30 Nisan Dünya Caz Günü her yıl giderek artan etkinliklerle daha yoğun, daha coşkulu kutlanıyor. Bu yıl, cazın dünyaca ünlü usta ismi Chico Freeman Heiri Karzig ile Akbank Sanat`ta cazseverlerin karşısına çıkacak. Arkadaşımız Turgay Yalçın Radyo Cazkolik`te "Sesler Denizi" radyo programı özel programı ayırdığı usta isimle bir de söyleşi yaptı ve ortaya cazseverler için okunması, radyo programında ise dinlemesi zevkli, usta sanatçıyı yakından tanımak bakımından hayli öneml bilgiler çıktı. Aşağıda okuyacağınız röportajın iki sorusu ise bir diğer Radyo Cazkolik programcısı sevgili Can Tutuğ`a aittir. Hem usta sanatçı Freeman`a, hem röportajı gerçekleştiren ve yayına hazırlayan sevgili Turgay Yalçın`a ve iki sorusuyla röportaja katkıda bulunan sevgili Can Tutuğ`a çok teşekkür ediyoruz.
Cazkolik.com
Turgay Yalçın: Müzikal bir ailede yetişmek ve büyük müzisyenlerle bir arada yaşamak nasıldı?
Chico Freeman: Tek kelimeyle müthişti. Müzik çocukluğumda ve tabii ki sonraki hayatımda en önemli role sahipti. Evimizin oturma odasında yapılan provaları dinleyerek büyüdüm. Amcalarım gitarist George ve davulcu Buzz başta olmak üzere, babamın müzisyen dostları -bazen müzik yapmak için bazen de sadece sohbet için- sık sık evimize gelirlerdi. Sıkı ve disiplinli çalışmanın değerini daha o zaman anlamıştım. Babam her gün ve tüm gün boyunca çalışırdı. Kendisini zanatına, müziğe ve mükemmeliğe adamış bir insandı. Babaannem gitar çalardı ve aynı zamanda gospel vokalistiydi. Dedem piyano çalardı ve Louis Armstrong’un en yakın arkadaşıydı. Yani, ailedeki herkes müzisyendi ve müzikal bir aileden geliyor olmak mükemmel bir şeydi diyebilirim. Unutmadan söyleyeyim, annem de piyano çalardı.
Turgay Yalçın: Evinizin bodrumunda bulduğunuz trompetle müziğe başladığınızı biliyoruz. Saksofona geçiş kararınızı nasıl aldınız? Benzersiz derecede büyük bir saksofoncu olan babanızın bunda etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Chico Freeman: Saksofona geçmeye karar verdim çünkü trompet çalıyorken kafamda sadece Miles Davis vardı ve onun çalışını bir türlü kafamdan atamıyordum. Onun gibi çalmak istiyordum; çalıyordum da... Bir an geldi ve fark ettim ki, asıl yapmam gereken kendi sesimi bulmaktı. Onun sesi zihnimdeki tek sesti ve trompetimden gelen tek ses de onun sesiydi. Okulda bulduğum saksofonu elime alıp çalmaya başladığımda asıl enstrümanımın saksofon olduğunu anlamıştım. Duyduğum ses bana aitti. Saksofona başlamamın öyküsü böyledir. Çalmam gereken enstrumanın saksofon olduğu konusunda babamın doğrudan hiç bir telkini olmadı. Tabii ki, o zamana kadar en çok duyduğum saksofon sesi ona aitti ve kim bilir, belki de bilinç altımda bu da bir etkendir.
Turgay Yalçın: Bir yandan müziğe devam ediyorken okuldan da bilgisayar programcılığı diploması aldınız. Kariyer olarak müziği tercih ettiğiniz için pişmanlık duyduğunuz oldu mu?
Chico Freeman: Hayır, asla olmadı. Aslını sorarsanız, başlangıçta bir süre programcılık da yaptım. İş dünyası için programlar yazıyordum. Müzik yaşamım derinleştikçe, doğal olarak bilgisayarla uğraşmaz oldum. Yaşamdaki diğer pek çok şey gibi, yaptığınızda iyi olmak ve zirvede kalmak istiyorsanız, sürekli çalışmak ve kendinizi geliştirmek zorundasınız. Hayır asla pişmanlık duymadım.
Turgay Yalçın: AACM vizyonu ve o stilde çalan müzisyenlerle çalışmak müziğe yaklaşımınızı nasıl etkiledi?
Chico Freeman: Beni en çok etkileyenlerdendir. Özellikle Muhal Richard Abrams’la çalışmak... Rehberim ve akıl hocamdı; kompozisyonun temel ilkelerini ve yeniliğe açık olmanın anlamını bana o öğretti diyebilirim. En önemlisi, ne kadar sıradışı ve alışılmadık olsa da, kendi fikirlerime inanmam gerektiğini ondan öğrendim. Kendi fikirlerimin ve zihnimde işittiklerimin peşinde koşmam gerektiğine dair özgüvenim de o dönemde gelişti. Yapmam gereken şeyin kendime, kendi kulaklarıma ve müzikle ilgili fikirlerime ve düşüncelerime inanmak olduğu, o dönemde pekişti.
Turgay Yalçın: Sonra New York’a taşındınız. Altmışların sonu ve yetmişlerin başının caz açısından zalim yıllar olduğundan ve sizin taşınmanıza denk gelen dönemde cazın büyük bir uyanışa geçtiğinden, yeni bir rönesansın başladığından hareketle, bize o yılları anlatabilir misiniz?
Chico Freeman: Hmm, buna cazın rönesansı denilebilir mi, bilemiyorum. Oraya varır varmaz, hemfikir olduğumuz kafadarla çalışmaya başladım. Doğrudur, o dönemde ülkenin her yerinden New York’a bir göç vardı. St. Louis’de, Philadelphia’da, Kaliforniya’da ve başka yerlerde yetişmiş müzisyenler akın akın geliyorlardı. Arthur Blythe, Bobby Watson ve Chicago AACM akımına dahil bir çok müzisyen hemen hemen aynı dönemde New York’a taşındılar. Başlangıçta Don Pullen, Sam Rivers ve Sun Ra gibi devlerle tanıştım ve onlarla müzik yapmaya başladım. Ardından Elvin Jones’un grubuna dahil oldum. Birlikte çok özel işler yapacağımız Cecil McBee ile karşılaştım. Daha da önemlisi, o zamanlar India Navigation plak şirketinin yöneticisi olan Bob Cummings’le tanıştım; kariyerimin gelişmesinde ve peşpeşe yayınlanmış bir çok albümümün arkasında onun itici gücü vardır. Evet, belki de bu dönemi rönesans olarak tanımlayabiliriz. Çok büyük müzisyenlerle birlikte çalışma fırsatını bulduğum, Afro Cuban ve Latin müzik ile tanıştığım; kendim ve diğer herkes için de muhteşem bir dönemdi. Broadway için çalışmaya başlamıştım; sadece caz değil başka stilllerde de çalıyordum ve her tür müzik yan yana, iç içe yaşıyordu. Yaşamımın en üretken ve en yaratıcı işlerle uğraştığım dönemiydi; yaşamımın en harika dönemlerinden biriydi.
Can Tutuğ: O dönemde yayınladığınız “The Outside Within” albümü caz tarihinin başyapıtlarından biri olarak değerlendiriliyor. 38 yıl önce müthiş müzisyenlerle birlikte kaydetmiş olduğunuz bu albümü kendiniz için bir dönüm noktası olarak görüyor musunuz? John Hicks’le çalışmak nasıl bir duyguydu? Albümdeki icralar sezgisel doğaçlamalar mıydı?
Chico Freeman: Evet, benim de favori albümlerimden biridir; Stereo Review dergisi onu yılın albümü seçmişti. John Hicks büyük, büyük ve çok büyük bir müzisyendi; onu özlüyorum. Çok da güzel bir insandı. Yapmak istediğim herşeyde beni desteklemişti. Birlikte çalıştık, gruplarımda çaldı ve ben de onun gruplarında çalma ayrıcalığına eriştim. Basçı Walter Booker ve Miles Davis’in “A Kind of Blue” rüzgarını arkasına almış davulcu Jimy Cobb’un da yer aldığı fantastik bir grubunda çalmıştım. Hicks en değerli öğretmenlerimden birisiydi. Birlikte çaldığımız dönemde ondan çok şey öğrendim. Tabii ki “The Outside Within”i yaptığımız grupta Cecil McBee ve Jack DeJohnette de çalıyordu ve her şey çok güzeldi. Kompozisyonlarımın yapısıyla hep oynamışımdır. AABA ya da ABAA gibi standard yapılardansa, bestelerimi alışılmadık yapılar üzerine kurmaktan, onların farklı yerlere gitmesine izin vermekten hoşlanagelmişimdir. Keza armonik açıdan unorthodox olmaya, değişik armonik yapıları deneyimlemeye önem vermişimdir. Ancak diyebilirim ki, bestenin yapısının temel işlevi, size üzerinde çalışılacak bir iskelet sağlamasıdır. Yoksa sezgisel çalmaktan hiç uzaklaşmamıştık.
Turgay Yalçın: Zamanla stilinizin anaakıma yaklaştığını düşünüyor musunuz? Yoksa olgunluk döneminizde ürettiklerinizi ‘özgürlük arayışı’nızın bir yansıması olarak mı görüyorsunuz?
Chico Freeman: Kariyerimin ilk yıllarında daha deneysel çaldığım ya da çalışımın bu şekilde algılandığı doğrudur. Bilirsiniz, insan yaşamıyla, yaşadıklarıyla birlikte hareket eder. Bir sanatçı ve yaratıcı işlerle uğraşan bir insan olarak ben de sadece hareket ediyorum; hareketin bana yönelmemi işaret ettiği yere doğru hareket ediyorum. Anaakıma doğru yöneldiğimi, ona yaklaştığımı... bunu kesin olarak söyleyemem ama yaşadıklarımın ve hissettiklerimin beni yönlendirdiğini de söylemem gerek. Yeni albümümü ele alalım: “Spoken Into Existance”. Beş kızım var. Onların varlığı bana öyle şeyler hissettirdi ki, bu albümde, ayrı ayrı her bir kızımın kişiliğinden ve onlara olan sevgimden hareketle yaptığım 5 bestemi yorumluyoruz. Bu besteleri yaptım çünkü yaşamımın bu anında, kalbimden geçenler bunlar. Bence, bir müzisyenin kaydettiği her albüm, onun -o zamanda- yaşıyor olduklarını temsil eden bir fotoğraftır. Ya da İstanbul’daki performansımızı ele alalım. Orada yapacaklarım, Heiri Kanzig ile birlikte yapacaklarımız, daha öncekilerden farklı olacaktır; o ana özgü olacaktır. Tıpkı gelecekte yapacaklarımın da farklı olacağı üzere.
Can Tutuğ: Çalışınız ‘sıkı’ ve özgüvenli olarak tanımlanıyor. Sizce, bunu biçimlemiş ve etkilemiş olan faktörler nelerdir?
Chico Freeman: Bir röportajda Dizzy Gillespie’ye sormuşlar, caz nedir diye. Cevabı şöyle olmuş: “Caz hakikatı arayıştır.” Ben, işte, bu anlayışa bağlıyım. Beni yönlendiren şey budur, hakikatın arayışı. Verili bir zamanda kim olduğuma dair hakikat. Çünkü sahip olduğum ve gerçek olduğunu bildiğim yegane şey ‘ben’dir, kendi varoluşum. Bu sadece benim için değil, aslında, herkes için de geçerli olan bir doğru. Kendim ya da hissettiklerim hakkında daha çok şeyin farkına varmak... Ne olduğunu tam olarak bilemesem de buna çalışmak… Her soruya verilecek üç cevap var: evet, hayır, bilmiyorum. Hissettiklerime, yaşadıklarıma, yaptıklarıma dair hakikat arayışındayım. Bunların farkında olmak bana güç ve güven sağlıyor. Çalışımı etkilediği gibi çevremde olan herşeye, müzikal kariyerime ve yaşamıma bakışımı da etkiliyor.
Turgay Yalçın: 75. doğum günü şerefine düzenlenmiş partide yaptığınız bir solonun sonunda babanız büyük bir keyifle adınızı haykırıyor. Onunla birlikte çalmak nasıl bir deneyimdi?
Chico Freeman: O günü çok iyi hatırlıyorum. Blue Note’da canlı kaydedilmiş bir konserdi. Babamla çalmak çok güzel bir şeydi. Dianne Reeves bizimle birlikte sahnedeydi, favori piyanistlerimden George Cables oradaydı ve değerli başka müzisyenler... Babam yaşamım boyunca tanıdığım en büyük müzisyenlerden biriydi. Sadece beni değil çok sayıda müzisyeni etkilemiştir. Steve Coleman, Greg Osby ve daha niceleri. Chicago’nun büyük saksofon geleneğinden geliyordu ve Gene Ammons, Johnny Griffin, Clifford Jordan gibi bir çok yaşıtını da etkilemiştir. Biliyorsunuz Chicago’da onun adını taşıyan bir cadde var. Ayrıca yine Chicago Caz Festivali’nde bir sahne onun adını taşıyor. Kurt Elling, Kenny Davis, Lenny Plaxico ve başkaları ondan ilham almıştır. Nereye gitsem hala onun bahsi açılır ve özlemle anarız. Bir defasında onunla Avrupa’ya seyahat etmiştik. Daha önce hiç gitmediği için orada tanınmıyordu ama seyirci sahnede onu dinlerken yepyeni bir şeyi keşfetmenin mutluluğunu yaşamıştı. Avrupa’da ve dünyanın gittiğimiz öteki köşelerinde büyük bir sükse yapmıştı. Onun oğlu olmaktan büyük bir gurur duyuyorum, bende etkisi çoktur. O gün sahnede ismimi haykırırken gururluydu, mutluydu. Benim için, onun onayını almak o gün olduğu gibi her zaman çok önemliydi.
Chico Freeman babası Von Freeman ile
Turgay Yalçın: Heiri Kanzig ile düet olarak kaydettiğiniz albümü dinlerken aranızda çok özel bir bağ olduğu net şekilde hissediliyor. Duo formatta çalmanın farkı nedir?
Chico Freeman: Herşeyden önce, duo çalmak bir nevi özgürleşme deneyimidir. Armoniyi ve ritmi sağlayacak bir enstrüman yoktur, her ikisini de siz sağlamak zorundasınız. Heiri ile birlikte çalarken, içimizden biri nereye doğru giderse gitsin, diğeri onu destekliyor. Bazen onunla birlikte ama bazen de başka bir yöne doğru hareket ediyor olsa da... Grubun dinamiği içinde kendimizi ifade edecek alana sahip bir şekilde, özgürlüğün gerçek anlamı neyse, sahnede onu yaşıyoruz. Başka bir husus da; ürettiğimiz ‘sound’un güzel olduğunu düşünüyorum. Heiri’nin tonu nefistir; ben de zaten biliyorsunuz Chicago sound’una sahibim. Bu iki belirgin sesin bir arada çok güzel bir uyum sağladığına inanıyorum. Zaten bu uyumu ve oluşan güzel sound’u gördüğümüz için projeyi sürdürmeye devam ediyoruz. Birlikte çalmanın coşkusunu her ikimiz de hissediyoruz ve bunu seviyoruz.
Turgay Yalçın: Avrupa’da on yıl yaşadıktan sonra Amerika’ya dönüyorsunuz. Gündelik yaşam ve müzik açısından Avrupa’yı nasıl değerlendirirsiniz?
Chico Freeman: Evet, geri dönüyorum ve tekrardan New York’da yaşamaya başlıyorum. Varır varmaz yeni albümün tanıtım etkinlikleri kapsamında Lincoln Center’dan başlayarak üç ay boyunca turnede olacağız. Oradaki seyirci albümdeki yeni besteleri ilk defa dinliyor olacak. Evimde, Chicago’da konser vermek, yeni nesil müzisyenlerle tanışmak beni heyecanlandırıyor. Avrupa’da yaşamak muhteşemdi. İyi ki gelmişim ve kalmışım diyorum. Amerika dışında bir yerlere gitmek, orada yaşamak, geçmişte planlamış olduğum, arzu ettiğim bir şeydi. Tabii ki konserler nedeniyle çok farklı ülkelere ve şehirlere gittim ama yabancı bir yere yerleşmek bundan farklı bir durum. Değişik bir kültürü hissetmek ve gündelik yaşamını tanımak istemiştim. Böylelikle Avrupa’da yaşamaya başlamıştım. Son dönemde Yunanistan’da yaşıyordum. Avrupa’nın doğusunda olmak, kendimi yeni bir yaşam biçimine kaptırmak harika bir duyguydu. Bu dönemde sadece Yunan kültürünü değil, yakın civarda ya da uzakta ziyaret ettiğim bir çok ülkenin farklı kültürünü hissetmek, müzikleriyle tanışmak benim açımdan çok öğretici bir süreçti. Zenginleşmiş olduğumu hissediyorum.
Turgay Yalçın: Söyleşinin başlarında konusu geçti, yeni albümden biraz daha bahsedebilir misiniz?
Chico Freeman: Tabii ki. Albüm Amerika`da yayınlandı ve sanırım yakında Avrupa`da da satışı başlayacak. Dergilerden ve caz çevrelerinden olumlu tepkiler alıyorum. Kızlarım için yaptığım bestelerden bahsetmiştim. Antonio Farao’nun ve Heiri Kanzig’in orijinal besteleri olduğu gibi, çalmaktan zevk aldığım standardlar da yer alıyor. Miles Davis’in repertuvarında yeralan Seven Steps to Heaven’ı da Antonio’nun çok güzel bir aranjmanı ile çaldık. En özellerden biri de, Stanley Turrentine’nın bir bestesi: Soft Pedal Blues. Blues geleneği Chicago için çok önemlidir, ben de çalıyorum ama daha önce hiç ‘yavaş’ blues kaydetmemiştim. Stanley’in tonu beni o kadar çok etkilemişti ki, albüme o besteyi de dahil ettim. Performansların melodik ve lirik olduğunu da ekleyebilirim.
Turgay Yalçın: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.
Chico Freeman: Ben de teşekkür ederim. İstanbul’da görüşmek üzere.
Turgay Yalçın
Cazkolik.com / 29 Nisan 2016, Cuma
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.