field” albümünü seçmiş. Soprano Carolyn Sampson’ın “Reason in Madness” albümü tam puan alanlardan. Klasikte bir de John Luther Adams’ın “Become Desert” albümü var. Cazda güzel bir çeşitleme yapmışlar. Wayne Shorter’ın 1965 albümü “Etcetera”nın yeni basımı tam puan alanlardan. Joel Ross’un “Kingmaker”ı 1 puan eksikle iyilerden. Ama en sükseli albüm The Art Ensemble of Chicago’nun büyük ses getiren çalışması “We Are on the Edge” aynı zamanda odyofillerin de gözdesi olmuş durumda. Bu büyük topluluğu sonbaharda Akbank Caz Festivali’nde izleyeceğimizi ve bu konserin son yılların en önemli fırsatı olduğunu da ekliyim. Rock da ise Anders Osborne’un “Buddha and the Blues”, San Isabel’in “Jamestown Revival” ve Bonerama’nın “Bonerama Plays Zeppelin” albümü odyofillerin radarından kaçmayan işler olmuş. Bence not alın.
New Yorker dergisi muhabirleri Lauren Du Graf ve fotoğrafçı Rose Marie Cromwell Küba’nın dünyaya iyi müzisyen armağan etmedeki başarısını yerinde görmek, özellikle de Celia Cruz, Omaro Portuando, Olga Guillot’dan günümüzün genç seslerine güçlü kadın şarkıcı geleneğini yerinde görmek ve yeni isimleri keşfetmek için Küba’ya gitmiş, epey bilgi toplamışlar. Küba’da resmi caz eğitimi olmamasına, devletin onayladığı performans fırsatlarınının azlığına rağmen öğrencilerin caza, özellikle Cuban Jazz müziğine ilgileri artıyor. Bu duruma, Kübalı olup yurtdışında yetişen ve yaşayan diyasporayı da eklerseniz etkili bir çevre oluşturuyorlar. Gazeteci ikili Havana’nın Amadeo Roldán Konservatuvarı’na dikkat çekiyor. Bu okulun mezunlarının önemini vurguluyor. Gazetecilerin aradıkları genç kuşağın yeni isimleriden biri piyanist Chucho Valdés’in piyanist kızı Leyanis Valdés Reyes. Bir diğeri İstanbul’da izlediğimiz Daymé Arocena, bir diğeri Leyanis’in sınıf arkadaşı Haydée Milanés, bir diğeri Brenda Navarette, kız kardeşi Melvis Santa da sayılabilir. Navarette müziği ve kendisi için şirin bir Kübalı olmak değil amacım diyerek dürüst davranıyor. Ysis Garcia gibi başka isimler de var.
Caz trompetçisi Eric Vogel 1961’de, Downbeat dergisine, 1945 öncesine dair bir hikâye anlatır. Bir kaçış, korku, dehşet ama aynı zamanda bir sevinç ve kurtuluş hikâyesi. 1896 yılında Avusturya’da dünyaya gelen Vogel’in dergiye verdiği röportaj “Nazi Toplama Kampında Caz” adıyla üç bölüm halinde yayınlanır. Vogel önce Theresienstadt, ardından Auschwitz kampında Ghetto Swingers isimli bir caz grubu kurar. Naziler, orman müziği diye aşağıladıkları cazla eğlenmek için grubun çalmasına izin verir. Bu durum, Vogel ve grup üyeleri için her an öldürülebilecekleri korkusu yanında hayatta kalma dürtüsü için de fırsattır. Zaten, bu imkan sayesinde hayatta kalır. Ruhen ve bedenen çok zayıf olsa da 1945 yılında trenden atlayarak makineli tüfek ateşinden kurtulur ve kaçmayı başarır. Grubun çoğu öldürülmüş, hayatta kalanlarsa Vogel ile piyanist Martin Roman ve gitarist Coco Schuman olmuştur. Yazının tamamı hayli ilginç notlarla dolu. Aslına bakarsanız, belgesel olması gerekiyor bu hatıratın, belki de yapılmıştır. Son bir notla tamamlıyım; Henüz savaş öncesi, Gestapo, Prag işgali sonrası gettoda yaşamaya mahkum edilen Yahudiler arasındaki Vogel’in trompetini alır, geri verirken trompetin valflerini sülfürik asite batırır.
Plâkların yeniden yükselişi... Bu durum açıkça hissediliyor, biz hissediyorsak Avrupa ve Amerika’da işler daha hareketli demektir. Gelişimi analiz etmeye meraklı Avupalılar konuyu hemen masaya yatırıp geçen haziranda World Conference on Physical Media konferansının ilkini Hollanda’nın Eindhoven kentinde gerçekleştirdi. Amaç, plâkların yükselişine odaklanarak eğilimi takip etmekti. Müziğin fizikî format üzerinden sunulmasının tarihi 100 yılı geçti. Bize asırlar gibi gelse de bu sürenin kısa bir zaman dilimi ve 20. yüzyıla aitmiş gibi olması müzikseverin müziğe dokunma ihtiyacını karşılaması bakımından konunun bir plak ya da CD maddesinden öte anlamı vardı. Bu anlamın kısa zamanda kayboluması mümkün olmadığına göre bu nevi arayışlar sürecek demektir. Konferans bu sene Berlin’e taşındı. Sektörün önemli aktörleri oradaydı. Galiba bizde bu işleri takip eden yok, açıkçası, ben de abone olduğum dergilerden okuyorum. Konferansın ilk günü müzik gazetecilerinin katıldığı panel dikkat çekti. İkinci gün vinil ağırlıklı konuların paneller ilgi çekici imiş. Olayın tümüne vakıf değilim ama hiç değilse bu kadarlık bir not paylaşmış olayım.
Caz dünyası pop ve rock gibi single modasına uymuş vaziyette. Lafı uzatmadan ortalığı pıtrak gibi saran caz single’larından haber veriyim (tekli kelimesinden hazetmediğim için single demeye devam ediyorum). Portico Quartet “Signals in the Dark”, daha yakınlarda İstanbul Caz Festivali’nde izlediğimiz Snarky Puppy “Bardis”, cazseverlerin hâlâ umut beslediği Norah Jones “Take it Away” (Jones bir röportajında ta en başında zaten caz söylemeyi istemediğini belirtmişti, yapımcılar onu zorlamış, o da naapsın tamam demiş ve ilk fırsatta istediği müziğe yönelmiş, kadından umudu keselim artık, o sevdiği işi yapıyor), trompetçi Herb Alpert “Skinny Deep” (bu adam zaten habire albüm çıkarır), bayıldığım kadın Jazzmeia Horn “Out the Window”, Hiromi “Spectrum”, Gregory Porter “Old People Got Soul” (hiç sevmedim, inşallah albümün kalanı iyidir), Eliane Elias “Come Fly With Me”, Yazz Ahmed “Lahan Al-Mansour”, Erik Truffaz “Five on the Floor”, Aki Rissanen “Aeropeans” ve ufak tefek dev kadın Dayme Aroceno ise “Trilogia” isimli single’larını yayınladı. Daha da var. Onları da yazarım.
Bilirsiniz, mutluluk/mutsuzluk konulu anketlerde Türk insanı genellikle “mutluyum” der, oran yüksek çıkar, çoğumuz şaşarız bu duruma, insanımızın zihninde ne olduğunu bilmek mümkün olmadığından ne düşünerek cevap verdiği muamma ama oranlarda gerileme görülüyor. PIAR şirketi Gallup Türkiye’de çalışanların %85’inin mutsuz olduğunu tespit etmiş, aslında oran dünya geneline benziyor; %87. Dünya ortalamasını tutturduğumuz nadir konulardan biri. Araştırma mutsuzluğun dünyada salgın gibi yayıldığını söylüyor, inanırım. Aslında, salgın kelimesi tam uymuyor ama öyle diyelim. Tabi araştırmanın çalışanlar için yapıldığını tekrar hatırlatıyım. Mutluluk/mutsuzluk bütünleşiktir her konudan kendine düşen payı alır. Aynı araştırmada mutlu bireylerin daha yüksek gelire sahip olduğu tespit edilmiş. Aslında bu da eskiden ters çıkardı hatırlarsınız. Adam ayın sonunu nasıl getireceğini bilmez ama sorsanız mutluyum derdi, o insana ne yaptınız acaba? Aynı araştırmaya göre Türkiye’de çalışanlar işyerinde yılda ortalama 1.800 saat geçiriyor. Haftada 5 günden günde 7,5 saat yapıyor. Son olarak, araştırma mutluluk sıralamasında 45 ülke arasında 41. olduğumuzu tespit etmiş, bakın, bu kalemde alışık olduğumuz son sıraları tutturmuşuz.
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 29 Temmuz 2019, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.