Tariverdiev bir John Le Carre roman kahramanı olur muydu?
Soğuk savaş dönemi casus filmlerine meraklıysanız şimdi bahsedeceğim besteci ilginizi çekecektir. Mikael Tariverdiev 2. Dünya Savaşı dahil tüm soğuk savaş dönemi kutuplaşmasının Sovyetler Birliği tarafının kültürel, popüler, müzikal ikonlarından biriydi. Soğuk savaşın uç kalesi Türkiye dahil bu meseleye ebediyen batı gözlüğünden baktığımız için konu iyilerlerle kötüler arası bir meseleydi ve batı iyiydi, Sovyetler kötü. Gerçi biz o zaman çok genç olarak tam tersini savunuyorduk ama kültürel genelleme olarak dünya böyleydi. Sovyetler Birliğine yönelik muazzam kötüleme kampanyasının sayısız silahı ve sözde özgürlük kahramanı varken Sovyetler tarafının bu şansı olmadığı gibi yönlendirme aklı ve becerisi de sınırlıydı hatta yoktu. İşte, bu noktada Mikael Tariverdiev gibi tek tük adamlar öne çıkıyordu. Tarverdiev Tiflis doğumlu bir besteci. Sovyet besteci Aram Haçaturyan’ın öğrencisi. Elllili yıllardan itibaren Batının tam karşısında kültürel işler üreten bir popüler kültür sanatçısı. Bu tarafta son derece az tanıdığımız karşı-kahramanlardan biri. Sayısız sahne sanatları, film ve TV dizi müzikleri var. Orkestralar, baleler, tiyatrolar için besteler, hatta bir kısım insan için caz müzisyeni kimliği de var. Daha çok popüler müzikler yapmış, bilhassa film müzikleri konusunda inanılmaz kariyeri var. O bir SSCB kahramanı değil de batı kahramanı olsaydı şimdi muhtemelen yerle gök bir olmuştu, öylesine övülürdü ama hâlâ tanıyan çok az! Özellikle SSCB dönemi yapımı film ve diziler için yaptığı müziklerin yeri ayrıdır. 1995 yılında 64 yaşında ölen büyük besteci son dönem Çernobil için de beste yapmıştı. Uluslararası 18 ödülü var. Bilhassa org kullanımı konservatuvar öğrencileri için tez konusu bile olabilir. Stalin sonrası Kruşçev reform dönemi KGB imajının müzikteki simgelerinden biriydi. Bu satırları yazarken bir yandan Olga’s Melody’i dinliyorum. O kadar nostaljik ki, etkilenmemek mümkün değil.
Yeni bir the WHO albümü sever miyim?
Yılbaşı geldi derken ocak ortasını bulduk. Takip ettiğim dergilerin yeni sayıları çoktan çıktı. Cazkolik baştan aşağı cazla dolu olduğu, yeni haberleri, albümleri yakinen takip ettiğim için bu PUL biraz sevdiğimiz caz dışı isimler neler yapıyor bakayım dedim. Biraz eskiler, biraz yeniler *** Son İstanbul Caz Festivali’nde konseri büyük ilgi gören Nick Cave and the Bad Seeds eylülden itibaren Los Angeles’da yeni albüm kaydına başlamış. *** Rock tarihinin büyüklerinden The Who’dan -ki benim satın aldığım ilk kasetlerden biridir- Pete Townshend ile Roger Daltrey’nin eşit sayıda şarkısının yer alacağı yeni albüm yılın sürprizlerinden olacakmış. *** Mick Jagger sert gitar rifli müzik eşliğinde ağız mızıkası çaldığı bir video paylaştığından beri yeni LP’mi geliyor diye konuşuluyormuş. *** The Cure’un efsanevi solisti Robert Smith son Meltdown festivalde küratörlük yapmasının ardından yoğunlaştığı ilhamı 2019’da albüme dönüştürmeye karar vermiş, eğer olmazsa müziği tümüyle bırakırım artık diyormuş.
Miles Davis`le ilgili her belgeselde Carlos Tantana ile konuşmak şart mı? Genellikle aynı şeyleri söyleyip duruyor!
Miles Davis hakkında çekilen belgesellerin en merak edilenlerinden yönetmen Stanley Nelson’ın “Miles Davis: Birth of the Cool” isimli çalışması son Sundance Film Festivali’nde prömiyerini yaptı. Belgesel, bir efsanenin arkasındaki adam teması üzerine kurgulanmış. Nelson yine Sundance’da gösterilen Afro-Amerikalılarla ilgili daha önce iki film çekmişti. İzleyiciler yeni belgeselde ilk defa ortaya çıkan kimi fotoğrafların yanısıra Miles’ın verdiği röportajlar eşliğinde yine ilk kez yayınlanacak kimi filmlerden bölümleri, Quincy Jones, Carlos Santana, Clive Davis, Wayne Shorter, Ron Carter gibi efsanelerle yapılan özel çekimleri Miles’ın hayatı ve müziğinden bölümler eşliğinde izleyecekmiş. Yönetmen Nelson huzursuz estetiğiyle olağanüstü bir ressama benzettiği Miles’ın müziğin akışını bir çok değiştirmeyi başardığını, bugün dinlediğimiz sadece caz değil, rock, funk, hip hop müziklerine doğrudan etki ettiğini, çoğu etkisini yeni anlamaya başladığımızı söylüyor. Belgeseli izlemek şart. Nerde buluruz?
Ken Burns country müziğe el attı
İzleme/dinleme olayları artık internetten yürüdüğü için eskiden ‘aman ya nerden bulup izlicem’ dediğimiz belgeseller bir tık uzakta. Bu yüzden, yukarda bahsettiğim Miles’ın ardından burada çok konuşulan diğer belgesellere değineyim dedim. *** Ken Burns Jazz serisini duymayan var mı? Yoksa var mı? Çok ünlü seridir. Ken Burns bu serinin ardından şimdi ‘Country Music’ hakkında bir seriye başlamış. Bize her zaman uzak gelen country efsaneleri Hank Williams, Loretta Lynn, Charley Pride, Johny Cash, Willie Nelson, Dolly Parton ve Merle Haggard’ı bu seride bulmak mümkün. *** Anlaşılan, Woodstock’ta daha çok ekmek var. Yönetmen Barack Goodman de iki saatlik yeni bir seri yapmış. Yok 50. yıl, yok bilmem ne, yürür gider bu mevzu. *** Amerikan kültür endüstrisi yetiştirdiği ikonları evir çevir pazarlamayı biliyor. Yıllar önce ölen Tupac Shakur da bu turnikeden nasibini ara ara alıyor. *** Amerikan sanayisinin kalbi Detroit müzik endüstrisinin de kalbi. Şimdi, seksenlerin meşhur Detroit teknosu da belgesele konu olmuş. Bence, şahıslar kadar böylesi dönem belgeselleri de o şahısları anlamak bakımından kritik önemde.
Bu durumda Ray Manzarek bile Jim Morrison`dan faydalanmış mı oluyor?
Dünyayı değiştiren altmışlar tüm o sembol isimlerin arasında The Doors demek, Jim Morrison demek. Hâlâ konuşulacak konular olması aradan geçen 50 küsur yıla rağmen şaşırtıcı geliyor. O kuşak tamamıyla hayattan çekilmediği sürece konuşulmaya devam edecek ki bu da keşfedecek yeni şeyler demek. Jim Morrison çok genç yaşta ölerek Jimi Hendrix gibi efsane ölümler serisi başlatmamış yaşlı biri olarak hayatta olsaydı bu konular hâlâ bugünkü kadar ateşli konuşulur muydu bilmiyorum, bence, tıpkı The Doors üyelerinden Ray Manzarek’in hayatının son senelerinde yaptığı gibi müziğin entelektüel alanında işler üretirdi. Bunları Manzarek’in Jim Morrison ve The Doors yıllarını anlattığı ‘spoken word history’ tarzı albümü “Myth and Reality”i dinlerken yazıyorum. “Paris: The Mystery” diye başlıyor. Bunları dönemin en yakın tanığından dinlemek ilginç. Tıpkı ilk konuşmanın adı gibi Morrison’ın Paris’te ölmesi bile ölümü üzerinde yaratılan efsaneyi büyüttü, büyüttü. Hâlâ da büyüyor.
Bu müziklerin sorunu kalıcı olamamak!
En olmayacak soundlar, binlerce kilometre uzak görünenler buluşuyor. Kahire’li müzisyen Michael Louca Arap coğrafyasından kozmik caz uçuşuna geçiyor. Bir an Sun Ra akla geliyor, bir an Meksika çöllerinde, Western tınılarda geziniyor. Arapça kulağa şaşırtıcı geliyor. Daha önce tanımıyordum, neler yapmış bakınınca 2010’lara giden izleri var. Yeni çalışması Elephantine’de 12 kişilik topluluk kurmuş ama dinlemeye geriden başlamak daha iyi. Herkes sever mi bilmem, ben sevdim mi onu da bilmiyorum, ama dinledim. Geçen yılki albümü “Lekhfa” daha ilginç geldi. O gizemli perküsyon insanı içine çekiyor. Ama son çalışması daha farklı, benim gördüğüm albümden sadece bir single var şimdilik. Louca Kahire’den dünyaya panoramik kozmik mesajlar gönderiyor. İlk albümü “Garraya” ile geleneksel Arap müziğinden Yemen çöllerine, Western looplarına vizyoner bir fikir ortaya koymuş. Yalnız son olarak şu notu düşeyim, sadece bu albüm için demiyorum, Arap şarkıcıları hakikaten iyiler. “Ekaa Maksour”u bir dinleyin! CazFM.com’a girdik, belki orda denk gelirsiniz.
Flüt ve synth kullanımında yaratıcı fikirler
Hep mütereddit baktığım Björk için fikrimi değiştiren müzik yazarı Jeremy D. Larson oldu. Otuz yıldır gözümüzün önünde olan Björk’ün onuncu albümü “Utüpya”dan dinlediğim “Paradisia” beni fena şaşırtmıştı. Gerisini Larson’ın yazısı halletti. Adam öyle güzel yazmış ki, onun gibi yazabilsem o makaleyi kafamın üstünde taşırdım. Björk’ün albümde flüt ve synth kullanımı alışılmadık seviyede çarpıcı. Şimdi Larson’ın yazısından bir bölüm, ben kendimi niye paralıyım, adam ne güzel anlatmış; “Björk’ün müziğinin kırk yılı, dünyadaki varoluşsal ruhsal enerji ve duygu kıvılcımının her detayını ayrıntılandırmak için uzun bir yolculuk/göç olarak görülebilir. Duygu ile olan ilişkisi özellikle mekânsaldır, ortamlarda yaşamak, tarihin tüm çığlıkları ve fısıltıları Björk`ü zorlaştırmıştır: duygusal manzaralar, gizli yerler, iç bulutsular, karşılıklı koordinatlar. Avangard pop yıldızından sürükleyici multimedya sanatçısına geçişi, kariyer anlamında marka oluşturma değil, insani duyuların, kökenlerinin ve geleceklerinin bu huzursuz kazısı için daha fazla araca sahip olma hizmeti veriyor. Bu çok fikirli gözüküyorsa, öyledir, ancak Björk’ün müziğinin şimdiye dek daha büyük müzikal kadrolarda var olmasından da kaynaklanmaktadır.” Ben daha ne diyim ki...
Tanınmış fotoğraflarından biri.
William Claxton... Ne fotoğrafçı ama... Artık böyle adamlar mı yetişmiyor yoksa biz mi görmüyor, keşfedemiyoruz. Claxton’ın çalıştığı döneme ve bölgelere bakınca sadece cazcılar değil fotoğrafçılar da NY tarzı, West Coast tarzı diye ayrılmış sanki ama daha ziyade coğrafi ayrılıklar bunlar, ne de olsa büyük ülke. Howard Mandel onun fotoğrafları için ‘gözler için caz’ demiş. Bin kelimeden iyi laf. Özellikle Chet Baker fotoğrafları meşhurdur. Ama siyah beyaz tartışılmaz. Sadece dönemin mecburi teknik renkleri değil. Cazın doğal karakteri adeta. Claxton ve fotoğrafları hakkında bir kitap çıkmış. 168 sayfa, 150’den fazla fotoğraf. Bu kitaplar tam arşivliktir. 1950 ile 70 arası caz dünyasının görsel zenginliği. Daha önce aynı dönemin bir başka fotoğrafçısı Jean-Pierre Leloir ve kitabını yazmıştım bunu da hatırlatmadan geçmek olmaz. Tavsiyem, bu kitapları alıp fotoğraflarına o müzikler eşliğinde bakmanız, ben henüz böyle bir şey denemedim ama yazarken aklıma iyi bir fikir gibi geldi. Ne dersiniz?
Feridun Ertaşkan
Cazkolik.com / 21 Ocak 2019, Pazartesi
Siz de yorum yazarak programcımıza fikirlerini bildirin. Yorumlar yönetici onayından sonra sitede yayınlanmaktadır. *.