JAZZ is DEAD

JAZZ is DEAD

Caz kelimesi, üzerinde oynanan, rahat bırakılmayan, kışkırtıcı yaratıcılık amacıyla kullanılan bir kelime. Bu kadar popüler bir kelimenin olumlu/olumsuz deformasyonlara uğraması kaçınılmaz. Dokunulamaz bir tabu olacak değil elbet, doğasına uygun değil. 2017'de, Los Angeles'lı konser organizatörü Andrew Lojero'nun bir konser serisi fikri vardı. Bu iş için DJ Ali Shaheed Muhammad ve hip hop prodüktörü Adrian Younge'ı bir araya getirdi. Lojero ve ikilinin amacı, cazın veteran isimlerini sahneye çıkarmaktı. Bu ekibin geleneksel caz geçmişinden olmamalarına rağmen bu işe soyunmaları ilgilendikleri müzikle sevdikleri müzik arasındaki farkı akla getirebilir. Her neyse... İkili projelerine kışkırtıcı bir isim vermek istedi. Bu da doğal. Aslında yapmak istedikleri cazın bir özgürlük kalesi olduğu fikrini kutsamak idi. Yani; JAZZ is DEAD derken sahneye çıkardığı isimlerin çoğu cazın 60 yıldır kutsal isimleri. Bir anlamda kelime üzerinden tezatlık yapıyorlar. Aradan geçen üç yılın ardından aynı ekip ek olarak aynı fikri aynı isimli bir seri altında albüm olarak yayınlamaya karar verdi ve geçen 20 Mart serinin ilk albümü JAZZ IS DEAD 001 adı altında işin başını ikilinin çektiği ama farklı parçalarda Roy Ayers, Gary Bartz, Joao Donato, Azymuth, Marcos Valle gibi büyüklerin de olduğu bir derleme olarak yayınladılar. İlk albümdeki müziği dinleyince esasen ikilinin altmışların soul/RB caz füzyonuna yakın bir soundu hedefledikleri anlaşıldı. Serinin ikinci albümü Roy Ayers, devamı ise sırasıyla efsanevi Brezilyalı yapımcı ve besteci Marcos Valle, bir diğer Brezilyalı caz funk triosu Azymuth, caz efsaneleri Doug Carn, Gary Bartz, bir diğer Brezilyalı bossa piyanisti Joao Donato ve sonuncusu ise keyboardcu Brian Jackson olarak yayınlandı. Bu albümler çarpıcı bir seri olarak ciddi birer koleksiyon albümü olmaya aday ama yanısıra dijital platformlarda da varlar. Bu bilgi de burada dursun, meraklısına lazım olur.

 

Cazkolik.com / 24 Haziran 2021, Cuma

 


 

Alvin Toffler'in "Future Shock" kitabının 40 yıllık tekno müziğe etkisi

 

 

Üzerinden çok zaman geçmiş olsa da fütürist Alvin Toffler'in 1970 tarihli kitabı "Future Shock" elli yıl boyunca önemli etki bıraktı. Bugün hâlâ, geleceğe yönelik kaygıların temelinde yatan kitaplardandır. Benzer etkiyi 1992 yılında yayınlanan Fukuyama'nın "End of the History" kitabı daha siyaset etkili olarak yapmıştı. Buraya kadar bilmediğimiz şeyler değil ama Toffler'in kitabının 40 yıllık tekno müziğin de ilham kaynağı olduğunu bilmiyordum. Bu bilgiyi Music Radar isimli web sitesinin "Teknonun 40 Yılı: Sintiler ve davul makineleri bir müzikal tarzı nasıl tanımladı" yazısında buldum. Tekno müziğin yaratıcı ilk kuşak isimlerinden Juan Atkins 80'lerin başında henüz çok genç biri olarak bir Korg MS-1 ve Sequental Pro-One aldığı günlerde yaptığı ilk denemelerdeki etkinin kökeninde Detroit merkezli bir grup siyah genç müzisyenin "The Groove Won't to Stop" mottosu yanında Toffler'in kitabındaki fütürizm ve bilimkurgu unsurların da etkisi olduğunu söylüyor. Bunlara bir de Detroit şehrinin sanayi manzarasını katıyor. Bugün, bu etkinin çok daha geniş bir cepheye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Buna yeni bir örnek vermem gerekirse, yeni izlediğim "Skylines" isimli bir mini TV dizisini hatırlatabilirim. Merkezinde Berlinli Türklerin olduğu "Skylines" isimli bir hip hop/rap müzik firmasının merkezinde gelişen olay örgüsü temelinde Türk rapçiler çevresinde Berlin merkezli bir müziği anlatsa da (demek o tarafta ilk nesil Türk rapçiler Kartel'den bu yana işler çok ilerlemiş!) müziklerde benim dikkatimi çeken tek bir müzik enstrümanının dahi kullanılmayışı oldu. Yetenekli bir Alman gencinin ellerinde sihirli beat makinesine dönüşen drum machines'lerin yarattığı bir dünya bu. Rapçilerin söylediği sözler göçmenlik, yabancılaşma, eşitsizlik, dışlanma, aşağılanma, ırkçılık, kabullenmeme, yoksulluk gibi günümüzün temel sorunları olsa da bu sorunları aktaran müziğin enstrümana ihtiyaç duymaması bana düşündürücü geldi.

 

Cazkolik.com / 18 Haziran 2021, Cuma

 


 

Requiem for Che Guevara

 

 

Popüler kültür her ne kadar 20. yüzyılın büyük devrimcisi Che Guevara'yı bir pop ikonuna dönüştürse de Che günümüzün özgürlükçü siyasal yaklaşımlarını etkileyen en önemli isimlerden biri olmuştur. Bugün onun 93. doğum günü. Bütün dünyada anılıyor ve anılacak da. Che'nin devrimci yanına dair sayısız şey söylendi, yazıldı, anlatıldı. Ben de bugün onu az bilinen bir albümle hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum; "Requiem for Che Guevara". Che Amerikan caz sahnesinde karşılığını hak ettiği kadar bulmuş bir isim olmadı. ABD'nin avuç içi kadar ülke Küba'ya uyguladığı ambargo kadar ABD içinde kurduğu sistemli baskı yüzünden 1960'ların özgürlükçü rüzgarlarına rağmen Amerikan kültür sahnesi Che üzerine fazla şey söylenme imkanı bulamadı. Bu nedenle, Che o yıllarda bilhassa Avrupa üzerinde etkisi yoğunlaşmış bir isimdi. Adını verdiğim albümdeki sanatçılar da Avrupalı zaten. Günümüzün az bilinen isimlerinden Belçikalı avangart caz müzisyeni Fred van Hove ve Alman Wolfgang Dauner'in başını çektiği bir grup müzisyenin "Requiem for Che Guevara" fikrinin orijinalinin altmışların ilk yarısına kadar dayandığı söylenir ama albümün kayıt tarihi 1968 ya da 69 yılı Berlin Jazz Festival'idir, yani, Che'nin öldürülmesinden kısa süre sonra. 13 ve 17 dakikalık iki parçalık bu requiem'in müzikal yapısı ve kayıt kapsamını o yılları da göz önünde bulundurunca bestenin Che'nin öldürülmesinin duyulmasından önce yapıldığı anlaşılıyor (tahminen 1965-66) olmalı. Ama şöyle bir şey de var, van Hove bu müziği Che'nin yanında dönemin diğer önemli isimleri Martin Luther King, Malcolm X ve Kennedy'i de gözönünde tutarak yapmıştı ve bu isimlerin tamamı 60'larda suikaste gitti ya da infaz edildi. Bugün hem geçmişe hem günümüze baktığımda 50 küsur yıl önce kaydedilen bu çalışmanın önemi bugün az bilinse dahi hâlâ güçlü.

 

Cazkolik.com / 14 Haziran 2021, Pazartesi

 


 

Yapay zekâ kendi kararlarını almaya başlarsa bunun müziği nasıl olur?

 

 

Teknolojik gelişmeler başdöndürücü ama aynı oranda korkutucu. Üstün başarı olarak duyurulan şeyler insanlığın gelecekteki muhtemel sonunun başlangıcı mı yoksa bilimkurgu filmlerin abartılı kuruntusu mu? Okuduğum son haber ABD Hava Kuvvetlerinin tanker drone uçakla insanlı bir savaş uçağına dünyada ilk kez yakıt ikmali yapıldığı idi (resmi yukarda). Haber elbette bir ilkten söz ediyordu ama benim gibi birçok kişi içinse ürkütücüydü. Daha önce Libya'da bizim kamikaze dronlarımızın kendi karar mekanizmalarıyla saldırı düzenlediği haberiydi ki dünya basınında oyun değiştirici bir ilk tarzı ifadelerle anıldı bu gelişme. Tüm bu gelişmelerin birer teknolojik başarı olduğuna hiç şüphe yok ama varacağı muhtemel son bakımından ürkütücü olduğu da kesin. Beni korkudan bir diğer şey de şu sıralar gösterilen bir banka reklamında genç kadının sadece iki robotla oynaması. Biri akıllı zekâ cep uygulaması, diğeri şimdilik yeterli akla zekâya olmayan bir oyuncak ama burada bence esas sorun insansızlaştırılmanın başlamış olması. Bu karamsarlık bana Brian Eno'nun müziğini hatırlattı. Eno uzun zamandır insansız devasa mekânlar için müzikler yapıyor. Bunların bir kısmı olağanüstü büyüklükte insan yapımı binalar, mesela havaalanları gibi, bir kısmı insansız büyük doğal platolar, mesela Kazakistan stepleri gibi. Eno bugünün geleceğini çoktan görmüş. Son dönem yapılan minimalist müziklerin önemli kısmı da aslında insansızlaştırılmış müziklerdir. Giderek daha az insana ihtiyaç duyulan bir çağın başladığını söylemek mümkün. Gerisi ya bizim hüsnü kuruntumuz ya da varılacak muhtemel son! Umalım ki bilim kurgu gerçek olmasın.

 

Cazkolik.com / 08 Haziran 2021, Salı

 


 

İyi şarkıların kendi hayatı vardır

 

 

İspatı mı? İşte "My Funny Valentine". Udiscover Music'ten Charles Waring bu şarkının bestelendikten sonraki kronolojisini kaleme alınca insan böyle bir başlık atmak zorunda kalıyor. Üstelik, böyle şarkılar cazı da aşan şarkılara dönüşüyor. Caz tarihinin ölümsüz beste ikilisi Rodgers ve Hart'ın 1937 yılında yazdığı "My Funny Valentine" başta belki bu kadar uzun ömürlü olmaz sanılıyordu. Bir Broadway müzikali için yazıldı ama önce o müzikali aşıp geçti. Şimdi o müzikal pek hatırlanmıyor. 40'lı yıllarda başlayan plâklara kayıt macerası ise hâlâ sürüyor. 1945'te ilk kez Top 20'ye girdi. İlk 10 yılda 38 farklı kaydı yapıldı ama bunların içinde en önemlisi Chet Baker'ın 1952 yılında yaptığı ölümsüz kayıt oldu. Miles Davis 1957 yılında "Cookin'" albümünde bu şarkının bir versiyonunu kaydetmişti. Frank Sinatra daha da ünlü hale getirdi. 1960'larda The Supremes, Barbra Streisand ve Frankie Valli gibi sesler de kaydetti. 1970'lerde Elvis Costello, Alman art-rock grubu The Faction, rock şarkıcıları Rickie Lee Jones, Linda Ronstadt gibi isimler tarafından bugüne kadar binden fazla kez kaydedildi. Bugüne kadar kaç şarkının bu kadar verimli ve uzun bir ömrü olmuştur ki? Üstelik, 21. yüzyılda hâlâ ilgi görmeye devam ediyor. Eski kulağı kesikler Rod Stewart ve Sting, daha gençlerden Michael Buble de yeni sayılacak tarihlerde kaydetti. Sevgililer Günü'nün en favori şarklarından biri. Anlaşılan bu hızla birkaç yüzyılı devirecek bu ölümsüz şarkı.

 

Cazkolik.com / 04 Haziran 2021, Cuma

 


 

Barlar, polisler, kulaklar, fısıltılar, ihbarlar ve ihanetler

 

 

İngiltere'de Covid tedbirlerinin gevşeyip barların açıldığı günlerde basında SpyCops adı verilen 10 yıllık duruşmalara atıf yapılan bir yazıya denk geldim. Özellikle İngiltere, İrlanda, İskoçya ve Avrupa'nın kimi ülkelerinde barlar ve müdavimleriyle polislerin ilişkisi yüzyılı aşan bir hikâyedir. Şu bilgiyi de veriyor yazı, İngiltere bira markalarının en yüksek gelir elde ettiği ikinci ülke. Birincisi Almanya mı acaba? Okuduğum yazı Covid yüzünden bir nevi sıfırlanma yaşanmışken gelecekte nasıl bir bar istiyoruz sorusunu tartışmaya açmış. Tartışmanın orta yerinde ise SpyCops adı verilen dava var. Londra'da yaşanan duruşmalarda adamın polis olduğunu bilmeden ilişki kuran hatta aşık olup çocuk sahibi olan solcu kadın aktivistlerin varlığı açığa çıkınca Camden New Journal'den Tom Foot isimli gazeteci barlar, müdavimleri ve polisler arasındaki ilişkinin geçmişini araştırmaya başlamış ve bu tür barların önde geleninin Camden Brewdog olduğu anlaşılmış. Davaya rağmen polis bu barları hâlâ dinliyor mu bilmiyorum, polisin bu huyundan vazgeçeceğini sanmak saflık olur ama gazetecinin araştırması polisin İngiliz publarında istihbarat toplama alışkanlığının geçmişinin 1794 yılına uzandığını farketmiş. O yıllarda Fransız devrimine sempati duyan London Corresponding Society (LCS) isimli grubun üyelerinin 1794 yılında Strand'daki Globe Tavern de toplandıkları biliniyormuş. Kulaklar ve fısıltıların tarihi nerdeyse barların geçmişi kadar eski, hatta, benim şu sıralar izilediğim "Outlander" isimli dizi de 1750'lerin İskoçyasında geçiyor ve İngilizlere karşı ayaklanma plânı yapan isyankar İskoçlar da Londradakiler kadar şık olmayan köy publarında buluşup haberleşiyor. Tarihten bir diğer örnek 1819 Manchester mitinginin tartışma ve plânlamasının barlarda gerçekleştiği, muhbirlerin cirit attığı, en ünlüsünün 'Oliver the Spy' diye bilinen adam olduğu imiş. 1819 Paterloo mitinginde yaşanan katliamın intikamını almak isteyenler iki yıl sonra Edgware Road'daki Horse and Groom'da buluşup plânlamalarını yapmaya başlamış. Hatta, parlamentoya baskın dahi plânlamışlar. Bu hikâyeler böyle uzuyor. Benim gençliğim IRA'ya sempati duyan bir nesildir. Filmlerde IRA militanlarının barlarda fısıldaştığını görmüşüzdür. İngiltere'de yaşanan son tartışma barlar yeniden açıldığında parlamentoya gelen polis selahiyet yasasında polisin bu akılalmaz tutumunu engelleyecek maddeler var mı bilmiyorum ama İngiliz pubları belli ki canlı müzikten fısıltı ve istihbarat trafiğine kadar her şekilde dinamizmini sürdürecek.

 

Feridun Ertaşkan

 

Cazkolik.com / 01 Haziran 2021, Salı

BU İÇERİĞİ PAYLAŞIN


Feridun Ertaşkan

Cazkolik.com kurucusu, editör ve yazar.

  • Instagram
  • Email

Yorum Yazın

Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.